16 Ekim 2021 Cumartesi

Η ΠΟΕ για την απέλαση του Αχιλλέα Βασιλειάδη από την Τουρκία: Ίδιες αρχές και πρακτικές με τους γενοκτόνους προγόνους

 Αν και ταξιδεύει στον Πόντο εδώ και δεκαετίες, ο Πόντιος καλλιτέχνης πλέον θεωρείται persona non grata

Επίσημη ανακοίνωση σχετικά με την απέλαση του Αχιλλέα Βασιλειάδη εξέδωσε η Παμποντιακή Ομοσπονδία Ελλάδος (ΠΟΕ), η οποία καταδικάζει κατηγορηματικά και απερίφραστα και αυτή την απαγόρευση εισόδου στην Τουρκία, χωρίς καμία δικαιολογία.

Υπενθυμίζεται ότι ο Πόντιος καλλιτέχνης, ο οποίος ταξιδεύει στον Πόντο εδώ και δεκαετίες, την Τετάρτη κρατήθηκε στο αεροδρόμιο της Κωνσταντινούπολης αφότου ενημερώθηκε ότι πλέον θεωρείται persona non grata στη γειτονική χώρα. Ο τελικός προορισμός του ήταν η Τραπεζούντα, μαζί με φίλους και συνεργάτες του, οι οποίοι συνέχισαν κανονικά το ταξίδι τους. Εκείνος, αντιθέτως, επέστρεψε αεροπορικώς στην Αθήνα.

Αυτή ήταν η πέμπτη απέλαση Έλληνα ποντιακής καταγωγής μέσα στο 2020· παραμονές του Δεκαπενταύγουστου οι τουρκικές Αρχές σταμάτησαν τον πρόεδρο της ΠΟΕ Γιώργο Βαρυθυμιάδη.

«Τα πρόσωπα διαφέρουν, οι αιτίες της επίσκεψης στη Τουρκία ποικίλουν, όμως για λόγους που μόνον οι Τούρκοι γνωρίζουν όλο και πυκνότερα Έλληνες ποντιακής καταγωγής γνωρίζουν από πρώτο χέρι την “αβρότητα της Ανατολής”», τονίζεται στην ανακοίνωση της Ομοσπονδίας.

Σε δηλώσεις που έκανε στο pontosnews.gr ο Γιώργος Βαρυθυμιάδης αποκάλυψε ότι ετοιμάζεται προσφυγή στα ευρωπαϊκά δικαστήρια, και παράλληλα ζήτησε από την ελληνική Πολιτεία να πάρει θέση και να προχωρήσει σε οποιαδήποτε ενέργεια είναι εφικτό να γίνει.

«Τελικά, ως φαίνεται, οι σύγχρονοι υπηρέτες του κεμαλικού μεγαλοϊδεατισμού διαπνέονται από τις ίδιες αρχές και πρακτικές με τους γενοκτόνους προγόνους τους. Απαγορεύουν την είσοδο στη Τουρκία, όχι για κάτι που οι συμπατριώτες μας έπραξαν αλλά για αυτό που είναι: Έλληνες Πόντιοι», καταλήγει η ανακοίνωση.

Πηγή 

15 Ekim 2021 Cuma

Bir daha asla askeriniz olmayacağım ! I Arşiv

  03.12.2012 

Demokrat Haber I Yannis Vasilis Yaylalı

Yargı, İzmir Yenikapı Tiyatrosu oyuncusu olan Nazlı Masatçı’nın, bir vicdani ret açıklamasına oynadığı oyunla verdiği desteği, halkı askerlikten soğutma olarak değerlendirip, meşhur 318. maddeden dava açmış.

“Darbe anayasası, uluslararası yasaları ihlal ediyorlar, AİHS, AİHM…” diye devam eden açıklamaların benim kendimi ifade etmeme yeteceğine inanmıyorum. Bu yollu açıklamaları hukukçu arkadaşlara bırakıyorum. Ben size 94-96 arasında PKK’ye esir düşen bir TC askeri olarak kendi yaşadığım savaş pratiğini ve ne yapıp yapamadığımı anlatacağım.


İmkanı olsa, zamanı geri alabilseydim,
 yaşamımın birçok zamanını belirleyecek olan çocukluk dönemimde, rap rap rap diye askeri düzen ayaklarımızı patlatacak şekilde yere vura vura okul avlusundan dersliklere gidip, derslerde ırkçı-cinsiyetçi-militarist müfredatlı derslerimizi dinleyip, teneffüslerde kalemlerimizi ve cetvellerimizi silah yapıp, bize kötü gösterilen Kürt, Ermeni, Rum, Alevi, Süryani vs.. avına çıkmazdım. Öğretilmiş oyunlarımızın kendi katilim olmasına izin vermezdim. Arkadaşlarımı da aynı şeye sevk eder, tüm dersleri kırardım…

İmkânı olsa, zamanı geri alabilseydim, o zaman neden var olduğunu bilmediğim bir savaşa gönüllü olarak komando askeri olarak yazılmazdım. O askerlik şubesinin önünde oturur, Masatçı arkadaşın oyunuyla destek vererek içerisine girdiği ‘halkı askerlikten soğutma’ eylemini en kutsal görev gibi yerine getirirdim. O binadan içeriye girecek her insanımızın gerekirse ayaklarına kadar sarılır, o kapıdan içeriye girmemesi için her şeyi yapardım.

İmkanı olsa, zamanı geri alabilseydim, dahil edildiğim bilmediğim bir savaşa katılmazdım. Tanımadığım bir halkın köylerini, tarlaları ve bağlarından başlayarak yakmaya başlayan zulmün, insanlara nasıl ulaşacağını tahmin ettiğiniz savaşa ortak olmazdım.

İmkanı olsa, zamanı geri alabilseydim, köylülerin girmemesi için tuttuğumuz tarla ve bahçe nöbetleri sonucu boşaltılan on binlerce köy, milyonlarca insanın yerlerinden yurtlarından edilerek, metropol gettolarında ucuz iş gücü olarak kullanılması, ikinci sınıf insan muamelesi görmesine neden olmazdım.

Yine tarla bahçe nöbetlerimiz sonucu, gidecek ve yeni yaşam kuracak cesareti olmayan köylülerin, birleştirilmiş köylerde kendi insanlarına karşı koruculaşması ve suç makinelerine dönüştürülmesine ortak olmazdım.

İmkanı olsa, zamanı geri alabilseydim eğer, o nöbet emrini reddeder, yerine getirmez ve birlikte aynı suça bulaştırılmış tüm arkadaşlarımı da aynı şeye teşvik ederdim.

Dahil edilmiş olduğum savaşta ne öldürmüş, ne de ölmüştüm. Dördüncü ayıma girerken yaralanarak PKK’lilere esir düştüm. Uzun sayılabilecek bir süre, yani iki senenin üzerinde dağda gerilla ile birlikte kaldım. Bu süreç zihnimde birçok şeyin billurlaştırmasını sağladı.

Sistemin beynime enjekte ettiği birçok zehirle hesaplaşmama rağmen, aracı heyet ile birlikte Türkiye’ye döndüğümde mahkeme karşısında, “sizin tüm yalanlarınızla hesaplaştım ve bundan sonraki kalan askerlik hizmetini ret ediyorum” diyemedim. Belki silah almayı reddettim fakat o üniformayı, ölüm saçan o üniformayı ret edemedim.

Zincirlenerek bir köle gibi askeri kışlaya teslim edildim. On beş ay boyunca o hakareti yaşamak zorunda kaldım. Eğer sistemin en büyük silahı olan korku mekanizmasıyla hesaplaşmış olabilseydim, silahı ret ettiğim gibi, üniformasını da ret eder, halklar üzerindeki tüm oyunlarını ifşa ederdim ve bu birçok şeyi değiştirebilirdi.

KÂBUSLARLA YAŞAMAK

Bir insanın burada yürüyen iç savaşı ret etmediğinde, neler olduğunu tamamen kendi pratiğimle ortaya koydum. Bir bireyin savaşı nasıl beslediğini ortaya koydum.

Bireybir de benim gibi militarizmle sonradan hesaplaşınca, yıllarca bu işlediği suçun sonuçlarıyla yatıp, kâbuslarıyla yaşamını sürdürmek zorunda kalır.

BİR BİREY SAVAŞI DURDURABİLİR

Bir birey savaşı nasıl besliyor ve devam etmesini sağlayabiliyorsa, savaşa itiraz eden bir birey de, savaş aracını işlemez duruma getirip savaşı durdurabilir, her şeyi bitirebilir. Savaş makinesi, tetiğe basacak el bulamadığında işlemez duruma gelecektir.

Masatçı, Suver, Aktaş, Tarhan, Özkan gibi vicdani retçi arkadaşlar, savaşa dahil olmadan, savaşın neden sonuçlarını bilince çıkararak, militarizmin yaşamı nasıl çürüttüğünü anlatıyor, savaşı ret edip savaşın bitmesini sağlayacak tavrı geliştirmekteler.

HALKI ASKERLİKTEN SOĞUTMA

Savaşacak insan olmazsa savaş da insanlığı çürüten tüm yanlarıyla ortadan kalkacaktır.

Savaşın bir insanı nasıl çürüttüğüne, çürüyen insanın nasıl sosyal yaşama zarar verip, savaş makinesinin işlemesini sonsuz kıldığına, savaş makinesinin bir dönem parçası olarak deneyimiyle görmüş birisi olarak söylüyorum.

Şimdi bu tavır; bu arkadaşların cüreti, halkı askerlikten soğutmak ise ve bu eğer suç ise gecikmiş de olsa aynı suçu seve seve ben de üzerime almayı kabul ediyorum. Bunu buradan duyuruyorum.

Halkı askerlikten, militarizmden soğutmak bence Anayasa’da temel haklar arasına mutlaka alınmalıdır.

Milletvekilleri, halkı askerlikten soğutma suçunu kaldırmayı, Anayasa komisyonunda temel haklar düzenlenirken, diğer temel haklarımız arasına almayı önermeliler.

SEFERBERLİK ÇAĞRISINI DÜZENLEYEN İLGİLİ BİRİME

Unutmadan bana tüm bu yaşadıklarımdan sonra bir de “seferberlik çağrısı” göndermişsiniz. O kağıt parçasını yırtıp attığımı da bildirmekten büyük mutluluk duyuyorum. Ne barış zamanı, ne seferberlik zamanı, bir daha asla askeriniz olmayacağım!

12 Mart 2021 Cuma

Halkı Askerlikten Soğutma Diye Bir Suç Tanımıyorum – Yannis V. Yaylalı

 19 Ekim 2016 l Vicdani ret davası savunması

#tbt
Roboski katliamının 4. yıl dönümünde vicdani ret çağrısı yaptığımız gerekçesiyle ben ve Roboski ailelerinden vicdani retçi Necdet Encü hakkında ‘halkı askerlikten soğutmaktan’ dava açılmıştı. Davanın birinci duruşması 3 Mart 2016 da görülmüş, ikinci duruşma ise 26 Mayıs 2016 tarihinde yapılmıştı. Mahkemeden esasa ilişkin savunma hazırlayabilmek için süre istemiştik bu yüzden mahkeme üçüncü duruşmaya 20 Ekim 2016 tarihini verdi. Bu yüzden önümüzdeki perşembe ‘Halkı askerlikten soğutmaktan’ yine yargı önüne çıkacağız.

Savaş karşıtı, barış sever bir anti militarist olarak, hangi süreçten geçersek geçelim tavrımızdan milim adım bile geri atmayız. Hele hele bugün tavrı en net olması gereken kesim bizleriz ve gücümüz yettiği kadar militarizme ve onun getirdiği sonuçlara karşı durup mücadele vereceğiz. Bu minvalde Uludere Asliye Ceza mahkemesine hazırladığım savunmamı kamuoyu ile de paylaşmak istedim.

ULUDERE ASLİYE CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

Kısaca benim militarist geçmişim ve anti-militarist dönemime geçiş sürecim…

Daha önce mahkemenize kendi geçmişim ile ilgili bilgilendirme yaptığımı hatırlamıyorum. Bu yüzden kısaca militarist sistem ile bağlarımı ve nasıl anti-militarist olduğumu anlatmak isterim. Ben Samsun’un Bafra ilçesinde doğdum ve askerliğe gelinceye kadar Bafra dışına bir iki seyahat dışında nerede ise çıkmadım. Bizim oraların yakın tarihine baktığımız da pek de hoş şeyler ile karşılaşmayacağımızı sizde biliyorsunuzdur. Bunun son örnekleri ise Ogün Samast ile Hrant dink cinayeti ve Trabzon’da ve Samsun’da hiristiyan din adamlarına saldırılar ile görebilirsiniz. Bu gençler biz 90’lı yılların sıcağın da birçok kirli şeye bulaşmış olanların alt kuşaklarıydı. Bizler de belki Abdullah Çatlılarının bir alt kuşağıydık.

Bugün belki olmasa da hükümet bizim gibilerin 1937-38 dersim katliamında neler yaptığını kabul etmiş, yüzleşme için bir kapı aralamıştı. Hatta bu durumu daha yakın tarihe çekerek 80 darbecileri ile yüzleşmek için referandum dahi yapılmıştı. AKP Hükümetleri belki de bu zamana kadar hiç kimsenin yakalayamadığı tarihi bir fırsat yakalamıştı. Sol’un da bu anlamda bir kısmının desteğini dahi almıştı, işte ‘Yetmez ama Evet’ çiler bu kesimi ifade ediyordu. Hep beraber bu sürecin nasıl elimizden kayarak kaçıp gittiğinin canlı şahitleriyiz.

Ben hesaplaşılmayan 80’li darbeci yılların ürünü faşist kafatasçı bir birey olarak Bafra’da şekillendikten sonra askerlik dönemim geldiğin de yine bugün devlet politikası olarak düşündüğüm birçok Karadenizli gibi doğu’ya savaşa askere gönderildim. Gerçi o dönemde bu durumdan hiç de şikayetçi değildim, hatta bilakis ben de savaşmaya gitmeye can atıyordum. Nasıl bir sürecin parçası olacağımızı bilmeden yangın yerinin ortasına düştük. Sonrasını da ben anlatırım da buna zamanımız yetmez fakat o süreçte neler yapıldığını, savaş ve insani hukuk nasıl ayaklar altına alındığını bilmeyen yoktur. Bizim coğrafyamızda Kürt halkına karşı yürütülen savaşın nelere yol açtığını hepimiz iyi biliyoruz. O dönemin kirli savaş konsepti günümüzde ki birçok sorunun nedeni olduğunu söyleyebilirim. Tabi bu durumun daha da ağır arka planı var ki Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan daha önceki süreçlere gittiğini bugün rahatlık ile söyleyebiliriz. Belki bu durumdan rantlanan yani savaş sürecinden rantlanan kesimlerin işine geldiği için bu durumdan hiç rahatsız olmayabilirler. Benim için böyle bir durum söz konusu değil, Kürt halkına karşı yürütülen savaşa sadece ezber ve yanlı bilgiler yüzünden dahil oldum. Yine bu ezber bilgiler yüzünden o dönem kendimi Türk milliyetçisi MHP’li olarak adlettim. PKK ile mücadele adı altında aynı bugün olduğu gibi Kürt halkına karşı görülmemiş nefret ile kirli bir savaş yürütüldü. Ben o dönem asker olarak Şırnak bölgesinde yürütülen kirli savaşın bir parçası oldum. Belki bugün adil bir yargılama olsa tüm özürlerin dışında o süreçteki suçlarımızdan dolayı uzun bir hapishane süreci bizi bekliyor olurdu. Fakat böyle bir durum olmadığı gibi, bugün bizim 90’lı yıllarda işlediğimiz bir çok insanlık ve savaş suçu işlendiğini yine üzülerek bu bölgede yani Şırnak’ta yaşayan biri olarak görmekteyim.

Tüm bu süreçleri görüp hiç kendini özeleştiriye tutmayan kişi ancak tam bir taş olabilir diye düşünüyorum. Çünkü tüm bu yaşananlar karşısında taş olsa orta yerinden çatlardı. Ben de doğal olarak kendimi uzunca bir süreç alacak fakat Irkçı-militarist olarak başladığım bu hayatta ki yolculuğuma antimilitarist şekilde devam edecek bir özeleştiri sürecine tabi tuttum. 90’lı yılların sonundan itibaren halkların ve inançların canına okuyan savaşlara karşı tutum alarak anti militarist ve vicdan retçi oldum. Bu durumu anlamak zorundasınız, bu durum mesai saati gibi değil yani cezalandırmalara tabii tuttuğunuzda bu durum geçmiyor, ya da bu cezaların sonucu bizleri hapishanelere koyduğunuz da hiçbir şekilde bu durum değişmeyecek. Bazı insanlar şanslıdır koşulları uygun olduğu için sadece okumak sureti ile öğrenirler, bazı insanların doğduğu yeryüzünden böyle bir şansı olamaz ve benim gibi kötü deneyimler sonucu bir şeyleri bilince çıkarır. Bugün cansiperane çırpınışım ve mücadelem hiç kimse benim yolumdan geçerek savaşların militarizmin kötü olduğu sonucuna ulaşmasın, o günün kötü deneyimleri bugün yaptığım şeyleri önüme insanlık sorumluluğu olarak koyuyor. Bugün anti-militarist savaş karşıtı mücadele yürüttüğüm yerde olmamı sağlayan şey işte geçmiş kötü deneyimlerim olduğunu size rahatlıkla söyleyebilirim. Kısa bir geçmiş okumasından sonra sürekli aynı durumdan yargılanmamıza neden olan halkı askerlikten soğutma suçu denilen şeye kısaca bakalım.

Avrupa konseyi Bakanlar Komitesi bu konu da 2011 tarihinden itibaren Türkiye devletinin adım atmasını bekliyor.
Türkiye devleti kendisinin de bağlı olduğu Avrupa konseyi ülkelerinin de vicdani retti tanımayan bir iki ülkeden biridir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi (AKBK) 2011 eylül ayı toplantısında, vicdani retçi Osman Murat Ülke’nin Türkiye’ye açtığı ve kazandığı dava üzerinden hazırladığı raporda, Türkiye’nin aralık ayına kadar vicdani ret hakkı ile ilgili atacağı adımları belirlemesini istemişti. O dönemden beri Türkiye sürekli vicdani ret konusunda bir şeyler yapacağı taahhütünü veriyor. Fakat yargılanmamızdan da görüleceği üzere Türkiye devleti bu konu da hala bir adım yol almış değil, peki o dönemden günümüze yol alamadığımız TCK 318 madde yani Halkı askerlikten soğutma suçu denilen garabete birlikte bir bakalım istiyorum.

Halkı askerlikten soğutmak diye bir suç olamaz, halkı askerlikten soğutmak suçlaması varlığını asıl vicdan rettin hak olarak tanınmamasından alır.

Halkı askerlikten soğutma suçu: TCK md. 318, “(1) “Askerlik hizmetini yapanları firara sevk edecek veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde teşvik veya telkinde bulunanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.” (2) fiil, basın ve yayın yolu ile işlenirse ceza yarısı oranında artırılır.’’ diyor.
TCK madde 318’in Anayasa’da var olan Anayasanın 2. maddesi yani hukuk devleti olması, Anayasanın 25. maddesi düşünce ve kanaat hürriyetini, 26. maddesi ise düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini güvence altına alması, Anayasanın 13. maddesinin Bu minvalde, TCK’nın 318. maddesinin Anayasanın 25. ve 26. maddelerinde güvence altına alınan temel hak ve hürriyetlere getirilmiş bir sınırlama hükmü niteliğinde olabileceği düşünülecek olsa dahi Anayasanın 13. maddesinde öngörülen sınırlama nedenlerinin hiç birine de uymadığı, Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu kararlarda da görülebileceği gibi “özgürlükler ancak; istisnai olarak ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlanabilir.

Demokratik hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük kısıtlamalarının bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeye vardırmaması gerektiği, Atılı suçun maddi unsurunun ‘Askerlik hizmetini yapanları firara sevk edecek veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde teşvik veya telkinde bulunmak’ olduğu düşünülecek olursa; ceza kanunu tarafından yasaklayıcı sonucu doğuran fiilin neyi kapsadığının açık olmadığı da ortaya çıkacaktır. Hukuken üzerinde uzlaşı sağlanamamış ‘teşvik’, ‘telkin’, gibi ifadelerin bireyin temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına sebebiyet verecek şekilde yorumlamaya cevaz verecek olması ihtimali -aşağıda belirtilecek başka gerekçelerle de- kanunun lafzının açık ya da belirli olmamasından ileri gelmektedir.
Bilindiği üzere, ceza hukukunun en kadim ilkelerinden olan ve Anayasanın 38. maddesinde de hüküm altına alınmış olan ‘kanunilik ilkesi’, ‘suç ve cezaların açıklığı/belirliliği ilkesini (lex certa)’ zorunlu kılar. “Suçun unsurları, suç karşılığında verilecek ceza, ağırlatıcı nedenler yasada açıkça belirlenmiş olmalıdır. Aksi takdirde yapılan hareketin suç oluşturup oluşturmadığı konusunda tereddüde yer verir ve bundan suç ve cezada keyfilik doğacağından (Centel, Zafer, Çakmut; Türk Ceza Hukukuna Giriş, s.56, İstanbul, 2005)”. Ayrıca TCK md. 318, dosya içinde mevcut beyanlarımız ve yukarıda izah edilen gerekçelerle usulüne göre imzalanıp yürürlüğe konulmuş uluslararası insan hakları hukuku sözleşmeleri ile bu sözleşmelerin uygulanmasına dair kararların içeriğine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Dolayısıyla Anayasa md. 90/son ile hüküm altına alındığı üzere bu düzenlemelerin iç hukukta doğrudan uygulanması ilkesi TCK md 318 ile ihlal edilmekte ve Anayasaya aykırılık ortaya çıkmaktadır.

Avrupa konseyi Bakanlar komitesinin 2011 eylül ayı toplantısında Osman Murat Ülke’nin davası üzerinden hazırladığı raporun ardından başlayan ve her sene aralıksız belirttiği üzere ve ayrıca Türkiye devletinin altına imzalar attığı uluslararası belgeler gereği de, anayasa md. 152 gereğince Anayasaya aykırı olup iptali gereken 6549. Sayılı yasanın 13. Maddesi ile değişik 5237 sayılı TCK’nın 318. maddesi Anayasa Mahkemesi’ne götürülmeli ve bu kanun maddesi kaldırılmalı, bu durum ile de yetinilmeyerek aynı şeyden sürekli yargılanmamız ile ortaya çıkan mağduriyetimizin asıl kaynağı olan Anayasa’nın 72 maddesi : – Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir maddesi ve ayrıca 21 Haziran 1927 günlü 1111 sayılı Askerlik Kanunu’nda “Askerlik hizmeti Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her erkek için zorunludur” diyen askeri kanununun ortadan kaldırılarak veyahut revize edilerek vicdani ret düzenlemesi gerekmemektedir.

Yukarıda açıkladığım üzere böylesi kanunların bir kısmını anayasal zorunluluk gereği olarak yargı gidermek zorundayken, diğer kısmını ise yasama ve yürütme organlarının yapması gereken şeylerdir. Tüm bunlar olup biterken yaşam devam edecek ve biz vicdani retçiler, savaş karşıtları, anti-militaristler, inancımız, politik düşüncemiz, ahlâki tutumumuzdan dolayı yürütülen savaşlara karşı sesimizi yükseltmeye ve hiçbir militarist organizasyonun silahını kaldırmamaya devam edeceğiz.

Bu ara dönem de mahkemeler ve yargıçlar pek alışık olmasak da var olan yasaları daha güvenlikçi değil, daha özgürlükçü yorumlarsa, yaşamımızın uzun bir bölümünün mahkemelerde geçmesini önlerken, Türkiye’nin geleceği için de olumlu adım atarak belki bir nebze de olsa siyasetçileri bile cesaretlendirmiş olurlar. Mahkemeden şahsım adına istediğim bir şey yok, çünkü yukarıda belirttiğim gibi ben halkı askerlikten soğutmak diye bir suç olabileceğine inanmıyorum.

Kaynak: Demokrat Haber


 

Ayrıca Bakınız:

  1. Yannis V Yaylalı: Roboski’de vicdani reddini açıklayan Davut Encü ve hakkımda ‘halkı askerlikten soğutmaktan’ dava açıldı Roboski’de artık geleneksel hale gelen Vicdani Ret Atölyeleri kapsamında geçtiğimiz...
  2. ‘Halkı askerlikten soğutmak’tan, 6 Ocak’ta, Uludere’de yargılanacağım – Yannis V. Yaylalı Bugün(9 Ocak) Şırnak’tan, kaldığımız Gülyazı köyüne giderken askerlerin gerçekleştirdiği yol...
  3. Vicdani retçi Yaylalı ‘halkı askerlikten soğutmak’tan gözaltında Barış aktivisti Yannis Vasilis Yaylalı, Şırnak Uludere kavşağında 'Halkı askerlikten...
  4. VR-DER: “Halkı askerlikten soğutma” (TCK 318. Madde) yeniden piyasaya sürülüyor Genelkurmay Başkanlığı’nın "Askere Gitmeyin" kampanyasından "rahatsız olarak" suç duyurusunda bulunması...
  5. Barış aktivisti Yaylalı’ya ‘halkı askerlikten soğutmak’tan hapis cezası Roboski’de yaşayan barış aktivisti Yannis Vasilis Yaylalı hakkında Uludere Asliye...

11 Mart 2021 Perşembe

Garé'de katledilen esirlerin son mektupları

 Türk ordusunun Garê’de katlettiği esirlerin, Eylül 2019’da Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve CHP Genel Başkanı’na mektup yazdıkları ve serbest bırakılmaları için hiç çaba gösterilmediğinden yakındıkları öğrenildi.


PKK’nin elinde esirken Türk ordusunun Garê işgal saldırısında kaldıkları esir kampını üç gün boyunca yoğun bir şekilde savaş uçaklarıyla bombalayarak yüksek basınç ve gazla öldürdüğü Türk asker, polis ve istihbarat elemanlarının, Türkiye Meclisi Başkanı Mustafa Şentop’a ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben ortak imzalı birer mektup yazdıkları öğrenildi. Ailelerine ayrı ayrı mektup yazan esirlerden biri ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seslenen bir mektup kaleme alıyor. Kopyaları HPG kaynaklarından edinilen 6 Eylül 2019 tarihli ortak mektuplar, Sedat Sorgun, Ümit Gıcır, Sedat Yabalak, Vedat Kaya, Hüseyin Sarı, Mevlüt Kahveci, Semih Özbey, Süleyman Sungur, Müslüm Altıntaş, Aydın Köse, Adil Kabaklı ve M. Salih Kanca’nın imzasını taşıyor.



“TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SN. PROF. DR. MUSTAFA ŞENTOP’A” başlığıyla yazılan mektupta, tüm bilgilerinin, alınış şekillerinin, tarihlerin, yerlerin ilgili kurumlarda mevcut olduğu hatırlatılarak, bir sivil dışında polis, muvazzaf askeri personel ve zorunlu askerlik kapsamında silah altına alınan 4 erin bulunduğu hatırlatılıyor. Bu erlerin askerlik süresinin yıllardır bittiği, üstelik Meclis’in çalışmaları neticesinde askerlik süresinin 6 aya düşürüldüğü, bedeli askerliğin sürekli hale getirildiği anımsatılıyor. “Bu erlerin suçu vatani görevlerini yerine getirmeleri midir?” sorusu yöneltilen mektupta, aynı sorunun aileler tarafından da kameralar karşısında defalarca sorulduğuna ama bir karşılık bulamadığına işaret ediliyor.

600 milletvekiline okuyunuz

Devlet yetkililerinin, kendilerinin hangi koşullarda yaşadığını az çok bildiğini ve tahmin edebildiğini kaydeden esirler, Meclis Başkanı Mustafa Şentop’tan bu mektuplarını, Meclis’te 600 milletvekili önünde okumasını talep ediyor. Esirler, şöyle devam ediyor: “Buradaki kişilerin medyatik veya çok zengin ailelere sahip olmamasından dolayı mı bize gereken önem verilmiyor ve bize sahip çıkılmıyor? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin asker ve polislerine 4 (dört) yılı aşan yaklaşık 1500 (binbeşyüz) gün boyunca sahip çıkmayacağını tahmin bile demezdik.

Sıra bize de gelecek beklentisi

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan veya olmayan birçok esaret altındaki insana, örneğin; 2014 (ikibinondört) yılındaki Musul konsolosluğunun terör örgütü DAİŞ tarafından işgali ve konsoloslukta bulunanların kurtarılması için yapılanlar, Nijerya’da teröristler tarafından esir alınanlar için yapılanlar, Gabon’daki FETÖ mensuplarının alınması için yapılanlar, Rusya’nın tutukladığı Ukrayna askerleri için yapılanlar, Kırım Tatarlarının serbest bırakılması için yapılanlar, El Kaide’nin elindeki Japon gazetecinin serbest bırakılması için yapılanlar gibi esaret altındaki insanlar için yapılan diyalog ve girişimler neticesinde onlar ailelerine, özgürlüğüne, vatanına kavuşturulmuştur. Bizler ise bu haberleri umut içerisinde sıra bize de gelecek düşüncesiyle yıllarca bekledik.

Başka nereye başvurabiliriz?

Geçen yıllar süresince kimse can güvenliğimizi ve sağlımızı garanti edemezdi, hala da edemez. Hayati güvencemiz yokken cesedimizi bile buradan nasıl alacaksınız? Sağlığımızın peşine düşmeyen cesedimizin peşine düşer mi, onu da bilemiyoruz. Cumhurbaşkanlığı ve TBMM bizim özgürlüğümüzü sağlamayacaksa başka nereye başvurabiliriz? Sizin de çocuklarınız var, bizim ailelerimizin yerine kendinizi koyun, mesela bayramlarda çocuklarınızın gelip ellerinizi öpmesini dört gözle bekliyorsunuzdur. Biz 9 (dokuz) bayramdır ailelerimizi ne görüyoruz ne de onların ellerini öpebiliyoruz. Sadece bir gün çocuğunuzdan ayrı kaldığınızda onu hemen aramıyor musunuz? Biz 4 (dört) yıldan fazladır ailelerimizden ayrıyız ve onlarla hiçbir iletişimimiz yok. Durum böyle iken ya biz ne yapalım? O kadar da vicdan sahibi olmanızı istiyoruz.

Suçlanıyorsak bilelim

Suçlanıyorsak bilmek hakkımız, hakkımızda verilmiş bir mahkumiyet kararı mı var? Bilmek istiyoruz. Ailelere sabredin demek, sorunu ertelemek ya da görmezden gelmekten ileri gidemiyor. Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmelerin tümü bizi umutlandırmıştı fakat ondan da bir sonuç çıkmadı. Neden biz de bu görüşmelerde konuşulmuyor, gündeminize gelmiyoruz? Cezaevlerinde Abdullah Öcalan’ın tecridinin kırılması söylemiyle açlık grevi yapan kişilerin ailelerinin Meclis önünde oturma eylemi yapması üzerine ailelerle görüşüp sizin için Sn. Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı Sn. Abdulhamit Gül ile konuşup taleplerinizi ileteceğim demiştiniz. Bu konuda insanı sahiplenen, özgürlüğüne kavuşturan herhangi bir siyasi parti, oluşum ya da kişi, özgürlüğüne kavuşan insanı, ailesini ve tüm çevresini ömür boyu kazanmış olacaktır.

Bu bakış açısıyla sorumluluk alarak elini taşın altına sokabilecek biri olarak size çağrı yapıyoruz.”


CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na

Esirler, aynı tarihte CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben de bir mektup yazıyor. Bu mektupta da süreci anlatan esirler, son olarak şunları ifade ediyor: “Bu konu ile ilgili 2016 yılında İnsan Hakları komisyonu Başkanı ve sizin de milletvekiliniz olan Sayın Şenal Sarıhan Hanım açıklama yapmıştı fakat bu da yeterli olmadı. Biz sizden mektubumuzu ve bizim durumumuzu kamera karşısında kamuoyuna paylaşmanızı istiyoruz. Sorumluluk alarak elini taşına altına sokabilecek biri olarak size çağrımızdır.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sesleniyor

Esirlerden Sedat Sorgun, ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben bir mektup kaleme alıyor. Sedat Sorgun, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na "Sayın Cumhurbaşkanım; Allah’ın rahmeti, bereketi sizin ve ülkemizin üzerine olsun. İnşallah, amin" diyerek başlıyor. Sonra kendisini tanıtan Sorgun, nasıl alındığını ve kimlerle, hangi şartlarda kaldığını paylaşıyor.

Hakan Atilla’yı hatırlatıyor

“Cumhurbaşkanım, soruyorum; biz kimiz?” diye soran Sorgun, şöyle devam ediyor: “Burada bize, ‘devletiniz sizi sormuyor, size sahip çıkmıyor, sahip çıksa sizi göndeririz, sizi tutma meraklısı değiliz’ diyorlar. Görünen o ki; doğru söylüyorlar. 4 yıl geçti sıra bize bir türlü gelmedi… Örgüt yöneticileri gelip konuşuyor; ‘devletiniz sizi istesin bırakırız ama size kimse sahip çıkmıyor, şu an sizi bıraksak devletiniz sizi öldürür’ diyor… Hani Halk Bankası Müdür Yardımcısı Hakan Atilla ülkeye döndüğünde bir röportaj vermiştiniz; Hakan Atilla bizim evladımız, ona sahip çıkmayacağız da kime sahip çıkacağız, demiştiniz. Ya biz Cumhurbaşkanım ya biz? Ona neden sahip çıkıldı demiyorum ama biz de varız….”

Ailelerine de yazıyorlar

Esirler aynı tarihte ailelerine de birer mektup yazıyor. Bu mektuplarda genel olarak durumlarını, hasretlerini, beklentilerini ve umutlarını yazan esirler, kimi sitemlerine, hayal kırıklıklarına da yer veriyor.

Bir günah gibi gizleniyoruz

Örneğin Muhammet Salih Kanca’nın mektubu bu anlamda dikkat çekici. Kanca, mektubunda şunları ifade ediyor: “Dikkat çekici bir husus; hiçbir şekilde medyanın konuyu gündeme taşımaması. Bunun arkasında bir irade olduğu aşikar. Bunun birçok sebebi olabilir. Ancak bu sebepler ne kadar meşrudur, soru işareti. Durumuz hakkında devlet yetkililerinin bir açıklama yapması, buradaki herkese bir umut olacaktır. Bir günah gibi gizlenmek üzerimizdeki en büyük yüklerden biri.” 

Kaynak: Yeni Özgür Politika