BGST topluluğu üyeleri ile İstanbul'da 2014 senesinde yaptığım söyleşi
Öncelikle sizi tanıyarak başlayabiliriz. Sonrasında sizi bir barış aktivistine dönüştüren süreci üç aşama üzerinden konuşabiliriz: Kendinizi faşist bir Türk genci olarak tanımladığınız askerlik öncesi dönem. Kürt halkıyla yüzleşme olarak tanımladığınız askerlik süreci ve gerilla tarafından esir alındığınız dönem. Son olarak Türkiye’ye dönüşünüz ve hala içinde olduğunuz barış mücadelesi.
Öncelikle kısaca sizi tanıyalım.
*İbrahim Yaylalı: Ben Karadenizliyim, Samsun, Bafralıyım. Bafra’nın Kızılırmak Mahallesi’nde doğdum. Bu mahalle Bafra’nın faşist bir mahallesi… Konumlanması devrimcilerin tam tersi… Ama benzer imgeleri kullanıyorlar. Örneğin kahramanları var. Elbette bu kahramanlar bıçkın, anti kahramanlar. Bizim de küçükken kahramanlarımız vardı. 74 doğumluyum, 80 darbesi geldiğinde 6-7 yaşındaydım. Bizim bıçkın abilerimizin askeri araçlarla, polislerle çatıştığını gördük. Onlar kovboydu, bizim kahramanlarımızdı. Biz de çatışmalarda arkalardan seyretmeye çalışırdık. Abiler bizi tutup bir kenara atıyorlardı. Sorgulama yoktu. Nerede yaşıyorsan “onu” sorgulamıyorsun. “Onun” parçası oluyorsun. O dönemde, o çatışmanın içerisindeki insanlar bizim için büyük kahramanlardı. Eve giderdik onları anlatırdık. Evden itiraz gelmezdi anlatımlara. Sonra kendi oyunlarımız onların üzerinden şekillenirdi.”Ben Yaşar abi olacağım, sen Hakkı Abi ol, öbürü Ahmet abi olsun.” Bunlar da mahallenin ırkçı anlamda “hızlı abileri”… Tabi o dönemler Beşyol sınırdır. Sonrası da devrimcilerin olduğu bölgedir… Abilerimizin yaptıkları katliamları, birçok öğretmeni ve insanı katlettiklerini çok çok zaman sonra öğreneceğiz. O günlerde ne yaptıklarını bilmiyoruz. Sadece ellerinde silah var ve karşı tarafa bir şeyler yapıyorlar. Biz abilerimize kötülük edildiğini düşünüyoruz. Tamamen kendi gemimizden bakıyoruz olaya. Geminin bütününü değil de kendi kaldığımız kısmı görüyoruz.
Ben 20 yıl boyunca camidir, okuldur, mahalledir derken, tamamen Türk-İslam sentezi dediğimiz anlayışla büyüdüm. 20 yaşına geldiğimde lise bitmişti. Bende “Acaba askerliğimi erteletsem mi erteletmesem mi, şuraya mı gitsem buraya mı?” gibi endişeler yoktu. Hemen askerlik şubesine gideceksin. Karşıdaki subaya diyeceksin ki “Komutanım ben komando olmaya geldim.” Aynen öyleydim. İnsanlar askerden kaçmak için bir sürü bahane ararken, biz orada savaşa gireceğiz. Savaş da demiyorduk, terördü. Birileri tarafından yönlendiriliyordu. Biçimsizdi, amorftu. Bir nedeni de yoktu. Sadece bize gösterilmiş olan bir birlik var ve “o”, birliği bozan bir şeydi. Biz de oraya buna izin vermemek için gidiyorduk. Biz donanmıştık. Bayrakla, orduyla ve devletle donanmıştık. Ortasındaki, arasındaki her şey anlamsızdı. Kürtler bizim için anlamsızdı. Hatta hâlâ görüştüğüm bir çocukluk arkadaşım var Bafra’da. Konuşuyoruz. “Yav sen böyle değildin. Sen 16-17 yaşındayken buradaki Kürt gençlerini dövüyordun. Onları vuruyordun, ediyordun” diyor. Çünkü biz öyle yetiştirilmiştik. Aleviler hiç gibiydi. Mum söndülerden bilmem nelere kadar bin tane hikâye vardı haklarında. Yani duyabileceğiniz tüm üretilmiş şeyler sanki bizim Karadeniz’de üretilmiş gibiydi.
Daha sonra Karadeniz’in etnik geçmişini öğrenecektik. Sonra bunu nasıl ters yüz ettiklerini öğrenecektik. Ama bu ters yüz etme işi benim üzerimde başarılı olmuştu. Genelde hâlâ da başarılı… Belki diğer halklara moral vermesi bağlamında Kürt ulusal mücadelesi etkili olmuştur. Ama bütüne baktığımda böyle bir şey yok. Mesela yanılmıyorsam Laz Kültür Derneği’nin başkanı Aykırı Sorular programına konuk olmuştu. Orada “Sizin amacınız nedir? Siyasi midir?” gibi sorular soruldu. Dernek başkanı her şeyi söylüyor: “Kültürel… Bütünlüğü tehlikeye atmıyor…” En son dolandı dolandı ve “Bunların hepsini saydığımızda tabi bunlar siyasi şeyler sayılır” dedi.
Hâlâ Karadeniz’de mücadele eden insanlar bile o genel havadan çok fazla etkileniyorlar. Bunu çözmeden de bir adım yol dahi alınamayacak. Yani barışın tek taraflı olabileceği bir coğrafya değil burası. Mutlaka diğer inançlar, diğer halklarla yan yana yaşayacak formülü bulmamız lazım. Kürtlerin toplumsal siyasi politik durumu genişliyor, büyüyor. Ama bu durum, batıda ırkçılığı ve şovenizmi geliştiriyor. Yani tam tersi bir etkisi oluyor, paralel değil. Orada diğer halkın mücadelesi, diğer inancın mücadelesi gelişiyor; burada ise tam tersi gelişiyor. Bunu paralel hale getirmek için mutlaka bir şeyler yapmamız gerekiyor. Kemal Pir’in doğru bir sözü vardı. “Bu coğrafyanın zayıf halkası Kürt illeriydi, Kürdistan’dı.” Orada bir şeyler gelişip burayı doğru anlamda etkilemezse yani halklar aynı çizgiyi yan yana bulamazlarsa, inançlar aynı şeyleri söyleyebilecek şekilde yan yana gelemezlerse, inanın bu saatten sonra bir adım daha ileri gidilemez. Tamam, belli bir yere kadar gelindi. Bu doğrudur. Ama bizim ne yapıp ne edip bu yan yana yaşama modelini birbirimize anlatabilmemiz gerekiyor.
Askere gitmeden önce “ırkçı ve milliyetçi” ideoloji ile donandık diye anlattınız… Bu, kendi içinde gelişim gösteren bir şey miydi? Bu ideoloji nasıl örgütleniyor? Mesela, Kürtler özelinde önceleri Kürtlerin varlığı reddediliyor. Şimdiyse Kürtler var ama bir yere kadar denmeye başlanıyor.
Bizim çocukluğumuzda orası yoktu. 90’larda Kürt vardır sözü bile telaffuz edilemezdi. 90’ların ortasından sonra biraz değişti. Batıda, İstanbul’da bazı şeyler değişti ama bizim orada savaşa eleman ihtiyacından dolayı bu söylemler yoktu…
Devrimcileri, sosyalistleri hiç görmediğimi düşündüm. Tamam biz, her haltı yaptık; her haltı yaptırdılar bize. Bizi acayip bir zırhla donattılar. Fakat neredeydi bu devrimciler? Sosyalistler neredeydi? Biz onlarla niye hiç temas etmedik? Niye böyle oldu? Daha sonra oradaki devrimcileri görünce, tanışınca anladım ki onlar da kendi duvarlarının dışına çok da çıkmayan insanlar. Şimdi yanlarına gidiyorum: “Ne yapıyorsunuz?” diye soruyorum. “Mücadele ediyoruz?” diyorlar. Nerede ediyorsunuz? Binanın içinde. Neredesiniz, niye çıkmıyorsunuz sokağa? Biz bu konuda sıkıntı yaşadık. Ben seni görseydim, seninle temas etseydim daha farklı olabilirdi. Sen gel benim mahalleme, “Yaptığın yanlış” de. “Sen yönlendiriliyorsun, şöyle bir şeyin içine sokuluyorsun, senin vicdanın da aklın da senden alınıyor” desen belki ben orada düşünürdüm. Uzun süre sonra şans eseri bulduğumu, belki çok daha genç yaşlarda bulacaktım. Ama sen orada yoktun yani.
Askerlik hikayenize dönelim. Hangi dönemde askerlik yaptınız?
94 Mart-Nisan aylarıydı. Çatışmaların en şiddetli olduğu dönemler. Askerlik prosedürleri oldu. Zamanım geldi. Isparta’ya gittik, Isparta’da acemi birliği devam etti, iki ay sürdü. İki ayın sonunda “Kıbrıs’a gitmek isteyenler el kaldırsın” dendi. “Kim el kaldırırsa göndereceğiz.” Yanımdaki el kaldırıyor ona dirsek vuruyordum. “Buraya bunun için mi geldiniz siz? Bu kadar eğitimi kaçmak için mi aldınız?”Ben el kaldırmadım haliyle. Başından itibaren kafam netti: Gideceğim ve orada savaşacağım. Ve öyle de oldu.
Bir taraftan şununla da hesaplaşıyorsun. Ordu kafanda yıkılmayacak bir mit gibi. Ama şimdi askere girdim, askere girdikten sonra da acemi birliğine girdik. Bismillah daha birinci hafta kestirmiş gitmişiz saçları. Adam “Komple saçını keseceğim” dedi. Hayvan gibi davrandılar. Elbise verirlerken bile itilip kakılıyorsun. “Nereye geldim ben?” dedim. Bizim faşizmle kendi hesaplaşmamız ezber bir şekilde değil, somut bir şekilde gerçekleşti. Faşizmle doğrudan temas ettiğinde neyin içinde olduğunu artık anlıyorsun. Ordu, acayip bir yer. Senden 20 gün 40 gün önce gelmiş birisiyle sana baskı yapmaya çalışıyorlar mesela. Ben onlara karşı durdum. “Al şu benim elbiselerimi yıka!” dediklerinde,“Sen ne diyorsun, ne elbise yıkaması? Ben buraya niye geldim sen bana ne yaptırıyorsun?” dedim. Bu saçma baskı ile hep kavga ettim. Çok sonraları, ordu ile aram bozulduğunda, ordu gazetelere “Bu adam zaten bozguncuydu, sürekli kavga ederdi” gibi açıklamalar yaptı. Hakkımda tek doğru söyledikleri şey buydu. Tamam bir yerden geldik, büyük dolduruşa da getirildik. Ama karşı çıkmaya da başladım yavaş yavaş. Militarizmin senin son kalan parçanı da, son kalan insanlık parçanı da elinden alma sürecinde yavaş yavaş karşı çıkmaya başladım.
Bu karşı çıkış siyasi bir karşı çıkış değil. İdealize ettiğiizn orduya uymayan tavırlar gördüğünüz için karşı çıktıız..
Aynen… Beş paralık adam, sivil yaşamda bir şey yapamamış, senin üzerinde orduda bir şeyler yapmaya çalışıyor. Asker bunu bir mekanizma olarak ortaya çıkarmış ve kendisi hiç uğraşmadan o mekanizmayla hepinizi insanlıktan çıkarıyor. Normal yaşamda halkların birbirini hor görmesini sağlayacak mekanizmada olduğu gibi orduda da birbirlerine kötü gözle bakacak mekanizmayı kuruyorlar. Ordu içinde insanın diğer insanla içini boşaltma mekanizması oluşturulmuş. Buna devrecilik deniyor. Bu şekilde seni itiraz etmez bir noktaya getiriyor. Oysa itiraz edebilirsin. Savaş bölgesine gittiğinde, toprağı yaktığında itiraz edebilirsin. Niye o toprağı yakıyorsun? O kadar uğraş verilip bir bağ oluşturulmuş; bu bağ yakılırken itiraz edebilirsin. Elindeki o son insani parçayı da alıp seni tamamen makineye dönüştürerek savaş bölgesine taşıyacak. Amaçlanan; savaş ortamına gittiğinde hiçbir şeye itiraz etmemeni sağlamak.
Isparta bitti ve bizi Mardin’e gönderdiler. Artık savaş bölgesine doğru yavaş yavaş ve ağır adımlarla ilerliyorduk. Mardin’e girişte öyle bir karşılama oldu ki… Gerilla da bizi Mardin’in girişinde karşıladı; karşı tarafta bulunan dağlardan taciz atışı yaptılar. Dur bismillah daha yani. Üzerimizde hiçbir silah yok, daha dağıtım sürecine girilmemiş. Gittiğin birliğe göre sana silah veriliyor.
Diyarbakır üzerinden mi Mardin’e gittiniz?
Evet. Toplanma yeri Diyarbakır’dı. Orada da yapmadıklarını bırakmadılar bize. O zaman uçak yok. Uçağa ayıracak bir para da yok. Şimdilerde gerilla bir çok bölgeye hakim olduğu için o bölgelerden geçiremiyorlar askerleri. O yüzden Türk Hava Yolları ile anlaştılar, Türk Hava Yolları onları bedava geçiriyor. İşçisine yapmadığını bırakmazken, ben “Sizi bedavaya taşırım.” diyor. O dönemde tabii böyle bir anlaşma yok. Bildiğin o eski kamyonlarla aktarılıyorduk.
Askeri bir konvoyla mı geldiniz? Konvoy sizi koruyamadı mı?
Evet askeri konvoyla, eski tarz geldik. O bir taciz atışıydı, bir şey yapma amaçları yoktu. Başka bir şey yapmak isteseler zaten onu yaparlardı. Korksunlar, nereye geldiklerini anlasınlar diye açılan bir ateşti. Asker de aynı şeyi evlere yapıyor.
Biz gittik Mardin’e… Mardin’de, tugayın karşısındaki evlerin hepsi delik deşik. “Bu ne böyle?” dedim. Koca koca delikler her tarafta. Yani adamlar belli periyodlarla evleri tarıyorlar. Herhangi bir şey olduğunda, kırsalda bir şey olduğunda mahalleyi tarıyorlar. Birkaç defa biz de böyle bir şeye şahit olduk. Bunların hepsinin terörist olduğu için yapıldığı algısı mevcut. Algılar başka şeylere kapalı. Belki veri olarak sana geliyor. Senin o verilerle hesaplaşmaman için nasıl sivil hayatta okullar camiler varsa, orada da sürekli toplantılar yapıyor asker. Toplantılarda, bize şöyle vurdular, şu kadar insanı öldürdüler, şurayı yaktılar, şurayı yıktılar, şu kadar çocuk öldürdüler gibi veriler sunuluyor. Senin kendini toparlamaman, sorgulamaman için, sürekli beyin yıkama seansları devam ediyor. Sorumlu olduğun alanda, içinde bulunduğun koğuşta yani her gittiğin yerde toplantılar yapılıyor, eğitim olarak da bunlar veriliyordu. Brifing gibi yani.
Mardin’de ne kadar kaldınız?
25 gün orada kaldık. Benim biraz hızlı gitmemin nedeni savaş birliğine alınmıştım, yani Tim’e alınmıştım. Tugayda kalma kısmını atlattım diye bakıyorum, çünkü artık orada kalmak istemiyorum. Tamam, vatanseverlik var, ama tugayın içindeki devrecilik sistemi çok ağır. Bu nedenle orada kalmak istemiyorum. Bir de yapıyla ilgili olabilir, ben o tür şeyleri kabul eden birisi değilim. Birisi bir şey yaptığında ben onun karşılığını veriyorum. Mesela birisi gelip “İç çamaşırımı yıkayacaksın.” diyor. Trabzonlu bir çocuk, üst devre, üç beş ay kalmış. Böyle söyleyince ona bir tane vurdum, o da bana vurmaya çalıştı, etraftan devreleri de vurmaya çalıştı. O konuda hiç aman vermedim. Bu beni o sistemin karşısında bir yere oturttu. Ben de rahatsız oldum bu durumdan. Sürekli vuramam ki… Ayrıca niye yıkayayım ben bu adamın çamaşırını? Bunu kabul edemem, ben oraya vatanı savunmak için gelmişim.
Mardin 3. Komandodayım. 23. gün yine taciz atışı oldu. Acemilerin şey yapması lazım. Tugayda belirlenmiş şeyler var. Benim de sıkıntım var ya dedim “Silahı alayım arkalara gitmeyeyim, tam tersine öne gideyim birkaç el atayım.” Bir şey olduğunda ilk önce beni seçsinler. Koştum, aldım silahı. Öbür taraftan beni çağırıyorlar, geleceksin bu tarafa diye. Ben hiç duymuyorum. Cephaneliğin arkasındaki mevziye yerleştim, bize gelen tarafa doğru birkaç defa ateş ettim. Daha sonra o olaylar bitti. Bizim TİM’in komutanı geldi, “Sen niye söyleneni dinlemiyorsun? Niye gitmedin oraya?” dedi. Ondan sonra dedi ki: “Aferin, aferin. Bizim senin gibi insanlara ihtiyacımız var.” Orada iş bitti, kimin gideceğini garanti altına aldım. Birkaç gün sonra sanırım Gabar’da ihtiyaç vardı. Bizim oluşan yeni TİM’le doğrudan Gabar’a gittik. Kırsala, helikopterle götürdüler. Orada kaldık bir süre.
Kırsalda nelere tanık oldunuz?
Orada gördüm köy boşaltmaları. 94’ün Haziran ile Temmuz’u arasında… O döneme kadar bir çok yer boşaltılmıştı zaten. Şırnak’ta, Gabar’da pek çok köy boşaltılmıştı. Bazı bölgeler vardı. Köylerini boşaltmayı kabul etmiyorlardı. Orada kalıyorlar ama koruculuğu da kabul etmiyorlardı. Bunların buradan atılması lazım. Bir şekilde bunların buradan gönderilmesi lazım. Ordu düzenli olarak oraları basıyor. “İhbar var!” diyerek gidip köyü arıyorsun, tarıyorsun. Usandırmak için evdeki eşyaları dağıtıyorsun. Ara sıra insanlara küfrediyorsun… Bu yöntemi oradaki insanlar artık caysınlar, oradan gitsinler diye uyguluyorsun. Bir de asker kıskaca da almış, etrafını çevirmiş. Gerilla o bölgeyi koruyamıyor, gelip oradaki askeri de uzaklaştıramıyor.
Örnek vereyim: Bir yurtsever köyü -o zaman biz terörist köyü diyorduk- badem ve bal üretiyor. Askerde bize yemek geliyor ama çok kısıtlı; yediğin yetmiyor. O kadar yürüyorsun ki iki hafta üç haftada ayağımızdaki ayakkabı patlıyordu. Sümerbank’ın yaptığı ayakkabılar. O koşturmaya ayakkabı dayanmıyor, patlıyor. Adam üç tane konserve veriyor yanına, bir parça da ekmek… Kaybettiğin enerjiyi nasıl karşılayacaksın? Biz de “Gidelim, gizli gizli bal filan alalım.” dedik. Bir gün gittik birkaç arkadaş. Ama koştura koştura gidiyoruz, bir taraftan da çekiniyoruz. İlk başta yalan söylüyoruz, aslında kimse gelmiyor. Etrafı biz çevirmişiz ama sonra söylediğimiz yalana biz de inanıyoruz. Köyde bulduk bir ihtiyar: “Amca dedik parasını da vereceğiz, balla badem istiyoruz.” Biz titriyoruz. “Dur dur oğul ben getireyim.” dedi. Gelince bana demesin mi, “Para istemiyorum sağol…” Yahu niye istemiyorsun para? Sana yapmadığımızı bırakmıyoruz. Onun mantığını kavrayamıyorum.
Buna daha sonra da şahit olduk. Kürt halkı misafirperverdir. Mesela, Roboski katliamından 8- 10 ay sonra bir askeri araç devrildi. İçindekiler de özel birlikten astsubay, subay, katliamcılar; normal askeri birlik değil yani. O halk, insanları sırtlarına aldılar, birliğe kadar götürdüler. Birlik dedi ki “Bunlar terörist biz bunları kabul etmiyoruz.” Roboski halkı daha dün bunlar tarafından katledilmiş. Ama Kürt halkı ne olursa olsun, ne yapılırsa yapılsın yine de insanlığını kaybetmiyor.
Bal aldığımız amcayla sonra konuştuk parayı kabul etti. “Ama sana bir tane çorap vereyim.” dedi. Çorapları da yapmış asmış kapıya. Bir tanesini çıkardı bana verdi. Bir tanesi orada kaldı. Aldık, parayı verdik, koşa koşa geri geldik. Ertesi gün bizi topladılar. Dediler ki “Sürekli bu köye teröristler geliyor, biz artık bunu kontrol edemiyoruz ve bu köyü boşaltacağız.” Ben de boşaltmayı normal olarak düşünüyorum. Köye girilecek, daha öncede köydekilerin uyarıldıklarını düşünüyorum. Eşyalarını almış toplamışlar, biz de eşlik edeceğiz zannediyorum.
Bu, ilk köy boşaltma deneyiminiz mi? Daha önce boşaltılmış olan köyleri gördünüz. Ama henüz nasıl boşaltıldığını yaşamamıştınız.
Evet, köyün nasıl boşaltılacağını, metodu bilmiyorum. O köyden, önceki gün alışveriş yapmışım. Bir tane çorap almışsın, adam sana iki güzellik yapmış, sen ondan etkilenmişsin. Timle beraber köye girdiğimde canhıraş bir durum var. Köye üç dört tane tim girdi. Bizim bulunduğumuz timle köyün arasında “çat çut bum güm…” sesleri, cam kırılma sesi, sonra baktım arkada duman! Dedim ne oluyor burada? Acaba bir şey mi var? Bir baktım ki bizim birlikler köyü yakıyorlar. Bir taraftan hiç eşya almalarına izin vermiyorlar, her tarafı kırıyorlar. Kendimi timden azat etmişim, o adamı bulayım istiyorum. En azından adama zarar gelmesin. Ona eşlik edeyim ki vurma kırma olmadan adam çıksın köyden gitsin. Bir önceki günkü o küçük alışveriş sende etkisini bırakmış. İlk defa köy yakmayı görüyorum. Sonra, bir tane astsubay geldi, bana tokadı indirdi. “Ne arıyorsun sen burada? Kendine gel git birliğine…” gibi şeyler söyledi. Ben donmuşum…
İnsanlara vura kaka köyden çıktık. Evler yakılmış. Adamın o kadar uğraştığı bağ gitmiş, yanmış kül olmuş. Badem ağaçları tutuşturulmuş. Bu kadar da olmaz ya… Bunu sorgulamaya başlıyorsun…
O çorap alışverişi olmasa belki de bu kadar etkilenmeyecektin?
Aynen. Zaten sonra onun evinin olduğu yere baktım orayı da ateşe vermişler. Diğer çorabı orada kapının üzerinde… Sonra yanma kokusu. Bunların hepsi bende travmadır. Ben nerede bir yanma kokusu duysam mutlaka o yaktığımız köydeki kokuları hatırlıyorum. Bununla baş edemiyorum. Yanma kokusu olan bir bölgede çok kalamıyorum. Savaş süreci ile beraber, bende maalesef bu travma kaldı. Gerçi sonrasında bir tedavi almadık. Savaşı ben bütün olarak görüyorum. Bir tarafın travma yaşadığını, diğer tarafın travma yaşamadığını kimse söyleyemez.
Esir askerlerle, benim gibi bu durumu yaşayan arkadaşlarla, ilgili bir çalışma yapacaktık. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na gittik. Vakıftan görüştüğümüz kişiler şaşırdılar. TİHV’in daha çok devlet şiddetine maruz kalmış kişilerle çalıştığını söylediler. Devlet şiddetine maruz kalmak hapiste, işkencede şiddete maruz kalmakla özdeş tutulmuş. Diğeri ile empati kurma çalışmalarını biz daha getirememişiz. Vakıf böyle bir çalışmaları olmadığını söyledi. “Ama biz bunu yönetime taşıyalım, ilk defa bize böyle bir konu geldi.” dediler. Travma büyük bir şey, insanları sarıyor. Savaşan askerlerde genelde ölümle sonuçlanıyor. Savaşa girmiş, orada ölümleri ve birçok şeyi görmüş. Eşlerini vuran askerler gazetelere yansır. İntihar etmek ya da hastalıklı bir şekilde etrafına zarar vermek. Bu durum, Vietnam sendromu olarak da geçiyor, bizim yaşadığımız coğrafyada bu çok fazla görülüyor. Ama ne yapılıyor? Faşizmle sürekli haşır neşir olan, sürekli onunla iç içe yaşayan insanların çoğu bunu yaşadığının farkına varmıyor. Birinin yaşadığı travmayı öbürü ayırt edemiyor. Yani sürekli bir travma içinde tutuluyorsun.
Yangın gecesinde kalmıştınız… Birliğe döndükten sonra neler oldu?
Birliğe geri döndük; hemen brifing moduna geçildi. O gece yaşadığın çelişkiyi yok etmek için anında eğitime alıyorlar. “Biz burayı niye yaktık biliyor musun? Buradan çıkan kişi şunu yaptı bunu yaptı.” diye anlatmaya başlıyorlar. Yarım saat, bir saat bazen bir buçuk iki saat yaptıkları şeyi, yani gayri insani savaş suçunu, normalmiş gibi anlatıyor, bu durumu normalleştirmeye çalışıyorlar. Sende o durumu meşrulaştırıyorsun. Senin de meşrulaştırman gerekiyor ki orada kalmaya devam edebilesin.
Sizden başka bu rahatsızlığı yaşayanlar var mıydı?
Tabi, olmaz mı? Bu durum kimseye normal gelmiyor ki… Kafanda yarattığın şey başka, savaşta karşılaştıkların başka… Öyle şeyler yapılıyor ki savaşta! Birçok suçu normalmiş gibi yaşamaya devam ettik. Savaş, insanı, insanlığı yok etmeye de yarıyor. Sadece karşı tarafı yok etme değil, aynı zamanda var olan insanı parçalayıp, yok etmeye. İnsanlıktan çıkana kadar içinde tutulduğun bir mekanizma, eğer ölmezsen. Ölürsen zaten bu defa başka şeyler oluyor. Öldüğün zaman ölümün üzerinden yeniden savaş üretiyorlar.
Köy yakmadan döndükten bir süre sonra, motivasyonumuzu sağlayalım diye öldürülmüş bir gerilla cesedi getirdiler. Cesedin başına bir uzman çavuşu çağırdılar. Uzman çavuşlar asker değil, profesyonel savaşçı. Kulak kesip sana hediye etmeye çalışıyorlar. O zamanın dergilerini hatırlarsınız, kesilen gerilla cesetleri, kafalar, kulaklar, burunlar, başka organlar kesilip sergileniyordu. O gün ben yine dayanamadım. Cesetlerin pislik, terörist, şerefsizlere ait olduğu söylendi. Ortam bir anda bir gösteriye döndü: “Dişini kes, kulağını kes…” Baktım midemi tutamıyorum, döndüm arkamı gittim. Birkaç metre ötede midemi boşaltıyorum. Başka bir profesyonel asker geldi, bana “Sen nasıl insansın? Nasıl erkeksin? Sen buna dayanamazsan savaşta ne işin var?” gibi şeyler söyledi. İnanabiliyor musunuz? Bir insanı öldürmüşsün, yetmemiş kulağını her tarafını kesmişsin. Savaş suçu işliyorsun ve buna dayanamadığım için insanlığımı, erkekliğimi sorguluyorsun. Askerde seni cins konumundan da vuruyorlar.
Bu olay nerede oldu? Nasıl bir yerde askerlik yapıyordunuz?
Savaş birliğindeyiz. 3.Komando Tugayı olarak Gabar’dayız. Biz seyyar komando birliğiyiz. Gerillanın harekat alanı nasıl sürekli dağlarda ise bizde de öyle. Gerilla birlikleri neredeyse biz de o bölgelere yerleşiyoruz. Gerilla o üs bölgelerinden çıkartılıncaya kadar, ölmezsen ya da izinler hariç, askerlik süren bitinceye kadar sürekli dağdasın. Hatta bazen gerillayla aynı yerlerden su bile içiyorduk. Gabar’da su depoları var. Ama su depolarında su azaldığı için kurtlanma olmuş. Suyu tüllerle arıtarak içiyoruz. Su depolarını kimse zehirlemiyor. Oralara ne gerilla birlikleri zarar veriyor ne de asker. Asker de biliyor, gerilla da biliyor ki başka su kaynağı yok. Şimdi sen susuz kalırsan susuzluktan gidersin. O yüzden su konusunda kesinlikle kuyulara zarar verilmiyordu. Kuyular oradaki herkesin ortak alanıydı. Yiyecekle ve içecekle ilgili yerlere zarar verilmiyordu. Çünkü kendin de yararlanmak zorunda kalabilirsin.
Yiyecek ne vardı?
Yiyecek olarak yaban şeyler; badem, bıttım, yerel üzümler vardı. O bölgelerde Kürt haklı ile beraber, Süryaniler ve Ermeniler de yaşamış. Üzümcülük aslında Kürtlerin işi değil. Daha çok Süryani ve Ermeni halkının yaptığı bir uğraş. Ermeniler ve Süryaniler gittikten sonra maalesef Kürt halkı da o üzüm bağlarına sahip çıkamamış. Üzümleri köylüler büyütüyor, gelen alıyor giden alıyor. Onu ticari bir işe dönüştürme amaçları yok. Bazı bölgelerde üzümden pekmez yapıyorlar ama şarap yapmıyorlar. Yanılmıyorsam Mardin’de Ermeni bir arkadaşla karşılaşmıştık. Oraya dönen halklar tekrar başlamışlar o işe. Kürt halkı üzümden faydalanmıyordu.
Bölge hakimiyeti nasıl sağlanıyordu?
Roboski’ye çok yakın bir yerde Hilal diye bir bölge var. Hilal Belediyesi bizim. Hilal’den dağa doğru ilerlediğinde Nijin ve eski Hilal bölgeleri var. Bahsettiğim yeni Hilal bölgesine gittiğimizde oradaki köyler boşaltılmıştı. Daha önceden yakılmıştı. O bölgede Kela Memed Dağı (Kêla Memê Dağı) var. Kela Memed’in, Memed’in Kalesi demek olduğunu biz daha sonra öğrendik. O bölgeyi gerilla çok iyi kontrol ediyor. Çünkü sınıra çok yakın. Asker orayı sürekli almak istiyor. Bütün çabaladığı iş, o tepeyi nasıl alacağı. Tabi alma girişimlerinde çok kayıplar veriliyor. Bunlardan bir tanesi de ben düşmeden bir süre önce, jandarma komando birliğinde yaşandı. Gerilla ile çatışmada otuza yakın asker yaşamını yitiriyor. Bir asteğmen esir düşüyor. Mevziye bomba atıldığında, şarapnel parçası birinin gözüne vurmuş, tek gözü çıkmış. Mustafa Özülker adlı bir arkadaş. Yaşanan bu olaydan sonra jandarma artık oraya dair bir şey yapamıyor. Daha önce de büyük kayıplar verilmiş. O zaman 3. Komando Tugayı ünlü. Çünkü neredeyse birebir gerilla savaşı yapan birlikler. Bir tek sırtlarındaki çantalar olmasa iyi. Biz kırk kilo çantayla yürümeye çalışıyoruz, gerilla ise uçar gibi gidiyor. Biz de gerillanın kontrol bölgesine gittik.
Bu bölgeye kaç kişi gittiniz?
Bir tabur gittik. Tabur bin kişiden fazla. Sayısı bayağı yüksek. Geri hizmetleri, lojistiği, topu tankı, yürüyen birlikleri, bizimki gibi bölükleri… var. Orada o birlikler kuruluyor. Bizim birlikte tamamen gerilla arıyoruz. Gerilla neredeyse sen de oraya gidiyorsun. Korucularla birlikte gidiyoruz. Korucular olmasa asker kesinlikle savaş bölgesinde kalamaz çünkü asker hakikatten oranın yabancısı. Korucular böylesi bir öneme sahip. Biz gittiğimizde nasıl durulacağımızı, nasıl yürüyeceğimizi, korktuğumuz zaman nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Korucu oranın her şeyini taşını toprağını bildiği için onlarla birlikte biz üç günlük bir arama tarama çalışması yapacaktık. İki gün bir şey çıkmadı. Gerilla geniş bir alanda bize pusu atmış. Biz pusunun içine yavaş yavaş girmişiz. Kocaman bir daire düşünün, biz o dairenin içine girmişiz ama haberimiz yok. Biz onlara pusu atacağız diye bekliyoruz. Bize bir bölgede gerilla görüntüsü alındığı söylendi. Bizde bölüğün keşif birliği olarak yola çıktık. Koruculara da tam olarak güvenilmiyor. İnsanların nasıl korucu yapıldığını biz iyi biliyoruz. Silah zoruyla zorbalıkla, yerinden yurdundan etme, öldürme, hapishane tehdidiyle korucu oldukları için birçoğu bazı bilgileri sadece günü kurtarmak için de verebiliyor. Bu nedenle asker, araştırmak için bizi görevlendirdi. Biz de gittik bir tepeye çıktık, mevzileri yaptık. Yağmur başladı. Gündüz vakti saat 2-3 gibiydi. Etrafta bir şey yok. Bekle, bekle, bekle… Saat 6-7 gibi hava kararmaya başladı. Birden üç taraftan uzun namlulu silahlarla taranmaya başlandık. Taranıyoruz ama ilginçtir üstümüzden geçiyor. Adamların bizi görmemesinin yolu yok. Bizi izliyorlar bunu fark ettik. Gerilla her öldürülen kişinin batıda şovenizme, şovenist eylemlere neden olduğunun çok farkında. Asker ölümleri ırkçılığın, şovenizmin, linç girişimlerinin daha da tırmanmasına neden oluyor. O yüzden kendi alanlarını koruyacak biçimde kendine yönelen saldırılara karşı saldırı gerçekleştiriyorlar.
Bu görev sırasında mı yakalandınız? Nasıl yakalandığınızı anlatır mısınız?
Evet, ateş açılınca bizim birlik ön tarafı çekti, gittik… Herhalde taştan sekti, sağ ayağımın üst tarafına bir kurşun gelmiş. Hala izi vardır. Ayağımın üstü tamamen açılmış. Ben hiç fark etmedim, ayağıma bakmadım bile. Orada ayağımı taşa vurdum zannettim. Her iki ayağımda tırnak ete giriyor. O ağrıdır sandım. Sonra koşarken baktım ki ayak başka türlü gidiyor. Vurulduğumu düşünmüyorum. Önümüzdeki patikadan yukarı çıkıp geriye dönmeye çalışıyoruz; aşağıya vadiye ineceğiz. Orası öyle bir yer ki…Yürümek için daracık bir yer var, aşağısı uçurum. Ben o dengesizlikle bir boşluğa basmışım. Herhalde ayağım boşluktan içeri gitti. Bir onu hatırlıyorum bir de sırt çantamı, tüm eşyalar içinde olduğu için onu hatırlıyorum… Bir kayaya vurdum. Kendimden geçmişim, sürüklenmişim böyle 30-40 metre. Kendime geldiğimde elimi yırtmışım ama silahımı bırakmamışım. Silaha sarılmışım. Ayağıma bakmıyorum, silaha bakıyorum. Kurma kolunu çekiyorum, silah çalışmıyor. Silah parçalanmış çalışmıyor. Orada hemen ezber başlıyor: Eğer silah çalışmıyorsa, yakalanma riskin varsa, bombaların üzerindeyse, ilk önce silahı parçala ki düşmanın eline geçmesin. Silahı hemen parçaladım. Daha sonra bombalarımı kontrol ettim. Yakalanma durumu olursa bombaları ortaya atacağım. Kim varsa hep beraber öleceğiz. Çünkü karşı tarafın eline geçmek ölümden daha kötü. Bizim elimize gerilla gelse ve “Hiçbir şeyi itiraf etmiyorum, hiçbir şey söylemiyorum.” dese, alındığı yerde infaz edilir. Ben bir tanesinin helikopterden kayaların üstüne atıldığını gördüm. Şimdi bunları görüyorsun, askerde bunları yapmayı kendinde hak görüyorsun. Gerilla bunun en az on mislisini yapar diye düşünüyorsun. O zaman da “gerillanın eline geçmektense, tek kurşunla ölmem gerek” diyorsun. Nefes filmi bayağı gerçekçi çekilmiştir. Üzerimdeki bombaları kontrol ettim. Sonra ayağımın üzerinde ıslak siyah bir şey gördüm. Karanlıkta kırmızı gözükmüyor tabi. Üst tarafı da açılmış komple. Şöyle bir çektim baktım deri tamamen kalkmış, üst tarafı parçalanmış, kan akıyor. Dedim: “Ooo…” Üzerimden tişörtü çıkardım, kanayan yerin üst tarafını sıkıca bağladım, en azından bir süre idare etsin diye. Eğer askerler beni bulursa en azından ayağı kurtarma şansım olur. Kendime bir şey olsa bile ayak gitmesin. Onu bağladıktan sonra bir süre hiç hareket edemedim. Diğer ayağımı da vurmuşum ayağa kalkamıyorum. Ama orda da durmamam gerektiğini biliyorum. Gerilla o bölgeyi, dere yataklarını çok iyi biliyor. Orada dursam, gerilla beni bulsa, sonum mutlaka ölüm. Yine hayatını düşünüyorsun, asker seni bulabilir.
Bulunduğum yerden yaklaşık 100 metre ileride köyün üstünde kayalık gibi bir yer var. Sürünerek de olsa oraya gideyim dedim. Bir süre kendimi topladım. Sürüne sürüne, ayağımı çeke çeke köye kadar ulaştım. Orada bekledim. Biri var mı diye baktım. Eserimizi gördüm orada, her şey parçalanmış. Vita yağ tenekeleri vardır ya, onların üzerinde süngü izleri var. Süngü vurulmuş her tarafı parçalanmış. Baktım elbiseler falan dağılmış. Bir tane gömlek buldum onu üzerime giydim. Sonra “Bu yağı mı alsam!” dedim. Bulduğunu yiyeceksin, yapacak bir şey yok. Tam bunları düşünürken bir kapı gıcırdadı. Hemen bombaya sarıldım. Hafiften de bakmaya çalışıyorum, asker olmasın sakın. Bir taraftan da korucudur, gerilladır diye düşünüyorum. Tam korkuyla bakınırken aynı anda bana bakan bir kedi gördüm. Kedi mi benden daha çok korktu ben mi ondan bilemiyorum. Ben kenara çekildim o da kaçtı gitti. Sonra “Ben buradan çıkayım.” dedim. Biraz daha toparlandıktan sonra kendimi hemen yukarıdaki küçük bir mağaraya attım. “Ararlar beni herhalde.” diyerek bekledim. Daha önce de hiç bilmiyorum. Düşen birisi olunca o aranıyor mu, aranmıyor mu, ne yapılıyor hiç bilmiyorum.
Siz askerlerin gözleri önünde düştünüz, peşinizden gelip aramadılar mı?
Gelmedi, hiçbir şey gelmedi. Zaten o iki-üç saat kayıp bende. Onların iki saat boyunca ne yaptıklarını bilmiyorum. Mağarada iki gün boyunca kaldım. Birinci günün sonunda da kan kaybından bayılmışım. O kan kaybından ölür müydüm, ne olurdu bilmiyorum. Daha sonra benim olduğum yere bir gerilla grubu geliyor. İçinde Şerif var, şu an Xaftanin sorumlusu olan kişi var. O zaman bölük komutanıydı. Xaftanin dağın ismi, bir gerilla bölgesi. Tanin Roboski’nin sol tarafında, Xaftanin’in sağ tarafına düşüyor. Yani biz iki dağın arasındayız. Kadın birlikleri var, erkek birlikleri var. Bir tane kadın arkadaş üzerinde silahla benim bulunduğum yere geliyor. Beni görüyor, ama daha genç 16 ya da 17 yaşında. Güney’e çıkarılacak, eğitim sürecini geçip 18 yaşını doldurması beklenecek. 18 yaşına gelmeden cepheye kesinlikle göndermiyorlar. Çok büyük bir şey olmazsa cephede yani ön tarafta durmuyorlar. O acemi, aşağı seslenmeden önce beni kendime getirmeye çalışıyor. Bir de orada bakıp benim ne olduğumu anlamaya çalışıyor. Bu asker mi, rütbeli mi? Bir de seni ayırt etmesinler diye sakal bırakabiliyor, saç uzatabiliyorduk. Aslında bunu itiraf etmem lazım ama hiç kafa çalışmıyor işte. Gerilla özellikle profesyonel savaşçıları arıyor. Yani bir eylem yaptığında karşı taraftan vurulacak ilk insanlar profesyonel savaşanlardır. Ama seni ayırt edilemeyecek duruma getiriyorlar. Hangisinin asker hangisinin rütbeli olduğunu alışkanlıklarına bakarak çıkarmaya çalışıyorlar. Mesela asker ok gibi durur, üstten korkar. Öyle bir mekanizma var. Ancak ondan çıkartırsın herhalde. Neyse o bir taraftan beni salladı. Sallamasıyla birlikte ben açtım gözümü baktım karşımda kadın gerilla. “Aaa kadın gerilla, ne arıyor burada?” dedim. Kadın gerilla hiç beklemiyorum ben. Bize “Kadın orada yozlaşmıştır, erkeklerle birlikte oluyorlar” diyorlardı. Baktım karşımda genç ama silahlı, bombalı bir savaşçı duruyor. Benim ellerim böyle şaşırmış vaziyette kalmış, diğer gerillalar geldiğinde de öyleymişim. Ellerimi kımıldatmaya çalışıyorum bombayı alacağım, atacağım ortaya. İşte o zaman geldi, kendini öldürme zamanı geldi. Ama baktım ben düşünüyorum, eller hareket etmiyor. Kansızlık öyle bir hale getirmiş ki. Zaten beni bulduklarında bembeyazmışım. Ellerimi kaldıracak durumum olmadı.
O zaman kadın “Ben burada birini buldum.” diye seslenmiş, diğer erkek arkadaşlar koşarak geldiler. “Ya niye böyle yaptın, neden bizi önce çağırmadın.” diyorlardı. Sonra üzerimi aradılar. Bombaları aldılar ilk önce. Sonra sakin olmamı istediler. Bir taraftan gözler büyümüş, suratım bembeyaz. O beyazlığı biraz da korkuya bağladılar. Kan kalmamış ama bir taraftan korku da var tabi. Panik de var. Düzgün biçimliler, sakal tıraşı olunmuş… Tek tip elbiseler giyiyorlar.
Biz gerillayı o zamana kadar hep uzaktan gördük. Taciz atışı yapıyoruz, onlar bize atıyor, biz onlara atıyoruz; zaman öyle geçiyor. Gerillayı bir de yakalandıklarında gördük. Ama zaten gerilla bize gelene kadar paramparça oluyordu. O yüzden elbiselerine, üniformalarına dair kafamda bir şekil yok. Bir baktım birçok insan aynı elbiseleri giymiş. “Bu ne böyle ya!” dedim. Üzerlerinde mermi tutan şeyler var. Ne oluyoruz yani! Bir tanesi geldi: “Biz PKK’liyiz, Kürdistan İşçi Partisi’ne bağlı Halk Kurtuluş Ordusu’ndayız. Şu an itibariyle siz bizim savaş esirimizsiniz” dedi. Cenevre Sözleşmesi…, haklar…, Amed…, Mehmet… “Ulan!” dedim “Ne diyor bunlar?” Sen ‘teröristsin’ yani ne oluyor? Cenevre Sözleşmesi falan sadece okuduğumuz milli güvenlik derslerinde duyduğumuz terimlerdi. Onun dışında görmedik. Hiç hayatımızda karşılığı olmamış bir şey yani.
Şimdi sen bir kere bu olaya savaş olarak bakmıyorsun ki. Dolayısıyla bununla ilgili hiçbir veriye bakmıyorsun. Karşımda konuşuyor da, konuşuyor… Dedim “Allah Allah… Bu adam nasıl konuşuyor böyle?” Bir de sen ağzı burnu dağılmış, saç sakal karışmış, elinde silah konuşamayacak tipler bekliyorsun. Bugün İŞİD var ya; biz o dönem İŞİD’i, PKK olarak düşünüyorduk. Kafanda böyle veriler var. Senin yapmadığın şey kalmamış: Onun köylülerine her şeyi yapmışsın, sonra ölü gerilladan bile hesap sormuşsun, parçalamışsın… Ama o seni alırken diyor ki “Senin hakların var”. Dedim “Ne olduk? Acaba oyun mu yapıyorlar?” Benim bölgeden çıkışım, götürülürken herkesin konuşması sanki bunlar söz birliği yapmışlar gibi. Beni çıkarırken Şerif arkadaş geldi o da aynı şeyleri anlatmaya başladı. Ama bende ses gitmiş bütün sesler birbirine karışmış, içmiş gibi kafamı toplayamıyorum.
Sizinle Türkçe konuşuyorlar değil mi?
Evet, ama senin Türkçe anlayacak halin yok. Sana işkence etmelerini seni öldürmelerini bekliyorsun. Bir taraftan yemek veriyorlar, bir taraftan anlatmaya çalışıyorlar. Bir taraftan doktor çağırıyorlar. Sana yardım edecekler, ama sen elinin tersiyle itiyorsun. Diyorsun “Ne doktoru, doktor yok!” Sen onun tedavisini mi kabul edeceksin? Düşman o. Yemek veriyorlar yemeği itiyorsun. Bildiğin tüm ezberleri uygulamaya çalışıyorsun. Diyorsun ki “Zaten son anların, dik dur, daha dik durmaya çalış!” O an gerillada da askerde de aynı andır. Haklı ya da haksız olması önemli değil. Ele geçirilen gerilla da olsa verilen her şeyi reddeder. Öldürülmez, hapishaneye atılırsa ondan sonra değişir. Ama o zamana kadar konuşmayı, yemeği, tedaviyi her şeyi reddeder. Bu, askeri bir andır. İster gerilla olsun ister asker olsun aynı tepkiyi verir.
Konuşmalarla, söylemlerle, o yaşadıklarımızla, 20 senelik hayatımızla biz o hale geldik. Bize hep veriler geliyordu. Isparta’da, Mardin’de, dağlarda gördüklerinden… sana veriler geliyor. Ama bu verileri bir türlü birleştiremiyordun. Hep sistemin içindesin ve orada tutulmak için sana hep yalan söyleniyor. Duyduklarımı asla bütünleştirip puzzle’ı oluşturamıyordum. Katliam var, katliam için oraya gelmişler. Sen de katliamcıların bir unsurusun. Gerillayla kaldığım dönem bu algının dışına çıktım. Artık gördüğüm şeylerden sonra, yalanlarla şekillendirilmiş olduğumu anlamaya başlıyordum. En büyük dönüşümüm buydu. Arkamda artık asker ya da devlet yoktu. Yalan konuşan yoktu. Benim için artık sadece gözlemlerim vardı. Bana yapılanlar, bana yönelik davranışlar, hareketler, insanların birbirilerine davranışları, sosyal yaşamları… Ben onları inceliyordum artık.
Nasıl götürdüler sizi, sedyenin üzerinde mi?
Yok, ilk önce ben bayılmışım. Sonra gelip beni tedavi etmişler. Ben kendime geldikten sonra baktım ki ayaklarım sarılmış, temizlenmiş. Kan durdurucu iğneler yapılmış. “Ne yaptınız lan?” dedim içimden. Katırla çıktık oradan.
O gün benim için savaş sisteminin karşıtı bir şey daha oldu. Yanan ateşin karşı tarafında, battaniyeye sarılmış, bağlanmış, insan boyunda bir şey var. Kafama takıldı, dedim “Bu sakın gerilla olmasın.” Askerde, yakalanan gerilla, ne söylerse söylesin, orada öldürülüyor. Eğer bu gerillaysa ben yandım. O dönemde terörist olarak bakıyorum onlara. Onları gözlemliyorum, bir şey yapmadılar. Bu arada, yolda battaniyeye sarılı gerilla da benimle beraber taşınıyor. Gerillayı güneye götürüyorlarmış, orada şehitlik varmış. Gerilla cenazesini oraya gömecekler. Onu bir katıra bağladılar, beni bir katıra bağladılar. Ve biz, etrafta asker olduğu için, iki üç gün yavaş yavaş güneye kadar gittik.
Hep söylerim, bana en büyük işkence yolda yapılmıştır. Nedir bu? İşkence yapmamak. Bana işkence yapılacağını düşünüyorum. Yolda gerilla cenazesiyle yan yana giderken bana hiçbir şey yapmadılar. Benim en büyük hesaplaşmam, kitap okumakla değil, gözlemlerimle oldu. Onlarla yola çıkıyor, güneye kadar gidiyorsun, kimse sana karışmıyor.
Gece ilerliyoruz. Gideceğimiz yol normalde kısa. Kela Memed dağlarındaydık. Kela Memed’ten oraya yürüyerek gitsen beş saat bile tutmaz. Ama zannedersem herhangi bir sorun yaşanmasın diye dolandılar, düz yoldan gitmediler. Beni Xaftanin bölgesine getirdiler.
Bölge sorumlusu talimat verdi. Alınan esir telsizden duyuruldu. Bizim künyemizi aldılar. Gerilla telsizinden askerin duyabileceği şekilde benim esir alınmam, bölgemi, nereden alındığımı karşı tarafa bildirdi. Bu bildirmenin aynı zamanda tehlikeli bir şey olduğunu sonradan anladım. Bir taraftan gerilla durumu bu şekilde kayıt altına aldırıyor. Ama asker karşı tarafta düzgün savaşmıyor ki! Geçtiğim bölgeye havan atışları yağmaya başladı. Biz katır üstündeyiz, üstümüzden ıslık gibi geçti. Öncesinde hep havan atan taraftasın, hiç havan yiyen taraf olmamışsın… Bu yüzden ne yapmak gerektiğini bilmiyorum. Havanlar üzerimizden ıslık gibi çaldı geçti. Gerilla şöyle sadece bir baktı, demek ki düşeceği yeri koordinatları anlamış, hiç paniklemediler. Sonra “bom” diye ses çıktı, toz duman yükseldi. Bunlar olurken “Bir şey olmayacak, seni buradan çıkaracağız.” diyorlardı. Ben kendi kendime “Öldük artık!” diyorum. Artık öleceğini düşünüyorsun. Ama gerilla o gürültü patırtının arasından beni çıkardı. Asker, esirin onların elinde olduğunu bile bile o bölgeyi vurdu ki o esir asker orada ellerinde ölsün. Sonra ne yapacaklardı? “Askeri gerillalar öldürdü.” diyeceklerdi. 2011’de Silvan’da bunu yapmak istediler. Başka bir yerde de gerilla askerleri esir almıştı ve asker geçecekleri güzergâhı biliyordu. Operasyon yapıp güzergâhı sürekli vuruyor. Elinde esirler var gerillanın, esir olduğunu da duyurmuş ANF aracılığıyla. Böyle olmasına rağmen operasyon yapıyorlar. Ama gerilla yine o esir askerleri korudu ve o bölgeden çıkardı. Bunu devlet kasti olarak yapıyor. Çünkü öldürsen de ölsen de onun için insanın bir değeri yok! Ölünce de o askerlerin cesetlerini gönderirim Karadeniz’e, gönderirim Ege’ye, gönderirim Akdeniz’e… Al sana savaş yürüsün!
Güneye getirildikten sonra neler yaşadınız?
Güneyde bir bölgede ilk önce yalnız tutuldum. Xaftanin’de 6 ay kaldım. Bu arada araştırmam yapılmış. Özel harekattan mıyım, profesyonel asker miyim? Sonra beni Mustafa Karasu’nun yanına götürdüler. Bana genel bilgilendirme yaptı. Yaptıkları mücadelenin tarihini anlattı. En son dediler ki “Senin durumunda bir sorun yok. Sen zorunlu askerlik için gelmişsin buraya. Bu anlamda, belli bir süre sonra koşullar oluştuğunda istediğin bir yere -Türkiye de olabilir, başka üçüncü bir ülke de olabilir- seni göndereceğiz.” Birinci haftada Kızılhaç gelmişti. Her şeyi tespit ettiler. Nasıl ele geçirildiğimi, yaram olup olmadığını, herhangi bir işkence yapılıp yapılmadığını… bunların hepsi kayıt altına alındı. Zaten mektup da vermiştim. Avrupa’da akrabalarım vardı. Onlarla da bağlantıya geçtim.
O konuşmadan sonra, dediler ki “Yalnız kalma, ne kadar süre kalacağın belli değil. Bizim de bir yargı mekanizmamız var. O tarz süreçlerden geçen arkadaşlar bir bölgeye gidiyorlar. Sen de o arkadaşlarla kal, sağlık açısından da iyi olur. İstersen tek başına da kalabilirsin ama bu daha iyi olur.” Kabul ettim. Zaten ilk bir aylık süreçte yanıma bir tane KDP’li getirdiler. KDP’li PKK’nin parasını yemiş… Radyoyla ilgili bir durum… Parayı yiyince, bu adamı düğünden kaldırıp getirmişler. Tabii biraz hırpalamışlar. Adam eli kulağında, sürekli ağlar gibi bir şeyler söylüyor. Kürtçe bilmiyorum. Dedim “Bunlar benden laf almak için mi getirdiler acaba bu adamı?” Bir yerden sonra dedim “Bununla kalmaktansa gideyim diğer tarafa en iyisi.” Talebim kabul edildi ve diğer tarafa geçtim.
O bölgeye girdik, bir mağarada kalınıyor. İçeri girdim. Baktım üç kişi yerde oturuyor. Bir tanesi ortada, bir tanesinin gözünde korsan maskesi gibi göz bandı var, sol tarafında da başka bir arkadaş. Dediler “Ortadaki bizim koğuş ağamız, Ömer ağa. Diğeri onun sağ kolu, öbürü de her şeyini yaptırdığı arkadaş. Sen yeni birisi gelene kadar bize çay yapacaksın. Temizleyeceksin buraları.” Kendi kendime “Demek ki burası hapishane… Her tarafta hapishane aynı hapishane!” dedim. Baktılar ben kızarıyorum, bozarıyorum. Mustafa arkadaş ayağa kalktı “Yok yok şaka yapıyoruz.” dedi. Bir tanesi benden bir ay önce aynı bölgede esir alınmış bir asteğmendi. Diğer arkadaş, Ömer, Mardin sorumlusuymuş. Diğeri de bölge sorumluluğu yapmış. Yani eyalet düzeyindeki komutanlar bunlar. Silahsızlandırılmışlar. Yoğunlaşma sürecindeler, yani bir soruşturmaya alınmışlar. Onlarla tanıştık. Orada, Xaftanin’de 5-6 ay kadar kaldık.
Orası nasıl bir yerdi? Orada günleriniz nasıl geçti?
Orası gerillanın her daim hâkim olduğu bir bölge. Yani yerleşik bir durumdalar. Elektrikleri ve su sistemleri var. Kendilerine çeşme yapmışlar. Terzihanelerin olduğu yerler, hastanelerinin olduğu yerler var… Komün bir şehir düşünün… Ana karargâhlardan bir tanesiydi zaten orası, Kandil gibi.
95’in ortasında Çevik Bir hava yapmıştı: “Ben gireceğim, orayı dağıtacağım!” 150 binin üzerinde askerle oraya girdi. Önde de KDP vardı. Biz o zaman kamptaydık. Askerden önce gerillayı KDP vurdu. Gerilla önlemini almıştı. Ama gün anlamında bir sürpriz yapılmıştı. Birden karşı bir tepeden uzun namlulu silahlarla ateş etmeye başladılar. Bir baktık, her taraftan mermiler yağıyor. Biz de o dönem rahatsızdık. Nehir suyundan yemek yapılmıştı. Aslında kampta nehir suyundan asla yemek yapılmaz, dere suları kullanılırdı. Ama dere suları biraz uzaktı. Kamp da büyük bir yer. Dolayısıyla bazı bölgelerde su sıkıntısı yaşanıyordu zaman zaman. Yemekler, Hakkâri tarafından gelen nehir suyundan yapılmış. Biz de tifo olmuşuz. Bembeyazız, yerden kalkamıyoruz, biz de, gerilla da. Gerilla böyle durumlara alışmış tabii. Çatışma çıkınca, kolumuza girdiler. Beni de Rusya’dan gelen bir Kürt arkadaş oradan çıkardı. 1.90 boyunda yapılı bir arkadaştı. Hiç zorlandığını zannetmiyorum… Tepeyi çıkıncaya kadar beni sırtladı. Zaten tepeyi çıkınca tehlike de geçti. Bulunduğumuz alana asker de giremedi. Sadece bir kez, o toplanan alana asker geldi. Diğer yerlerden, tepelerden pusular kurulduğu için asker orada dayanamadı. Asker cenazeleri, o dönem, tırlarla taşındı. Çok büyük kayıplar vermişlerdi. Daha sonra biz tekrar oraya geri yerleştik.
Hep o bölgede mi kaldınız?
Oradan çıktık Zap’a gittik. Metina’da kaldık. Gare’ye geçtik. Oradaki birçok kampı iki sene üç ay boyunca ziyaret ettik. Çeşitli operasyonlara denk geldik. Çok güvenli yerlerde, dışarıda evlerde kalabiliyorduk. Güvenliği daha az olan, her an saldırının gelebileceği yerlerde, top sahasından büyük mağaralar yapmışlar, oralarda kalıyorduk. Konferanslar, kongreler, o yerlerde yapılırdı. Aslında bizi savaş bölgesinin dışına çekmişlerdi. Ama devlet sınır ötesini pek dinlemiyor, her an uçaklarla vurabiliyordu. Kuzey Irak’ta 33. paralel uçuş yasağından sonra gelip gelip vuruyordu. Biz o vurmalarda çok balık tuttuk. Bazen attıkları Kazan bombaları Zap suyuna düşüyor, ama orada patlamıyordu. Patlamayınca bombanın suda yaratığı basınçla balıklar dışarı fırlıyor. Biz de balıkları topluyorduk… Sonra TNT’ler tek tek sökülüyor ve eylemlerde kullanılıyordu. Kazan bombaları çok büyük patlayıcılardı. O bombalar patladığında, eğer ayaktaysan yandın. Çok acayip bir patlayıcıydı. Seni ayakta yakaladığı an götürüyor. Onunla götürmese bile basınçla götürüyor. Eğer açık bir alandaysan, ağzın falan kapalı bir şekilde yakalandıysan, vurma anında ortaya çıkan basınçla seni komple parçalardı. Mesela Roboski’de ölen çocukların vücudunda hiçbir şey yoktu. Bir tek burunlarından ve ağızlarından kan gelmişti. Çocuk oldukları ve atıldığında ne yapacaklarını bilmedikleri için ağızlarını kapıyorlar. Basınç vurunca iç kanama, organları parçalanıyor.
Orada birçok bölgeyi gezdik, birçok insanla tanıştık. Birçok kez ölümle karşı karşıya kaldık. Tarım birimleri vardı, doğal tarlalarda çalıştık. 8. aydan sonra normal yaşantıya dönmüştüm. 8 ay geçtikten sonra aşağı yukarı birçok şeyle hesaplaşmıştım.
Kaldığınız dönemde eğitim aldınız mı?
Eğitim almadık. Zaten oradaki yaşantıyı görüyordun. Geçmişte yaşadıklarını görüyorsun, herkesin nasıl hayvan yerine konduğunu hatırlıyorsun. O zaman kendi kendime “Nasıl 20 yıl boyunca bu hastalıkla yaşamışım!” dedim. Öyle bir deli gömleğini içine sokulmuşuz ki, kendi dışında herkesi yok saymışız! Her şeyi küfür saymışız. Ve hep öyle bakmışız yaşama. Kendinle hesaplaşırken yaptıkların aklına geliyor, sırf nefret ettiğimiz için dövdüğümüz Kürt çocukları… Aslında vicdanınla yüzleştiğinde büyük bir tehlike ortaya çıkıyor. Bu sefer geçmişte yaptığın her şeyle yüzleşmek zorunda kalıyorsun. İçine girdiğin o köy yakmalar, insanlara yaptığın o gayri insani davranışlar… Senelerce uyumadığım oldu. Oradan döndükten sonra, Türkiye’de hapishaneye attılar beni. Hapishane avlusundayım, üzerimizden helikopter geçti, kendimi hemen yere attım. Çünkü biz helikopteri gördüğümüzde, artık o araç bizi bombalayan bir araçtı. Acımasızca ağaçları yakan bir araçtı. Refleks haline geldiği için o sesi duyunca kendimi yere atıyordum. Millet bana bakıyordu avluda, ne yapıyor bu adam diye. Senelerce kâbuslarla uyandım yani.
İki yılı çok hızlı geçtiniz. Oradayken dışarıyla, ailenizle haberleştiniz mi?
Dördüncü aydan itibaren içine dâhil olduğum köylerin yakılmasını, boşaltılmasını, savaş suçu sayılabilecek şeyleri uluslararası kamuoyu ile paylaştım gerilladayken. Bu sırada babam da çocuğu nasıl sağ salim geri alabiliriz diye uğraşıyor. Babama telefon açmam için gerilla bana bir uydu telefon verdi. Üçüncü ayımdı. Telefonu açtım. Annem çıktı telefona. “Anne ben PKK’li gerillaların elindeyim. Esirim. Şöyle esir alındım.” diye anlatıyorum. Annem bu sırada “hıhı” derken telefon elinden düşmüş. Sonra babam geldi. Tabi nasıl anlatılacak bu tür bir şey: “PKK’nin elindeyim ben.” nasıl denecek? Babamın da belirli bir yaştan sonra algılamasında bazı zorluklar vardı. Ama anlattım ve babam durumu algıladı. İlk önce inanmadılar. “Git askerlik şubesine, beni sor” dedim.
Asker ailenize haber vermemiş mi? Esir aldığınızdan haberleri yok muydu?
Hiçbir şey söylememiş asker. Esir düşmüş falan. Sıfır bilgi yani… Dedim “Kimse size bilgi vermedi mi?” Dediler “Yok”.
Sonra bizimkiler Bafra askerlik şubesine gittiler. Bafra’daki askerlik şubesi reddetmiş. Demiş ki “Böyle birisi askere gelmedi.” Yani ben o kadar şov yapmıştım. “Orada komando olacağım.” demiştim. Hepsi boşa gitmiş. “Orduda böyle bir birey yok.” demişler. Babam da tabi itiraz etmiş. “Ne diyorsunuz siz ya!” demiş. “Ben kendi ellerimle size teslim ettim, yolcu ettim”. “Biz bilgi veremiyoruz, bizde bilgi yok” diye babamı geçiştirmişler. Neyse o zaman babama demiştim ki “DTP’ye git. İHD’ye git. Yani o tür yerlere git, o tür yerlerle uğraş.” İHD dediğin bize göre o zaman ki terörist örgüt. DTP dedin mi, zaten o tam terörist. Şimdi nasıl anlatacaksın onlara?
Amcam Türk mafyasından, Karadeniz mafyasından insanları tanıyor. Bunlar Kürt Mafyası ile irtibat kuracak, beni dağdan alacaklar. Plan bu. Babam da o dönemler emekli oldu. Devletten ikramiye de almış. Gitmişler, mafyaya para vermişler. Zannediyorlar PKK ile baş edip çocuğu alıp gelecekler. Oraya gidiyorlar, buraya gidiyorlar olmuyor tabi. Ankara’dan Genel Kurmayda çalışan bir subayı tanıyorlar. Normalde çok etkili birisi değil. Ama onunla görüşüp en azından durumu anlatacaklar. Gidiyorlar Ankara’ya. O subay gelmiyor toplantıya, başka birisini gönderiyorlar. O da tabi hazırlıklı, her durumu öğrenmiş. Babam durumu anlatınca “Bak amca…” diyor. “Biz biliyoruz. Her şeyi biliyoruz. Tamam biz anladık.” diyor. “Bu işi dallandırıp budaklandırmayın. Başınıza bela alırsınız artık”. “Siz Rumsunuz! Biz sizi biliyoruz. PKK’yı da Rumlar, Ermeniler destekliyor. Sakın ola ki bak almaya çalışırsanız, başınıza bela alırsınız.”
Aile duvara çarpar gibi Rum kimliği ile karşı karşıya kaldı. Şimdi aslında başından itibaren anne, babanın Rum olduğunu biliyorlar. Baba da biliyor ama hiç araştırmıyor. “Dönme” diyorlar dedeyle ilgili. Ama o kadar çok kendilerine yabancılaşmışlar ki dönme nedir, kimdir, nereden dönmüştür… bunların hiç biri yok. Bize kahramanlık hikâyeleri anlatırdı amcam. Derdi ki “Senin dedenin babası Kurtuluş Savaşı’na gitti. Orada şehit düştü. Cenazesini getiremediler. Kahramandı.” Biz onca şeye bu yalanla hazırlandık. Üç aşağı beş yukarı kendileri de biliyordu bunun üretilmiş bir yalan olduğunu. Ya korkuyorlardı ya da inanmak istiyorlardı. Ama devlet bu sefer pat diye karşılarına çıkarınca öyle kaldılar. Karşı taraftakini öldürseydin senin kimliğin araştırılmayacaktı. Diyeceklerdi ki “İşte Kahraman Türk!” Ölsen “İşte Kahraman Şehit!” Ama ölmeyince bir de konuşmaya başlayınca birden senin Türk olmayacağını düşündüler. “Türk böyle konuşmaz. Türk deşifre etmez! Türk yaktığını yıktığını söylemez!” Kamuoyunda da bunu yaratmaya çalıştılar. Dediler ki “Bu, Türk değil, bu zaten Rum! Zaten örgüt üyesi!” Onlar için bu olay küçücük bir çarpıtmayken bizim için kocaman bir facia oldu. Sen o kadar kendini Türk zannet, milliyetçiliğini yap… Sonra…
Bir de öyle bir trajedi var ki, biz sonradan öğrendik. Dedemin babasının geldiği bölgeyi öğrendik. Bizim yukarımızda bir bölge var. Yayla Mahallesi… Yayla Mahallesi devlet saldırılarına karşı ilk partizan ve gerilla örgütlenmesi diye bilinen bir yer. Pontus karşıtı tüm belgelerde geçer. Bafra’yı, Bafra’daki gerilla komutanlarını bu belgelerin hepsinde bulursun. Onlara çete diyorlar zaten. Bir gün asker oradaki insanları sıkıştırıyor. Öldürüyor, mağarada yakıyorlar. Çocuklar kalıyor. Benim dede de üç yaşındayken orada kalıyor. Dersim’de yapılan olay aynen Karadeniz’de de yapılmış. Normalde Çarşamba, Samsun ve Amasya’da Rum ve Ermeni yetimlerinin teslim edilmesi gereken kamplar var. Teslim etmiyorlar. Devşiriyorlar. Bizim ortaya çıkışımızı gerçekleştiriyorlar. Çocukları bir aileye veriyorlar. Aile soy ismini vermiyor. Bu öyle bir vurucu bir şey ki… Bizim geldiğimiz mahallenin ismi bizim soy ismimiz haline geliyor. Yayla Mahallesini dedeme soy isim olarak veriyorlar. Yaylalı diye. Aile, böyle bir tezadı da kendi içinde barındırıyor. Böyle bir geçmişten, “Bitireceğiz öldüreceğiz, keseceğiz…” diyerek başka bir halka saldıran sistemin maşası haline geliyoruz.
Devlet, insanları öldürmüş, üç yüz bin insanı orada katletmiş; sonra kalan insanları bin bir türlü şeye maruz bırakmış. Bir sürü insan kendi inançlarını gizli yaşamışlar; sonra o da olmayınca bırakmışlar inançlarını, kültürlerini aktarmayı. Bafra’da pek kalmamış ama Trabzon’un köylerine baktığımızda Rumca konuşan köyler var. Rumca konuşan biri diyor ki “Ben Türküm.” Sen has Rumca konuşuyorsun. Türkçe bilmiyorsun. Böylesi bir durumu bize yaşatmışlar. Benimki gibi bir durumla karşı karşıya gelince birden senin Rum oluverdiğin düşüyor onların akıllarına. Sana başka bir tarih okuman, başka bir yalanı yaşaman söylenmiş. Bu yalanı yaşamakta neden ısrar ediyorsun? Çünkü korkuyorsun. Çünkü hala Karadeniz’in büyük bölümünde Rumluk, Ermenilik küfür halinde dolaşıyor.
Sizinkilerde Genel Kurmayda bu küfürle karşılaşıyorlar.
Aynen. Sekizinci ayımızda böyle bir şeyle karşılaştık biz. Ailedekiler Rumluğu görmezden geliyor. Döndükten sonra isim değiştirme başvurusu yaptım. Adımı Yannis Vasilis olarak değiştirdim. Artık 40 sene komşularımın ismiyle yaşadığım yeter. Herhangi bir düşmanlık hissim yok ama; kendi ismimi de taşımamın zamanı geldi.
Vasilis’i ben Vasilis Usta’tan aldım. İlk partizan örgütlenmesini Samsun’da başlatan kişidir. Marangoz. Kendilerine saldırı geliştiği için daha sonra 3-4 bin kişiye ulaşacak bir gerilla birliğinin komutanlığını yapan bir kişi.
Bunları yaşadıkça adım adım devlet gözümde parçalandı gitti. O kapitalist aygıt kafamızda yıkıldı gitti. Hem de bir sürü kitap okumaktan kurtularak yani. Kapital’i oku, Engels’i oku, Marx’ı oku, öbür tarafta Bakunin’i oku. Daha bunları okumadan orada yaşadığın şeylerle nasıl bir aygıtın içinde ve nasıl kendine yabancılaştırıldığını görüyorsun. Mesela bana bu sorulurdu: “Siz ne okudunuz da böyle oldunuz? Size zorla bir şey mi okuttular?”
Oradayken neler okudunuz?
Orada da tabi çok şey okudum. Kendimi sorgulatacak anlamda en çok okuduğum şeylerden bir tanesi İsmail Beşikçi Hoca’dır. Onun birçok kitabı gerillanın taşıyabileceği şekilde küçük kitapçıklar haline getirilmişti. Orada onları okumuştum ama asıl okumalarım geldikten sonra başladı. Orada fiiliyatta gördüklerim, yaşadıklarım ve karşılaştırmalarım bana yetti… O yaşadıklarımı getirdiğimde, teraziye koyduğumda 20 sene çöpe gitti yani. Tüm o yaşanmışlıklar da…
Aileniz sonrasında neler yaşadı? Onlar da bu devletin başka bir yüzüyle tanışmış oldular.
Hapishanede kaldığım dönem aynı havalandırmada PKK’li tutsaklarla beraberdik. Ailem beni ziyarete geldiğinde onlarla konuştular. Onlara da kazak, yiyecek getirdiler. Kürt anneleri gibi hapishane kapılarında bir noktaya kadar geldiler. Ama bir noktaya kadar… Çok okumamış, geçmiş deneyimlerinden fazla faydalanmamış insanlar. Ancak gördükleri duygusal şeylerle bir yere varabiliyorlar. Ankara’dan DTP’den birileri geldiğinde biz de misafir ederdik. Ya da hapishane tutsaklarının yakınları gelir bizim evde kalırlardı. Belli bir nokta yakalanmış ama çok da ilerisi yok. Mesela annem “AKP’ye oy verecem.” diyor. Eskiden Özal’a oy verirdi. O dönem kim parlatılıyorsa onlara oy veren, hala o durumda olan, ama insani anlamda da dayanışmayı reddetmeyen bir aile.
Mahalle baskısı yaşamışlar mı peki?
Tabii ki… Polisler sürekli aileyi ziyaret edip bizimkileri galeyana getirmeye çalışmış. Ben geldikten sonra da oldu aynısı. İlk geldiğimde mahallenin bakkalıdır, itfaiyesidir, memurudur, herkese “Terörist geliyor dikkatli olun. Ne konuşursa, ne yaparsa, evlerine kim girer kim çıkarsa hepsini bize bildirin.” demişler. Babayı da kahvede yakalayıp “Bak oğlunu bir an önce evlendir. Oğlunun bir sürü dosyası var. Onu bir an önce evlendir. Bu işlerden uzaklaşsın.” Sonra biz polisleri biraz sıkıştırdık, tehdit ettik. Ailenin üzerindeki baskılar biraz azaldı. Bir süre sonra oradan ayrılmak zorunda kaldım. Çalıştığım bütün işleri bozuyorlardı. Bir araştırma firmasının işlerini Karadeniz’de yapıyordum. Adamlar ihbar var diyerek saldırıyorlardı. Çalışan anketör arkadaşları, beni taciz ediyorlardı. Git diyor buradan yani! Bafra’da Basek diye bir derneğimiz vardı. Orada çalıştık, boş durmadık. Sol devrimci kültürü yaymaya çalıştık. Onlar da bizim geri çekilmeme tavrımıza karşı direkt saldırdılar. Gençlerimize saldırdılar. İşlerimizi bloke etmeye çalıştılar. Ailede bunca olayın arasında bazen bir gel git oldu. “Yahu devletle uğraşılmaz! Biraz daha geri çekil. Biraz daha geri dur! Yapma, etme!” Bizim başımıza bir şey geldiğinde aileyi de takip ediyorlar. Bu süreç aileyi de etrafımızı da etkiledi.
Türkiye’ye gelişinizden bahseder misiniz? Geldikten sonra neler yaşadınız?
Esirlik statüsü bir süre sonra bitti. Ben ya orada kalacaktım, ya Ortadoğu’ya, ya da Avrupa’ya çıkacaktım. Çünkü Türkiye’ye girmenin koşulları yoktu. Devleti doğrudan karşıma almışım, her şeyi açıklamışım, uluslararası basına açıklamalarda bulunmuşum.
Fakat o dönem -1997- barış sürecinin tekrar canlandığı, tartışıldığı bir dönemdi. Rıza Altun “Gidip denemek lazım. Belki sürece de katkımız olmuş olur.” dedi. Böyle bir şey varsa denemek istedim. Ama devletin saldırabileceği ihtimali bizce daha yüksekti. Ne kadar saldırırsa saldırsın, biz yine de barış için bir şey yapabilmek adına, gördüklerimizi, yaşadıklarımızı ifade etmek, o deneyimleri aktarmak adına bunu, bir şans olarak gördük.
Döndüm, ama döndüğüme de bin pişman oldum, desem… Neyse demeyelim.
Önce Habur’a geldik. İki tane araç gözüktü. Bir tanesi siyah Mercedes, diğeri de normal minibüs. Köprüyü geçinceye kadar herhangi bir sorun yoktu. Milletvekilleri, aileler, askerler birbirine karışmış hepimiz iç içe gidiyorduk. Köprü çıkışına gelince iki kişi bana doğru yöneldi. Kulaklarında kulaklıklar, sivil giyimli kişiler… Sonra yavaşça koluma girdiler. Dedim “Ne o hayırdır?” Dediler “Seninle biz başka bir yere gideceğiz, sonra askerlerle tekrar bir araya geleceksin.” Soru sorunca çekiştirmeye başladılar, milletvekilleri de itiraz ettiler. “Yok!” dediler “Hemen gelecek geri.” Beni istihbarata götürdüler. İstihbaratta önüme bir harita açtılar, karşıma oturup kasıldılar kusuldular: “Anlat bakalım sen nerelerdeydin? Nerelere bunlar Doçka uçaksavar diktiler? Anlat bakalım hangi bölgedeydiniz?” Dedim “Valla harita okumasını bilmiyorum. Orada yazılan yazıları da bilmiyorum. Nedir, neresidir? Bölgeyi de nereden bileceğim, ormanlık bir bölgedeydi, bilmiyorum.” “Seni şerefsiz!” diye başladı küfür etmeye. “Bildiğini biliyoruz; oradan kaçanlar söylemedi mi senin neler yaptığını?” “Neyse gereği yapın! Mahkeme midir, savcılık mıdır, konuşacak bir şeyim yok.” dedim. Ondan sonra diğerlerini görmek hak götüre.
Oradan aldılar doğru Diyarbakır’a götürdüler. O dönem DGM (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) var. Nöbetçi hâkime götürdüler. Hâkim de Karadenizli delinin biri. Bizim hemşehrimiz. Dedi “Yahu İbrahim, ha bir anlat bakayım o dönemi.” Ben “Hangi süreci istiyorsun?” dediğime bin pişman oldum. O “süreç” kelimesini söyledim ya… “Seni şerefsiz bilmem ne çocuğu, seni bilmem ne, seni PKK’lı, seni PKK ağzı kullanan bilmem ne çocuğu…”diye demediğini bırakmadı. Süreç dedim diye yani. Ne varsa ne yoksa, ağzına ne geldiyse her şeyi söyledi. Dedim “Sen nasıl küfrediyorsun? Böyle bir şeye hakkın yok. Elinde bizimle ilgili iddialar var mı?” Dedi “Var!” “Ne gerekiyorsa yap o zaman! Ne küfür ediyorsun? Senin küfür etmeye hakaret etmeye hakkın yok!” “Astsubayım hemen buraya gel!” diyerek havacı astsubayı çağırdı. Askeri hapishaneler genelde havacılardadır. Astsubaya “Alın götürün bunu hapishaneye, ama iyi bakın orada.” dedi. Ben hala uyanmıyorum “iyi bakın” kelimesinden. “İyi bakın”; işkence yapın demekmiş.
Beni askeri hapishaneye götürdüler, kapı üzerime kapandı. Daha kapı kapanır kapanmaz askerler uçarak üzerime saldırdılar. Bir taraftan dövüyorlar, bir taraftan tazyikli su, vuruyorlar, üzerimi yırtmaya çalışıyorlar. Ondan sonra gelsin işkence, gitsin işkence askeri hapishanede.
Önce askeri mahkeme ve DGM’de uluslararası firardan dava açıldı. DGM’deyse önce örgüt propagandasından dava açıldı. İki hafta sonra geldi avukatım örgüt propagandasının örgüt üyeliğine çevrildiğini söyledi. Dedim “Çok önemli değil… Tamam örgüt üyesi olayım yargılanayım, ama buradan çıkayım. Her gün işkence yapıyorlar.” Askeri hapishanede gardiyanlar içeride. Koğuşun dışında değil. Kafanı çeviriyorsun, televizyon seyredeceksin. “Sen kimden izin aldın da bunu yapıyorsun?” diye dayak yiyorsun. Yanındaki arkadaşına merhaba diyorsun, dayak yiyorsun. Sana bir şey dayatıyorlar, onu kabul etmiyorsun, onun için saldırıyorlar.
Diyarbakırlı bir yurtsever vardı. Asker kaçağıydı, yakalamışlar. Bana diyorlar ki “Git bize PKK’liden laf taşı. Öğren neyin nesidir ajanlık yap.” Dedim “Ne diyorsunuz siz? Sizin savcınız var. Böyle bir şeyle nasıl geliyorsunuz bana?” Gittiler bir şey yapmadılar. Aynı akşam, “İbrahim seni bilmem ne çavuş çağırıyor.” dediler İki tane asker geldi, iç ocaklar diye bulaşıkların yıkandığı bir yer var, beni oraya götürdüler. Oraya ayağımı basınca suyu gördüm. Dedim “Tamamdır, geliyor işkenceler.” Kalaslarla vurmaya başladılar. Bir taraftan sövüyorlar, bir taraftan kalaslarla vuruyorlar. Bir taraftan yerden kaldırıyorlar. Bir taraftan yine sövüyorlar, yine vuruyorlar. Onlar vuruyor ben kalkıyorum ayağa. O zaman daha çok vuruyorlar. Orada göğsümü incitmişler vura vura. İki hafta sırt üstü yatmak zorunda kaldım, revire çıkarmadılar herhangi bir rapor almayayım diye. Bu şekilde üç buçuk ay devam etti.
Avukatlar nasıl düştüğümün kaydını getirince, iddialarına maddi delil kalmadı. Gerillanın eline geçtiğim tespit edildiği için uluslararası firar durumum ortadan kalktı. Artık tahliyem gelecek, bir taraftan örgüt üyeliğinden yargılanıyorum. Ne yapacaklarını askere gönderip göndermeyeceklerini bilmiyorlar. Beni hapishaneden çıkarıp bir nezarethaneye götürdüler. Üç hafta orada kaldım. Bir taraftan avukatlar “Niye bırakmıyorsunuz?” diye baskı yapıyorlar. Bir taraftan da beni askere gönderebileceklerini söylüyorlar. Ne askeri? İki sene dağda kalmışım. Neye güvenerek beni askere alıyorlar? Amaçladıkları askerlik yaptırmak değil. Zaten ben o dönemde silahı da reddetmişim. Elime silah almayacağımı söylemişim. Amaçladıkları beni oraya götürüp psikolojik olarak yıkmaya çalışmak… Her türlü işkenceyi yaparak tutabildikleri kadar ellerinde tutmak istiyorlar. Esirlik sürecinden sonra tekrar askere alınıp, askerliğini tamamlaması için zorla birlikte tutulan ilk kişilerden biri ben oldum. Bir de beni aynı savaş birliğine götürdüler. Yani benim suçladığım, beni orada bırakan kişilerin bulunduğu savaş birliğine götürdüler bilinçli olarak. Tabur komutanı da beni tehdit etti: “Seni öldüreceğim, burada can güvenliğim yok. Seni başka yere göndermelerini söyle yoksa seni öldüreceğim burada.” Aynen öyle söyledi tabur komutanı. Onlar bana hep asker olmayı dayattılar.
Daha sonraları benimle Facebook üzerinden haberleşen aynı dönemde aynı bölükte askerlik yaptığım insanlar da anlatıyor. Benimle konuşmaya o dönem cesaret edememişler. Çünkü etrafıma da kimseyi yaklaştırmıyorlar. Bana askerliği dayatıyorlar, bense bunu yapmıyorum. Sonrasında benimle bağlantıya geçen askerlere hakkımda bir sürü şey söylemişler. Askere gittikten sonra dağ kadrosu olduğumusöylemişler. Oradaki komutanlar bana yaptıkları işkencelerden sonra kalan askerlere anti propaganda yapmışlar. Benim askerden ayrıldıktan sonra dağa çıktığımı söylemişler. Yani bin saçmalığın yaşandığı bir dönem yaşadık.
Peki askerliğin tamamlanması ne kadar sürdü?
Ben üç buçuk aylık askerdim, beni on beş ay tuttular. Dışarı bile bırakmadılar ki bıraksalar kaçacaktım. Bunu açıkça söyledim. Beni dışarı çıkarmak zorunda oldukları zamanlarda yanıma iki tane uzman çavuş verdiler; onlarla beni dışarı çıkarıyorlardı.
Çarşı iznine mi?
Evet, dışarı askerler kontrolünde çıkıp askerler kontrolünde geliyordum.
Operasyona götürdüler mi?
Hayır, bana silah dayatıyorlar ama ben zaten kabul etmiyorum. Elime silah almayacağımı, beni burada tutmalarının suç olduğu söyledim. “Ben karşı tarafa gittiğimde sizin nasıl bir örgüt olduğunuzu, nasıl bir işleyişiniz olduğunu bilince çıkarmışım ve bunu artık kabul etmiyorum. Siz bana ne dayatırsanız dayatın ben bunu kabul etmeyeceğim.” dedim. Ama ne yaparsam yapayım adamlar beni bırakmıyorlar. Beni mahkemem olduğu için bırakmadıklarını söylüyor, mahkemeyi bahane ediyorlardı. Ne yapacakları da belli değil çünkü daha önce bununla ilgili hiç bir içtihat yok.
Sizinle birlikte askerlik yapanlar daha sonra aleyhinize şahitlik yapmışlardı. Onlarla hiç yüzleştiniz mi?
Çalışma yapalım diye birkaçıyla telefonlaştım. Neredeyse “Niye telefon açtın?” diyeceklerdi ama nezaketen bunu söyleyemediler. Onlar o korkuyu yenemediler. Aşamadılar birtakım şeyleri. Bir kişi hariç. Kürt bir arkadaş vardı. Benimle ilgili ifade verirlerken askerlere, “Niye böyle bir şey yapıyorsunuz?” demiş. Aslında birçoğuna çok yardımcı oldum. Yeni çatışmadan çıkmışlar, yanlarında ölen askerler, insanlar vardı. Savaşın bir sürü travmasını yaşıyorlardı. Bunu ben de yaşadığım için çok iyi anlıyorum. Uzun bir süre onlara yardımcı oldum. Birçoğunu sosyal yaşama kazandıralım diye çok uğraşlar verdik. Kürt olan arkadaşla konuştuğumda hakkımda ifade verenlerin korkudan, devletin baskısından dolayı ifade vermiş olabileceklerini söyledim. Kimsenin fiziki bir zarar, baskı görmediğini; kendiliğinden ifade verdiklerini söyledi. Yılların getirdiği, oluşturulmuş bir kişilik ve bunun getirdiği derin bir baskı var. Aleni bir baskı yapılmadığı halde aleyhime ifade vermişler.
Askerden çıktıktan sonra ne yaptınız?
Her şey bittikten sonra Bafra’ya döndüm. Bafra’ya dönmeden daha hapishanedeyken, Karadeniz mafyası Sedat Şahin “Eğer Karadeniz’e girersen seni öldüreceğim!” diye adamlarıyla hapishaneye haber göndermiş. Bir de aileye telefon açıp tehdit etmişler. Dedim “Ne halleri varsa görsün, ne yapacaklarsa yapsınlar. Ben gidiyorum Karadeniz’e”. Polis kendi yöntemiyle bana yapmadığını bırakmadı. İlk önce mahalleyi ajanlaştırmaya çalıştı. Aileyi sürekli gözetim altında tuttu. Dört sene boyunca periyodik ev baskını vardı. “İhbar var!” deyip evi arıyorlar, gelip kitapları dağıtıyorlar. Bafra’dan gitmem, Karadeniz’de kalmamam için eve her türlü saldırıyı yaptılar. Baktım olacak gibi değil, orada üç beş sene kaldıktan sonra İstanbul’a çıkmak zorunda kaldım.
Sürdürülebilir bir durum değil. Karadeniz’de kaldığınız süre boyunca neler yaptınız?
Öncelikle mahalleyi kazandım. Mesela sokağı, mahalleyi kazanmak için 7/24 çalışıyordum. Yedi yaşındaki çocukla çocuk, yetmiş yaşındaki adamla yetmiş yaşında oluyordum. Ne sorunu olan olursa gidip ilgileniyordum. Bir süre sonra kafayı kırdım yani. Artık insanlar gelip “İbrahim dikkatli ol, seninle ilgili polis bana ajanlık dayatması yaptı, ama ben kabul etmedim.” demeye başladılar. Yani bu noktaya getirdik işi. Bazı kemikleşmiş faşistler vardı. Ne zaman balkona çıksam Ozan Arif’in Öcalan’a küfrettiği şarkıyı çalıyorlardı. İçeri giriyorum şarkı bitiyor. Bir gün bunu yapan amcaya “Yahu, bu tür taşkınlıkları benim yapmam lazım. Ben gencim sen kaç yaşında insansın ayıp değil mi?” dedim. Dedi ki “Sen seversin böyle parçaları.” Ben de “Neyi sevip sevmeyeceğimi sana sormayacağım ama yaşına ayıp!” dedim. İnsanlar da bizi izlediği için utandı herhalde. O konuşmadan sonra bir daha çıkmadı balkona. Böyle çok garip şeyler de yaşadık ama bir sokağın da dönüşebildiğini gördüm Karadeniz’de. Eğer içinden çıkmazsan, düzgün yaşarsan, kendini düzgün ifade edersen faşizm dışsaldır. Faşizm, sana dışarıdan dayatılır, seninle yaşamaz. Bir insana “Polis nasıl birisi?” desen söver polise. “Asker nasıl birisi?” desen, eğer askerle muhatap olmuşsa askere de söver. Sen devreye girip de sokağında kalmışsan, ne yapılırsa yapılsın orayı terk etmemişsen, oranın sosyal yaşamını uygun şekilde yaşamışsan o zaman sokak dönüşüyor.
Şimdi kime gitsem, 70 yaşındaki insan da bana “merhaba” diyor, 7 yaşındaki çocuk da… Bazıları “Niye evlenmedin?” diye soruyor ara sıra… Onlara da “Evlendim, evlendim” diyorum. Bir tane sakallı dedemiz var mahallede, oğlu Down sendromlu. Mahallede çok ilgilenmezler onunla. O çocuk beni çok sever, bana her şeyini söyler. Bir gün geldi, “Ben öğretmenime aşığım biliyor musun?” dedi. Dedesi, babası evden uzaklaştığı zaman mahallede benim yanıma gelir.
İstanbul’a geldikten sonra neler yaptınız? Sizin gibi askerlerin mağduriyetlerine dair nasıl çalışmalar yaptınız?
Daha önce, 1999 yılında savaş karşıtlarının sitesine bir yazı yazmıştım. İstanbul’ a geldiğimde ilk önce savaş karşıtları sitesine yazı yazmak istedim. Her şeyi aştığımı düşünüyorum, klavyeye gidiyorum, süreci anlatacağım, böyle titriyorum. “Allah Allah!” dedim “Nasıl bir korku yaratmış bunlar böyle!” Yazarken ellerim titriyor. Sonunda yazıyı yazdım, insanlarla görüşmeye başladım, panellere katılmaya başladım. Gece uykularım da yavaş yavaş düzelmeye, travmanın belirtisi olan şeyler azalmaya başladı. Yazarak, anlatarak tamiri imkânsız olan bir şeyi artık tamir etmeye başlıyorsun. Askere saldırgan biri olarak, öldürmek için gitmiştim. Şimdi bununla mücadele etmeye başlıyorsun. Kürt anneleri seni her tarafta sahiplenmeye başlıyor. Bu, bende yavaş yavaş o korkuyu attı, hastalık durumu benden gitti, kendime güvenim geldi. Bu sefer bunları etrafıma yaymaya başladım. Bu sorunu yaşayan birisi varsa ona destek, yardımcı olmaya çalıştım. Ne yapması gerektiğini, ne yaparsa daha ilerleyebileceğini, ilerde yaşamını nasıl normalleştirebileceğini paylaşmaya çalıştım…
Bir dönem savaş suçuna bulaşmış olan askerler kendilerini anlatsınlar, biz de yardım edebildiğimiz kadar yardım etmeye çalışalım diyerek bir platform kurmuştuk. Daha sonra başka koşturmalar olunca buna devam edemedik. Üzerine çalışılması gereken alanlardan birisi de bu. Savaşa giden askerler dernekler kurdular ama gazi örgütlenmelerinin hepsi faşist, hepsi devletin kontrolü altında. Bunlar, o insanların travmalarını savaştan yana, şiddetten yana tarif ederek yaşamlarını sürdürmesini sağladı. Bir sürü insan savaşta uzvunu kaybetmiş ama “Bin kere daha veririm bu ayağımı, kolumu bacağımı…” diyebiliyorlar. Yeter ki orada bir tane daha Kürt ölsün, orada bir tane daha insan katledilsin, savaş sürsün. Bu örgütlenmelerdekiler gaziler ya da asker yakınları… Bu tarz çalışmaları bizim yapmamız lazımdı. Avrupa’da ya da Amerika’da, özellikle 68’le ortaya çıkaran hareketlerden bir tanesi gazi örgütlenmeleridir. Ama bizde çok boş bırakılan alan… Bununla uğraşmadığımız zaman savaşı tekrar üretiyorsunuz. O insanların hiçbiri barıştan yana travmalarını çözemiyorlar. Anneler çıkıyor ortalıkta bağırıyorlar: “Kızım da olsa veririm, oğlum da olsa veririm, ben de giderim…” Daha önce yaşadığınız şey, kendini tekrar ederek sürüp gidiyor.
Roboski yaşandığından beri, barış mücadelesini önemli oranda Roboski üzerinden yürütüyoruz. Ziyaret için gittik. Yeterli olmadığını düşündük ve oraya yerleştik. Zaman zaman Roboski dışına çıkıp, savaş karşıtı-barış yanlısı etkinliklere katkı vermeye çalışıyoruz. Bizde durum budur…
Uzun bir sohbet oldu. Sizi oldukça yorduk. Yaşadıklarınızın daha fazla insan tarafından bilinmesi çok önemli. Umarız söyleşi böyle bir işlev görür. Çok çok teşekkürler…
* 2014 yılının sonunda mahkeme kararıyla ibrahim yaylali olan ismimi Yannis Vasilis Yaylalı olarak değiştirdim (Değişiklik bana ait )