Sayfalar

Sayfalar

7 Mart 2021 Pazar

ESKI BİR FASİŞTİN DÖNÜŞÜMÜ: HAYATIMA TÜRK OLARAK BAŞLAYARAK İKİ SIFIR GERİDE BAŞLADIM

 Η Ένωση Ποντίων Νίκαιας-Κορυδαλλού derneği ile yaptığım söyleşi için hazirladigim sunumum:

Yannis Vasilis Yaylali

Aslında benim için her şey 94 senesinde başladı diyebilirim . Geçmişte Annem babamla ilgili “dönme” lafını kullanırdı ama bu ne demek diye hiç araştırmadım. Annem sohbet ederken babama ‘dönme’ diye takılırdı, ‘ne dönmesi’, ‘nasıl dönme’ deyince cevap vermezdi. Daha sonradan öğreniyoruz, büyük halamız anneme babamların durumunu anlatmış. Sonra da üstünü kapatmışlar. Türk aileye verilince dönmüşler ve olay bitmiş. Bize de hiç anlatılmadı. 

Bunun altında korku da olabilir, kabul etmeme de olabilir. Çünkü bizim oralarda Rumluk küfür gibi kullanılır. Bizim ailede de bununla ilgili bir şey paylaşılmadı. Kimliğimize dair her şey saklanınca bizlerde hakim kimliğin değerlerini onlardan daha fazla savunmaya çalıştık. Ben böylesi bir Bafra’da Türk ve faşist kimliğimi edindim. Kürtlere karşı savaşa da böylesi bir atmosferde dahil oldum. Kürtlere karşı verilen savaşın en yoğun yaşandığı dönemde yani 94 senesininde bölge de görev yapmaya gittim. Şırnak’ta bulunan Gabar,Cudi, Kela Memed dağlarında görev yaptım . Oradaki yerleşim yerleri olan köylerin büyük kısmı biz oraya gitmeden boşaltılmıştı. O dönem köy basma ve yakmaların en yoğun olduğu dönemlerdi. O zamanlar devlet gücünü kabul ettirmek için köylülere her türlü baskı ve saldırıyı yapıyorduk. Bunları gidince bizlerde yaşayarak orada gördük.

Benim çatışmada PKK’ye esir esir düştüğüm yer Sırnak’ın Uludere ilçesi Roboski köyü etrafında olan Kela Memed dağıydı. Bizim oraya gitme nedenimiz Jandarma komando birliğinin PKK ile başa çıkamamasıydı. En son çatışmada Kürt gerillalar 30’un üzerinde asker öldürmüştü , o yüzden bizim birlikten yardım isteniyor. O zaman çok ünlü yaptığı şeylerle çok bilinen bir birliğin üyesiydim. Gerilla gibi sürekli dağda kalıyor ve gerilla taktiklerini kullanıyorduk

Kela Mehmet bölgesine gittik, iki gün dolandık, üçüncü gün korucular bize ‘gerilla tespit ettik’ dedi. Ben de keşif birliğindeydim. Koruculara da çok güvenemiyorduk o zaman, çünkü korucu yapana kadar adama yapmadığımız işkence ,eziyet kalmıyordu. Batıya ya da Güney Kürdistan’a gidemeyenler mecbur korucu oluyordu kalıyor. Kabul etmezse ürününü ekmesine izin verip, toplarken izin vermiyorsun. Bu yüzden korucular çok kabul etmiyor çatışmaya katılmayı filan. Bizde insanlıktan çıkmıştık elbette yoksa onca kötülüğün başka türlü ortağı olamazdın. Benim savaştaki motivasyonum klasik üçlemeydi yani bayrak,millet,devlet bu yüzden ben kendim askerlik şubesine gidip kendim gönüllü komando askeri olmuştum. Acemilikte “el kaldırın isteyeni Kıbrıs’a yollayalım” dediler, ben el kaldıran arkadaşımın elini indirdim ‘napıyorsun o kadar eğitimi kaçmak için mi aldık’ diye. Ben vatan, millet motivasyonlu, Türk hariç her şeye düşmandım, Ermeniler, Rumlar ve diğer halklar yok edildiği için geriye Kürt ve Kürt düşmanlığı kalmıştı, bizde bu düşmanlığı en kötü şekilde yapıyorduk.

Kela Mehmet bölgesine 3. gün gittik, kimse var mı yok mu diye bakıyoruz, baktık kimse yok, tam artık geri dönme kararı aldık, saat akşam altı yedi gibi, hava kararıyor, bir anda 3 bölgeden üzerimize yaylım ateşi başladı, ama öldürmek için ateş etmiyorlardı. Onu orada fark ettik. Gerilla kendi ihtiyaçları dışında insan öldürmemek için elinden geleni yapıyor. Çünkü dönen asker cenazelerinin savaş sistemini tekrarlayacak bir ritüele dönüştüğünü çok iyi biliyorlar… Ön tarafı topladık, arka tarafa doğru giderken seken bir mermi benim sağ ayağımın üstünü kemiğe kadar parçalayıp açmış, şu an hala hissetmiyorum orayı. Olayın sıcaklığı ile ben fark etmedim, kaçıyorum ama koşamamaya başladım.. Pusuya düşmüşüz ve karanlıktan faydalanarak kaçmaya çalışıyoruz. Gidip kendimizi toplayıp geri saldırmak hedefimiz. Koştururken köprü gibi bir yerde kendimi bir anda boşlukta uçarken gördüm, 30-40 metrelik bir yerden düşmüşüm sırtüstü, neyse ki sırt çantam vardı o beni korumuş… Sonra kendime bir geldim, etrafta kimse yok, elimde G3 tüfeğim var, onu bırakmamışım ama çalışmıyor, bombaları kontrol ettim, tamam… Uyandım ama bulunmamak için ses çıkarmıyorum, güvenli bir yere çekilip askeri bekleyeceğim.. Baktım sağ ayak gitmiş, elleyince deriler geldi elime… O zaman karanlık da, hiç görmüyorum, tişörtümü çıkarıp ayağıma dolayıp sıktım… Dinlendim, ama ayağa kalkamadım.. Tüfeğim çalışmıyordu, düşmanın eline geçmesin diye tüfeğimi taşa vurarak parçaladım… Bombaları da hazırda tuttum bir şey olunca birini karşı tarafa birini ortaya atacağım… Hem onlar gitsin hem ben..

Gerilla ile aynı eğitimi alıyorsun bu konuda, karşıya esir düşmemek için her şeyi yaparsın. Onların ki mantıklı ama, yakalanınca işe yarar bilgi vermeyince hemen öldürülüyordu bile gerillalar.. Ben yanımda öldürülmüş gerillanın parçalandığını da gördüm… Bunların birinde gerilla cesedi parçalanıyordu, bunu görünce dayanamamıştım. Koştum geri kustum, savaş ezberden olmuyor, vatan millet sakarya demekle bunları görmek başka şeyler. Ben gidip kusunca uzman çavuş gelip bana ‘sen erkek misin, sen Türk müsün, neden kustun’ diye çıkıştı.. Cesede işkence etmenin nedeni ise insanları savaşa motive etmek. Gerilla ne olursa olsun, itirafçı değilse askerin elinden sağ çıkamazdı..

Dinlendim, biraz kendime geldim, buradan çıkamazsam gerilla beni bulup öldürür, ben buradan çıkayım ve bizimkileri bekleyeyim dedim.. Dereyi bile sürüne sürüne geçtim, yürüyemiyordum… Dere yatağının kenarında bir ev vardı. ‘Buraya gireyim’ dedim, orada dinlendim, boşaltılmış bir köy eviydi. Hiçbir şeylerini alamadan gitmişlerdir onu biliyorum, üstüme elbise bulayım diye girdim.. Yağmur yağıyordu… İçerideyken kapı sesi duydum. Ben hemen bombaları elime aldım. Daha hiç canlı gerilla görmemişim. Benim gözler büyüdü, el bombalarını hazırladım. Kapı yavaşça açıldı. Baktım kedi. Dedim ki ben çıkayım buradan bu böyle olmayacak. Oradan çıkıp mağara gibi küçük bir yer buldum, birinci gün öyle bitti, ikinci gün akşam hava kararırken kan kaybından bayılmışım..

TÜRK OLARAK BAŞLADIĞIM HAYATIM PKK’YE ESİR DÜŞMEM İLE DEĞİŞTİ

Gerillalar da orada yemek yiyecekmiş. Bir kadın gerilla ateş için çalı çırpı toplarken beni baygın olarak buluyor. Künyemi de görüyor boynumda, asker olduğumu anlıyor. Aşağıya seslenmeden önce beni uyandırdı sonra aşağı seslendi. Aslında yapmaması lazım, üzerimde bombalar var, önce onları alması lazımdı. Uyandım baktım kadın, burada ne işi var, üzerimde de bombalar filan var.. Elimi kaldırayım dedim kalkmıyor… Aşağıdan diğer gerillalar koşup gelip üzerimdeki bombaları aldılar.. Kendimde olsaydım, kolumu kaldırabilseydim patlatacaktım bombaları..

Beni alanlar üç takım gerilla idi, yaklaşık 60 kişilik bir guruptu. Irak sınırına yakın bir bölgede. Aşağı indirdiler beni.. Tedavi önerdiler ama ben kabul etmedim. Yemek ister misin dediler, kabul etmedim yemeklerini yemeyi. Birliğin doktoru geldi, pansumana izin vermedim yaralarıma.. Onlar benim savaş esiri olduğumu uluslararası sözleşmelere uygun davranacaklarını söylediler.. O arada ben bayılmışım, fırsat bu fırsat hemen pansuman yapıp kan durdurucu iğnelerden yapmışlar.. Kendime gelince dedim ki bunlar benden işkence ile bilgi almaya çalışacaklar. Hiç iyi bir şey beklemiyordum onlardan. Çünkü sen hiçbir hukuka uygun davranmamışsın, karşı taraftan da aynısını bekliyorsun. Dedim bunlar beni parça parça yapacaklar kesin..

Her zaman bir hesaplaşmadan ,yüzleşmeden bahsederim , bende bu çelişkileri,yüzleşmeyi başlatan şey şu… Yirmi senelik bir ezber varken, iki buçuk aylık bir savaş sürecinde o yirmi sene ile hesaplaştım. İnsanlara savaş suçu olacak şekilde kötü davranmayı, köy yakmaları veri olarak aldım. Ama bunları sonuçlandıramıyordum. Sonra gerillanın eline düştüm. Onların dediklerini de oyun ve propaganda olarak algıladım önce. Bana oyun oynuyor bunlar diye düşündüm. Gerillada sorumlu biri konuşup duruyordu. Ben hiç dinlemiyordum, teröristi ne dinleyeceğim, kaçabilir miyim ona bakıyorum.

Bir yandan da halı içinde bir ceset var orada ateşin yanında. Ona bakıyorum… Ölmüş bir gerillayı kendi şehitliklerine gömüyorlar. İki günlük yol boyunca o gerilla cenazesiyle Güney’e indim. Bir katırda yaralı olan ben, diğer katırda gerilla cenazesi, iki gün boyunca gittik. Oyun oynayabilirsin ama bunu nasıl devam ettirirsin.. Bana ne zaman işkence yapacaklar diye bekledim günlerce… Yanımda ölmüş arkadaşları var ve bana nefretle yaklaşmıyorlardı. O yol, Güney’e geçene kadar gördüğüm davranışlar, beni dönüştürdü. Oradayken İsmail Beşikçi’nin bir kitabını okumuştum, ‘Bilim Yöntemi’ diye, o da etkiledi beni. Onun dışında diğer kitaplar beni etkilemedi, onlar hikaye idi.. Beni etkileyen asıl şey bana davranışları ve kendi aralarındaki sosyal ilişkileri idi. Bizim kendi aramızda seksen tane ayak oyunumuz var. Bi bakıyorsun orda kimse kimseye dalavere yapmıyor, küfür etmiyor, arkasından konuşmuyor. Ben orayı darmadağın, şimdiki IŞİD gibi bir güruh olarak görüyordum. Düşünün işte sağ ayağımın üstünden vurulmuşken ve İki gün yaralı sekilde arazide kalıyorken PKK gerillaları buldu. Ben gerillayı çok farklı olarak bekliyordum. Gerilla beni karşıladı. Yarı baygınım, kan kaybetmişim. Beni bulan gerilla ise savaş koşullarındaki haklarımdan bahsediyor. Ne hakkı hukuku, ne savaşı? Bir kere biz savaş olarak dahi algılamıyoruz. Dışarıdan üç beş kişi gelmişler ülkeyi bölmeye çalışıyorlar bizim gözümüzde. Biz o zaman böyle bakıyoruz . O gün benim miladım oldu. Yani o günle beraber, benim o şekilde alınmam, iyi davranılması hak hukukumun tanınması… Ki onlar da zor durumdalar. Cenazeleri vardı beni alan ekibin. Kampa çıkaracaklardı. O haldeyken beni yakaladılar. Onların en zor anında ben de onların eline esir düştüm. O haldeyken bana böyle davrandılar. Rol yapmaları imkansızdı. Bizde öyle bir şey olmuş olsaydı, ki oldu da defalarca, sağ ele geçirilen gerilla konuşmazsa kolu bacağı kesilir uçaklardan atılırdı. Asker böyleyken gerilla böyle davrandı. Onunla beraber bizim yaptığımız köy yakmaları vs. hepsini üst üste koyunca var olan ezberim tuzla buz oldu.

PONTOSLU HELEN OLMA HİKAYEME GELİNCE

Rumluğumla tanışmam orduya katıldıktan ve PKK’nin eline esir düştükten sonra oldu. Aslına bakarsanız onu da devlet ortaya çıkardı. Ben PKK’nin eline geçtikten sonra sonra önce Kızılhaç aracılığıyla aileme mektup yazdım ve üç ay sonra da PKK’nin tahsis ettiği telefonla ailemi aradım. Durumumu anlatıp benim alınmam ve Türkiye’ye getirilmem için çaba sarf etmelerini istedim. Ailem yavaş yavaş benim için mücadeleye etmeye başladı, Bende PKK şahsında Kürt halkını tanımaya başladım, onları tanımaya başlayınca utancım o kadar baskın geldi ki PKK ile mücadele adı altında asker olarak işlediğim tüm suçları uluslararası televizyonlara anlattım. Tabi bu arada ailem de ellerinin ulaşabildiği her yere gidiyorlardı. Benim amcamın bir asker tanıdığı vardı Ankara’da ailemle beraber onla da görüşmeye gidiyorlar. Ama bekledikleri asker yerine başka bir subay geliyor. Orada subaylarla görüşüyorlar. Ailem biz çocuğumuzu istiyoruz diyor. Asker ise “bakın siz sağa sola gidiyorsunuz, her tarafı harekete geçiriyorsunuz ama sizin başınız belaya girer” diyorlar. Siz Rum’sunuz, başınız bela alısınız diyorlar. Aslında aile büyüklerimiz biliyor ama bir şekilde bizden saklıyorlar bu gerçeği. Bir yalana inanıp ona bizi de inandırmışlar.

Bize söylenen hikaye büyük babamızın sözde kurtuluş savaşına gidip orada yaşamını yitirdiği ve cenazesinin getirilemediği üzerineydi. Her seyi öğrendikten sonra olayların hiçte anlatıldığı gibi olmadığını öğrendim. Pontos soykırımının yaşandığı yıllarda Bafra’nın Yayla köyünü Topal Osman canisi, adamları ve Türk ordusu ile kuşatır. Rum köylüleri de Nebiyan dağının içerisinde olan köylerinde katledilmemek için köyü boşaltıp partizanların koruduğu bölgelere sığınmak isterler. İşte o karışıklıkta Konstantin dede köylülerin çıkışına yardım ederken kendi ailesini ihmal eder, tüm o karışıklıkta oğlu geride köyde kalır. Topal Osman ve cani ordusu tüm köyü yakar ve geride kalan çocukarı da Türk ailelerine dağıtırlar. İşte bizim memed adıyla bildiğimiz ve sonradan dedem olacak Lefter’de o çalınan çocuklardan biriydi.

İşte ben tüm bu trajedik hikayeyi öğrenmem hiç de kolay olmadı. Ailem sadece beni kurtarmak istiyordu. Bu yüzden denize düşen yılana sarılır misali herkese koştular, herkesten destek istediler. Ailem Rumluğumuzla tehdit edilip de benim bu durumu öğrenmem yine PKK’nin elindeyken oldu. Önce bu durumu ciddiye almadım, ciddiye almamamın nedeni ise Türkiye devletinin bu durumu propaganda diye kullanacağını düşünmemden dolayıydı. Onların yaydığı propagandaya göre Türk olsa devletini satmaz, gizli kalması gereken bilgileri kamuoyu ile paylaşmaz, ’Gavur’ olduğu için açıklıyor. Zaten daha sonra da yaralı düştüğümü bile bile kendi isteği ile gitti bile dediler, hatta bunu dönemin başbakanı Mesut yılmaz demişti. Sonraları PKK ajanı dediler, eski solcu dediler, topluma benim söylediğim şeylere inanmamaları için ne kadar yalan varsa söylettiler. Tüm bunlardan dolayı Pontoslu Helen olabileceğim bilinç altımda kalmaya devam etse de o dönem hükümeti ve kontrolundaki medyayı fazla ciddiye almadım. Devlet bu yalan adımları toplumu hizaya getirmek için atsa da bende , zihnimde, bedenimde paramparça olmuştu. Sadece üzüldüğüm şey ise benim ömrümden çalınan yirmi koca yıldı. Çünkü yirmi sene benim olmayan bir hayatı yaşadım, hadi iyi bir şey için olsa insan bir nebze kabul eder,anlar.Tam tersine insanlığa dair ne kadar suç varsa hepsini bize işlettiler, insan işlediği,ortak olduğu suçu bilince çıkarmazsa yine öyle makina gibi yaşar gider ama benim öyle mi oldu tabii ki hayır. Kürtler sayesinde yaptıklarımla yüzleştikten sonra çektiğim vicdan azabı hiçbir şey ile ölçülemez.

PKK’nin çağrısı sonucu ailelerimiz, Hadep, İnsan Hakları Derneği, Mazlum-Der Refah partisi milletvekili Fethullah Erbaş, Akın Birdal ve daha birçok insan hakları aktivistinin yoğun kampanyaları sonucu devlet alınmamız için yeşil ısık yaktı ve ailelerimiz ve oluşturulan heyet PKK kamplarına gelerek bizleri basın eşliğinde aldı. Ben diğer esir düşen askerlerden farklı tavır alıp devletin işlediği suçları anlattığım için Türkiye’ye girer girmez önce PKK propagandası, sonra da PKK üyeliğinden ve yaralı PKK’nin eline geçmeme rağmen uluslararası firar suçuyla 1996 aralık ayının sonun da tutuklanarak askeri hapishaneye gönderildim. Hapishane de bol işkenceli 3,5 aydan sonra da yine ellerim kelepçelenerek tekrar savaş tugayına gönderildim, fakat orada ne kadar psikolojik saldırıya maruz kalsam da bir daha elime silah almadım. Orada o yüzden birçok kez disko denilen hapishanelere beni gönderseler de Başta Kürt halkı olmak üzere artik kimseye karşı silah almayacağımı, taşımayacağımı komutanlara söyledim. Bir süre daha beni orada tuttuktan sonra serbest bıraktılar. Orada gördüğüm saldırılar yüzünden hafızamda boşluklar, kaybolmalar oluştu. Hala günümüzde bile kabuslar ile uyanıyorsam nedeni o savaş birliğidir.

Nihayetinde hapishane ve zorla tutulduğum askeri birimden ayrıldıktan sonra tekrar ailemin yanına Bafra’ya dönebildim. Orada bir süre kafamı dinledikten sonra askerin ailemi tehdit ettiği konuyu annemle konuştum. Annem de konunun doğru olduğunu söyledi. Olayları çok detaylı bilmiyordu ama dedemin çok küçük yaşlarda bir Türk ailesine verilmiş bir dönme olduğunu söyledi. O zaman devletin ilk defa doğru söylediğini anlamış oldum. Her konu da yalan söyleyen devlet benim Pontos Helen’i olduğumu biliyor ve kendi kontrolu dışına çıktığım anda da hiçbir acıma belirtisi dahi göstermeden kimliğimiz ile bir kere daha bizi vurmaya çalışıyordu.

DEVLET BİZİ YOK ETMEYE ÇALIŞIRKEN BENKENDİ KİMLİĞİMİ ADIM ADIM KAZANIYORDUM

1.Aşama; kimliğimi bulma ve nufus onayı

Tüm yaşadıklarımı ve devletin bize yaşattıklarını iyice düşündükten sonra devlet kavgamı etmek istiyor benimle diyerek kimliğimi araştırmaya karar verdim. Bir taraftan hukuksal anlamda neler yapabilirim ona bakıyor ve araştırıyorum. Bir taraftan da kimliğimize ilişkin kimler ne yazmış diye aranıyorum. Pontos soykırımı ile ilgili, kimliğimiz ile ilgili ilk buluştuğum yazar Belge yayınlarından birçok çeviri kitabı olan da olan Yorgos Andreadis’ti. Bafra’da yaşanan ve iki kız kardeşin başından geçen olaylar üzerinden Pontos Helenleri’ne neler olduğunu anlatan küçük çaplı ama manevi anlamda çok doyurucu, sorularıma da cevap bulmaya başladığım Tolika adlı kitapla kimliğimle duygusal anlamda bir tanışma yaşadım. Daha sonra Andreadis’in tüm kitaplarını okudum yani Türkçe’ye çevrilen tüm kitaplarını okudum. Sonra duygusal anlamda beslenmem bir noktaya gelince bizim için çok değerli olan iki bilim insanı ile tanıştım. Önce Michalis Haralambidis’in Pontos Soykırımı ile ilgili Kürdistan Press’e yazdığı Unutulan bir soykırım; Pontos adlı yazısını okudum. Daha sonra da Prof Konstantin Fotiadis’in çevrilen yazılarını okudum. Bir taraftan okumalarım sürerken, diğer yandan da mutlaka dedemin ailesinden kalanlar olmuştur, hepsini de öldürememişlerdir, kaçıp kurtulanlar olmuştur ama nereden, nasıl aramaya başlamalıydım. Çocukluk arkadaşlarımın çoğu MHP’liydi ama bana ihanet etmediler, polisin o kadar baskısına rağmen yanımda kaldılar. Arkadaşlarımdan birinin yeğeni nufus dairesinde çalışıyordu. Ondan nereye kadar ulaşabiliriz, ne yapalım deyince o da ben dedi önce bilgisayar kayıtlarına bakarım daha sonra da eski kayıtlar için defterleri inceleriz dedi. İnanılmaz şekilde bu araştırma sonuç verdi ve aile kütüğümü gösteren belgeyi arkadaş bana verdiğinde babamın babası mehmet dedemin babasının isminin yazdığı yere baktığımda ismin Konstantin olduğunu ve annesinin isminin de ise Paraskevi olduğu gördüm. Dahası da vardı defter araştırmaları da yapılmış ve dedemin yaşadığı köye ulaşılmıştı. Köyün ismini görünce şok oldum. Köyün ismi ile bizim soyadımız aynıydı. Dedemi küçükken yanına alıp büyüten Türk ailesi geldiği köyün ismini dedeme soy isim olarak vermişti.

2. Aşama; dağılmış ailemi bulma

Sıra dedemin biyografisini çıkarmaya gelmişti, dedem o kadar genç yaşta hayatını kaybetti ki hatta şunu söyle diyeyim dedem ailesinden koptuğu yaşta üç-beş yaşındaydı ve dedem 35 yaşında tetenoz’dan hayatını kaybettiğinde babamda üç beş yaşındaydı. O kadar fakirdiler ki o zaman cenazesini Samsun’dan Bafra’ya getiremediler ve ondan kalan tek resmi de yine büyük halam bir şekilde kaybetti. Büyük halam ailemizin kara kutusu gibiydi herseyi biliyordu ama hep susmayı yeğledi ve dedemden kalan tek resmi de o kaybetti. O yüzden biyografisine ona çok benzeyen babamın gençlik resmini koydum. O zamana kadar dedem ile ilgili bulduğum tüm bilgileri de oraya yazdım. Dedemizin ailesini arıyoruz diye de sosyal medyada da ilan verdim. Birkaç sene öyle geçti, bazen tam bir şeyler bulduk zannediyorduk ve kaç defa başa döndüğümü unutum. Ama yılmadan devam ettim, aslında bazen pes etme noktasına geliyordum ki faşist Türk devleti kendini bana hatırlattığında tekrar dört kolla arayışlara devam ediyordum.

3. Aşama ; Pontos Helen kimliği ile ilgili çalımalar başladı, ardından da davalar

Bu arada polis baskıları o düzeye geldi ki artık Bafra’da yaşama koşullarım tükenmişti. Çalışma alanlarımı komple bitirmişlerdi, baskılar aşırı şekilde ailemi yönelmeye başlayınca Bafra’dan ayrılma kararı aldım. En son bir basın açıklamasından dolayı Samsun’da hapishane’ye girince hapishane sonrasında İstanbul’a gittim. Baskılara ancak 2005 yılına kadar dayanabildim ve sonra dediğim gibi İstanbul’da yaşamaya başladım, büyük yerde daha az göze batarım diye düşündüm. Bir taraftan Kürtler ile ortak panel ya da etkinliklerde 90lı yılları ve Türk devletinin Kürtlere karşı işlediği savaş ve insanlık suçlarını deneyimlerim doğrultusunda anlatabildiğim kadarıyla anlatıyordum. Diğer yandan vicdani ret mücadelesi için arkadaşlarımla önce Vicdani Ret platformu ile, daha sonra da Vicdani Ret Derneği çatışı altında mücadele etmeye devam ettim. Ayrıca Pontos soykırımı, kimliği ve değerlerimizile ilgili de artık yazmaya başladım. Bir süre sonra halkımız ile ilgili dil, kültür, politika ile ilgili çalışmalar için davetler almaya başladım. Artık Pontos Helenleri olarak birçok konferans, toplantı, panellere ya katılımcı ya da misafir olarak davet edilmeye başladık. Bir süre sonra sonra bu devletin dikkatini çekmeye başladı. O dönemden sonra Türk militarizmine karşı yürüttüğüm Vicdani ret ile, yine Kürtler ile dayanışma halinde yürüttüğüm mücadeleler sonucunda açılan dava dosyalarımın arasına Pontos Helenlerinin geçmişte maruz kaldığı soykırım ile ilgili yazılarımdan, ve sosyal medya paylaşımlarım gerekçe gösterilerek hakkımda önce soruşturmalar sonra davalar girmeye başladı.

4.Aşama; tekrar önce hapishene ve ardından Roboski yolu bana görüldü

Samsun’dan ayrılmadan ayrılmadan önce kısa süreli hapishaneye girip çıkmıştım ve ben dışarı çıktıktan sonra da yargılama devam etmişti. Sene 2010’u gösterdiğinde mahkeme sonuçlandı, bana oradan bir sene ceza çıktı. Tam o dönemde Bafra’da ailemi ziyarete gitmiştim ki daha polisler etrafımı çevirdiler ve tutuklanma kararımı göstererek beni gözaltına aldılar. Oradan da yeni yapılmış olan Bafra T tipi hapishanesine beni götürdüler. Orada PKK davası tutsakları ile kalmak istediğimi söyledim, dediler ki sen Türksün ve başka davadan yargılanıyorsun o yüzden olmaz. Bende Türk olmadığımı Pontos Helen’i olduğumu söyledim, iste ne dediysem önce kabul etmediler. Ardından açlık grevi yapacağımı ve bu durumu kamuoyuna taşıyacağımı söyleyince onlar karışık olan bir koğuşa beni verdiler.

Burada bir sene kadar kaldıktan sonra dışarı çıktım ve birkaç ay geçmeden Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyü yaylasında Türk savaş uçakları çoğu çocuk olmak üzere 34 Kürt köylüsü acımasızca katledildi. Devletin yaptığı bu sivil katliama karşı Kürt illerinde ve batıda birçok duyarlılık eylemleri ve yürüyüşleri yapıldı. Bu eylemlerden biri de vicdani retçi arkadaşım Halil Savda’nın Roboski’den Ankara’ya kadar başlattığı barış yürüyüşüydü. Bu eylem diğerlerine göre bana daha cüretkar ve anlamlı gelmişti. Tek başına 1000 km’den fazla bir yol yürüyecekti ve Roboski katliamına kadar uzanan tüm süreçlerle yüzleşilmesi gibi bir çağrıyı da tek başına omuzlamıştı. Bu bana çok adil gelmedi, neden Halil tüm bu sorunları tek başına omuzlayacaktı ki, tüm bu yüzleşme süreçlerine Kürtler kadar, Kürdistan kadar Karadeniz insanının ve Karadeniz’in de ihtiyacı vardı. Halil’i telefon ile aradığımda Roboski’den çıkmıştı. Böylesi sorumluluğun altına tek başına girmene gönlüm de vicdanim da aklım da razı olmadı bende yürüyüşe geliyorum diyerek yola çıktım.Yürüyüş 1 Eylül Dünya barış günü başlamıştı ve yedi gün sonra onu Nusaybin’de yakaladım. Halil ve benden sonra da yürüyüşe katılan arkadaşlar ile Roboski için tam 1300 km yürüdük. TBMM ziyaretimiz sonrası barış aktivisti Meral Geylani’nin de olduğu heyetle Roboski’ye gittik, amacımız hem bayramlaşmak hem de yürüyüşün sonunda ki gözlemlerimizi ailelere aktarmaktı. Roboski’ye geçtik , bayramlaşmamızı ve yürüyüş ile ilgili gözlemlerimizi ailelere sunduk ve tam geri dönecek iken Meral Geylani bana bir süre köyde kalma teklifinde bulundu. Roboski’de birkaç ay kalacaktık, gözlemlerde bulunacaktık, ailelere bir süre destek olmaya çalışacaktık, sonrada tekrar köyden ayrılacaktık. Bizim bir iki ayımız bir seneye dönüştü, o bir sene yedi seneye dönüştü.
Bizde madem kalmaya karar vermiştik, o zaman ailelerimizin daha örgütlü mücadele edebilmesi için Arjantin’de ki kayıp annelerinin mücadelesinden tutun da Galatasaray’da mücadele yürüten Cumartesi annelerine kadar olan deneyimlerine kadar ailelerimize anlatık.Roboski için verilen adalet mücadelesinde annelerinin daha fazla ön plana çıkması gerektiğini vurguladık. Bir de adalet nöbetlerinin periyodik olmasının gerekliliğini anlattık. Ve Roboski katliamının 55. Haftası ile birlikte ‘Perşembe Değerlendirmeleri Adalet nöbetleri’başladı. Hemen ardından da ‘ Roboski İçin Adalet- Yeryüzü İçin Barış ‘ isimli derneğimiz ortaya çıktı.

Elbette amacımız sadece Roboski katliamı değildi, amacımız katliam ve soykırımlar ile yüzleşmekti. Adalet istediğimiz şeyler arasında Gezi de vardı, Berkan Elvan’da, Suruç katliamı da var di ,Ankara katliamı da,Halepçe, Çorum, Maraş Katliamları da, Ermeni ,Süryani ve Pontos Helenlerine yapılan soykırımlarda vardı. Zaten Roboski katliamı sonrası devletin verdikleri ile yetinmiş olsaydık, yüzleşme meselesinde enternasyonal olmasaydık, bugün yasadıklarımızın hiçbirini yaşamayacaktık. Devlet kendisiyle işbirliğine yanaşmayan ve geçmiş pratiklerde yapılan soykırımlar ile da bağ kuran bu yaklaşımı 14 temmuz 2016 tarihinde ‘sözde’ darbe girişimini bahane de ederek tümüyle ezmeye çalıştı.

5.Aşama;Şengal,Kobani,Soyadımı kendime iade ettim, Ankara Pontos Soykırımı Konferansı ve ülkeyi terk etme sürecim

Tabi devletin bizi ezmesini hak etmek için biraz daha çalışacaktık. Biliyorsunuz ki Türkiye ve etrafındaki birçok ülkenin demokrasi ile sorunları var, bu ülkelerden biri de Suriye, Suriye rejiminin tutumundan dolayı 2011 Nisan’ı itibarıyla tüm ülkeyi saracak iç savaş süreci başladı. Elbette uluslararası güçler ve Türkiye de bu savaşa dahil oldu. Türkiye’nin dahil olduğu yerde ise mutlaka islamı referans radikal teröristler de oluyor. Elbette Amerika ve Rusya’da çeşitli nedenlerden dolayı bu tür terörist organizasyonlara destek oluyorlar. Bu güçlerin Suriye’de benzer yolu izlemesi yüzünden bir an da ne kadar El-Kaide bağlantılı teröristler varsa buraya yığınak yaptılar. Sonra savaşın bir bölümünde Irak merkezli İşid canileri ortaya çıktı. Kısa süre de bu örgüt Suriye de savaşmaya başladı, özellikle Türkiye’nin yönlendirmesiyle Kürtlerin bölgeleri olan Şengal ve Rojava’ya yöneldiler.

İşid soykırımından kaçan 20 bin ezidi Kürdünü Roboski’ye geçirdik

İşid canileri önce Şengal’de soykırım yaptı, KDP Ezidi Kürtlerini hiç savunmadan geri çekilirken bir avuç PKK gerillası Ezidi Kürtlerini savundu. Yaşanan soykırım da ölümler kendini ikiye katlamamışsa belli sayıda kalmış ise bu canları pahasına Ezidi Kürtlerini savunan PKK Gerillaları sayesindedir. Zaten o süreci tüm dünya seyretti ve canlı yayınlarla kimin kaçtığını, kimin Ezidi Kürtlerini koruduğunu gördü. İşid soykırımından kaçanlar çeşitli bölgelere dağıldılar. Bir kısmı Rojava’ya geçti, bir kısmı Güney Kürdistan’a bir kısmı da Türkiye Kürdistan’ına geçmeye çalıştı. Suriye’de yaşanan çatışma esnasında çadırları kurup ve savaşın ortasında kalan sivil Arapları basın açıklamaları eşliğinde Türkiye’ye davet eden hükümet söz konusu Kürtler olunca, özellikle de Ezidi Kürtler söz konusu olunca soykırımdan kaçan Ezidi Kürtlerine adeta gümrük kapıları adeta kapatıldı. KDP’nin savaştaki tavrından dolayı Ezidi Kürtlerin çoğunluğu Güney Kürdistan’da kalmamayı tercih ediyordu. O yüzden Keşan bölgesinde bulunan PKK’nin Haftanin kampı üzerinden ilk Şengalli Kürtler 12 Agustos 2014 tarihinde Roboski’ye ulaştı. O günden sonra Türk askerinin azgın sadırısına rağmen 20 bin insanın üzerinde Ezidi kürdünü Haftanin kampından Roboski köyüne geçirdik.
Aylarca bizler,Roboski halkı ,Uludere halkı,Şırnak halkı bölgede kurulan derme kamplarda Ezidi Kürtlerine destek verdi. Türk devleti elinden geldiğince geri itme yaparken bizler soykırımdan binlerce insanı kurtardık. Çok zor zamanlar yaşadık ama hayatımın en gurur duyduğum dönemlerdendi.

Kobane’de insan zinciri ve kimliğimi kendime iade ettim

Bu dönemin sonunda İşid Rojava’ya, orada bulunan Kürtlere saldırmaya başladı.Bu caniler adım adım Kobane’nin etrafı sarmaya başladı, Türkiye’den de TSK ve devletin gözetiminde bu caniler Kobane ve çevresine geçmeye çalışıyordu. Bu yüzden HDPve DTK yani Kürt kurumları Kobane’yi savunmak için insanları Kobani sınırına davet etti. Ben ve Meral Geylani de hiç vakit kaybetmeden oraya gittik ve İşid canileri bölgeyi terk edinceye kadar da hep oradaydık. İşidlilerin bulunduğumuz bölgeden geçmesine izin vermedik .

İşte tüm bu sıcak dönemin ortasında bana Bafra’dan çok güzel bir haber geldi. Beş altı ay önce isim değişikliği için başvurmuştuk, telefonda avukatım mahkemenin ilk duruşmasında isim değişikliği isteğimin kabul edildiğini söyledi. Telefonda bu haberi duyduğum da her duyguyu bir arada yaşadım, sevinç, hüzün, kızgınlık tüm duygularım karışmıştı. Osmanlı ile başlayan, İttihat Terakki dönemiyle devam eden ve Mustafa Kemal ve arkadaşları döneminde halkımıza yani Pontos Helenlerine uygulanan soykırım’ın amacı bizi komple yok etmekti. Belki yaşanan soykırım karşısında, soykırıma karşı çok küçük bir adım ve karşılıktı benim yaptığım ama sonuçta bir adımdı. Bazen tüm ormanın yanmasına neden olan şey sadece bir kibrit çöpüdür değil mi ? Benim adımı hukuk karşısında değiştirmede ki tavrımın nedeni tamamen bu yüzdendi. Böylesi adımlar minik olsa da sizi takip edenler açısından oldukça cesaret vericiydi. Bir sonrası adım ise soyadımı değiştirmek için olacaktı, devlet cesaret edipte ön isim değişikliği için başvuru yaptığında sana fazla sorun çıkarmıyor. İş soyadı değişikliğine gelince aynı anlayışı göremiyorsun. Önümüze 21 Haziran 1934 yılında kabul edilen soyadı kanunu, 2 Temmuz 1934 tarihinde resmi gazetede yayınlanmış ve 2 Ocak 1935 yılında yürürlüğe giren kanun çıkıyor. Her iki laflarından biri eşitlik olanlar kendi kimliğiniz, örf ve adetlerinize uygun bir soyadı almak istediğinizde kanunun 3.maddesi ile karşımıza dikiliveriyorlar. bu madde “Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz.” hükmünü içeriyor. Türkiye’de konuşmaya gelince anayasanın eşitlik ilkesi gereği ‘sözde’ her zaman eşitiz. Tabi bu kocaman yalan konuşmaya gelince öyleyiz, yasaya gelince ‘yabancı ırk’ ve ‘millet’ oluveriyoruz. Hani nerede Anayasanın eşitlik ilkesi, anayasa karşısında böyle mi eşitiz, lafa gelince de ırkçı değiliz diyorlar ama bu tam tamına ırkçılıktır, hem de bu ırkçılık kanun ile yasayla yapılıyor. Mardin’li Süryani Favlus Ay adını ve soyadını ‘Paulus Bartuma’ olarak değiştirmek için2009 tarihinde mahkemeye başvuruyor. Mardin’li Süryani Favlus Ay adını ve soyadını ‘Paulus Bartuma’ olarak değiştirmek için 2009 yılında Midyat Asliye Hukuk Mahkemesine başvuru yapmıştı.Davayı kabul eden Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi ,Soyadı Kanunu’ndaki “… yabancı ırk ve millet isimleriyle…” ibaresinin anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.Anayasa mahkemesinin nasıl bir karar vereceği ise hepimiz açısından merak konusu olmuştu. Verdiği kararla acaba statükoyu mu tekrar edecek, yoksa böyle bir kanuna karşı özgürlükçü bir karar mı verecekti. Çok da uzun beklemeden Anayasa Mahkemesi 2011 Temmuz’unda kararını açıkladı. Mahkeme özgürlüklerin önünü açmak yerine statükoyu korumak adına bir tekrarı yineleyerek, 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun ‘yabancı ırk ve millet isimlerinin soyadı’ olarak kullanılamayacağına ilişkin hükmünün iptal istemini oy çokluğuyla reddetti. Böylece Anayasa mahkemesi de hem statükoyu korurken yasalardaki ırkçılığa da devam demişti. Sıra anayasa mahkemesinin bu ırkçı içtihatına karşı mücadeleye gelmişti. Bir taraftan başvuruları takip ediyorduk, bir taraftan da bu konudaki içtihat niteliğindeki kararları inceliyorduk.

Pontos Soykırımı

Diğer yandan da seneler ilerliyordu ve 2016 senesine geldik, bu sene birçok şeye gebeydi, Biz Pontoslu Helenler açısından bizi tarihi günler beklerken, diğer yandan ise iktidarı uzun süre birlikte paylaşan iki güç arasında da gerginlik en üst safhaya gelmişti. Çözüm süreciyle birlikte bu iktidar ikilisi Gülenciler ve AKP arasında sürtüşmeler başladı ve dediğim gibi 2016 yılında ise zirveyi buldu . Onların çelişkileri devam ederken Biz Pontoslu Helenler tam yüzyıl bekledikten sonra bizim için tarihi bir konferansa hazırlanıyorduk
Pontos Soykırımı Konferansı 9 Nisan 2016 tarihinde gerçekleşti, Newroz Dergisi ve Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi tarafından organize edildi. Çok sayıda akademisyen, yazar ve aktivisttin katıldığı konferansın açılış konuşmalarını akademisyen ve yazar Fikret Başkaya ile Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) Genel Başkanı Sinan Çiftyürek yaptı. Moderatörlüğünü Pınar Ömeroğlu’nun yaptığı panelin ilk oturumunda sosyolog İsmail Beşikçi, araştırmacı ve Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Demirel, editör ve çevirmen Atilla Tuygan ve ben vardım. Moderatörlüğünü Attila Tuygan”ın yaptığı ikinci oturumda ise; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Baskın Oran, Sosyolog Mert Kaya, Yunanistan”dan gelen araştırmacı ve yazar Stergios Theodoridis, tarihci ve yazar Vlasis Ağdjidis, yine araştırmacı yazar Tamer Çilingir katılmıştı.
Konferansta Osmanlı ile başlayan ve İttihat ve Terakki dönemiyle devam eden, Mustafa Kemal’in önderliğinde Cumhuriyet döneminin (1914-1923 ) başlarında tamamlanan Pontoslu Rumlara yönelik tehcir, katliam ve soykırım konuşuldu.Pontoslu Helenlere uygulanan soykırım ve tehcir politikalarının Osmanlı döneminden başlayarak Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden bugüne dek sürdürüldüğüne dikkat çeken konferans Türkiye’nin Rumlara yönelik soykırımı tanıması çağrısı yapmıştı.Elbette konferans bununla sınırlı kalmayarak birçok çağrı daha yapmıştı, Pontos Soykırımı Ankara Konferans belgeleri belge yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Umarım bir gün bu konferans kitabını Yunanca’ya da kazandırabiliriz. Bir kere daha konferansı organize eden Newroz Dergisi ve Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’ndeki arkadaşlara bu dayanışmalarından dolayı çok teşekkür ediyor ve minnet duygularımı bir kere daha paylaşıyorum.

Dediğim gibi o yıl ilk başta benim ve bizim için iyi başlamıştı ve hani Yunanistan’a ailem için verdiğim ilanda sürpriz gelişmeler oldu. Ben aslında dedem için babamın resmini biyografiye koysam da asıl benzerlik dedemin kardeşi Lefter ile benim aramda çıktı. İkimizin resimlerini gören bizi ikiz gibi zannediyorlardı. Neyse oradaki bulduğumuz aile de beni görmek istiyorlardı. Vize işlemleri uzun sürebileceği için erkenden hallettim ama Roboski katliamının 5.yıldönümü sonrası sürece vizemi aldım. Ben vize işlemlerimi hallettikten sonra hükümet ortakları birbirine girdi ve 14 Temmuz ‘sözde darbe’ girişimi oldu. AKP hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan için tam bu tam tanrı lutfu gibi oldu. Bunu hem sürekli kavga ettiği ortağından kurtulma fırsatı olarak gördü. Hem de Türkiye’deki muhalefeti sindirmek için, bastırmak ve yok etmek için start verdi. Ne kadar arkadaşım varsa bu süreçte sakın Roboski’ye geçme seni mutlaka seni hapishaneye atarlar dediler. Böylesi bir süreçte asla onları yalnız bırakmazdım, bende biliyordum tutuklanacağımı, çünkü devlet neyi saklamak istediyse hepsini kamuoyuna taşımak için her şeyi yaptık. Roboski katliamı, Ermeni Soykırımı, halkımıza yani Pontos Helenlerine yapılan soykırım ve diğer katliamlar ile yüzleşilmesi için elimizden gelen ne varsa yaptık. Bunu gören hükümet arkasına aldığı 14 Temmuz sözde darbe girişimine karşı mücadele adı altındaki o rüzgarla on binlerce muhalefettten biri olan biz Roboski aktivistlerinide biçtiler. Roboski katliamı 5. yıldönümüne bir hafta kala ben, Meral Geylani ,Veli Encü ve üç Roboski aktivisti daha gözaltına alındık. O süreçte geçmişte hakkımızda ne kadar soruşturma açılmıssa hepsi davaya dönüştürüldü. PKK propagandası, PKK örgüt üyeliği, Pontos soykırımı ile ilgili yaptığım paylaşım ve yazılardan dolayı daTürklük’e hakaret,halkı kin ve nefrete yönlendirme davaları, ayrıca vicdani ret çalışmalarımdan dolayı da hakkımda birçok halkı askerlikten soğutma davaları açıldı,toplamda 13 dosya hakkımda oluşturuldu. Roboski anması geçinceye kadar rehin gibi gözaltında tutulduk ve sonra serbest bırakıldık ama asker bunu yeterli bulmadı ve tutuklanma tarihim olan 23 Nisan 2017 bizleri köyden çıkarmak için köylülere her türlü baskıyı yaptı. Tutuklanmadan birkaç gün önce Ermeni soykırımı yıldönümü için bir makale yazıp orada hem Ermeni soykırımına hem de Pontos Helenlerine yapılan soykırıma değinmiştim, herhalde bu artık onların bardağındaki suyu taşıran son nokta oldu. Tutuklanarak önce Şırnak t tipi hapishanesine, daha orada bir hafta kalmadan açıldığı günden beri işkenceleri hak gaspları ile bilinen Elazığ yüksek güvenlikli hapishanesine gönderildim.

Saldırılar altında bir sene üç ay o hapishanede kaldım, o süreçte halkımız beni asla yalnız bırakmadı, Yunanistan’dan, Avrupa’dan, Amerika’dan dayanışma mektupları aldım. Bir kere daha o işkenceli hapishane sürecinde beni yalnız bırakmayan halkımıza çok teşekkür ediyorum. Yine o süreçte ve sonrasında Yunanistan’a sığınmak zorunda kaldığımda da beni yalnız bırakmayan Teofanis Malkidis, Michalis Haralambidis,Konstantin Fotiadis,Yorgos, Despina, çevirmenlerim Katerine, Giannis,Apollon Pontou futbol takımı yetkililerine ve adını sayamadığım unuttuğum tüm dostlarıma çok teşekkür ediyorum

Hapishaneden çıktıktan sonra bir süre daha Türkiye’de kaldım ve tekrar tutuklanma tehlikem doğunca gizli şekilde Yunanistan’a sığınmak zorunda kaldım. Atalarımızın 3 bin sene önce çıktığı bu topraklara mülteci olarak geldim. Yunanistan devletine mültecilik başvurusu yaptım. Elbette hikaye burada bitmedi,Yunanistan’da neler yaşadığımı da ilerleyen süreçlerde başka vesileler ile anlatacağım. Yaşadığımız sürece dönüşüm de yüzleşme de devam edecek,son ferdiğim bitmeden hiç bir şey bitmiş sayılmaz,unutmayın bizim yani ezilen halkların cesareti onların gücünü fazlasıyla aşar,onlar da bundan korkuyor,son kırk yıldır Kürt halkının verdiği mücadele buna en iyi iyi örnektir, biz yüzyıldır hakları gasp edilmiş, soykırıma maruz kalmış Pontos Helenleri bu bilinçle yeniden mücadeleye başladık ve mutlaka kazanacağız

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız için teşekkür ediyorum