Sayfalar

Sayfalar

Demokrat Haber Yazıları

Dayanışma Ruhu Gerek

21.04.2020 I Demokrat haber I Yannis Vasilis Yaylalı

Ermeni soykırımı 1915 senesinde gerçekleşti. Ermeni halkı her 24 Nisan'da yaşanan soykırım için anma gerçekleştiriyor. Ermeni soykırımın üzerinden 105 yıl geçmesine rağmen soykırımı yapanlardan hesap sorulmadığı gibi, soykırımı yapan irade ise bugün hala iktidarda. Soykırımcıların bugünkü temsilcileri olan güçler yüzyıllık projeleri olan coğrafyamızın tümüyle Türkleştirilmesi için geride derli toplu kalan son halka olan Kürt halkına ve Alevî kesimine karşı görülmemiş soykırım politikalarına devam ediyor. Ayrıca yüzyıl önce yaşadıkları soykırım ile coğrafyamızdaki varlıkları yok olma eşiğine gelen Süryani halkına yönelimlerini de unutmamak gerekir. Sudan nedenlerle gözaltına alınan Süryani din adamlarını, toprakları zorla ellerinden alınmak istenen Süryani ailelerini ve son olarak da kaçırılan Diril ailesini, katledilen Şimoni Diril'i ve kaçırıldıktan sonra hala haber alınamayan Hurmüz Diril’i hatırlarsak, var olma mücadelesi veren Süryani halkına karşı yapılanların da bu acımasız politikaların sonucu olduğunu söylemek isterim. Ben de Pontoslu Rum halkının bir parçasıyım. Türkiye'den ayrılmadan önce son dönemde Süryani halkına olan yönelimlere benzer deneyimlere sahip olduğumu aktarmak isterim. Elbette bu yönelim sadece bana değil, Pontos'ta olsun ya da Pontos dışında olsun Pontos Rumlarının temel demokratik hakları için mücadele yürüten herkes için böyledir. İşte son dönemlerde Romeika/Pontiaka diline dönük çalışmalar yapan sanatçılar ve aktivistilr de hedef tahtasına oturtulmuş durumdalar. Tekrar kendi öznel durumuma dönüp de devam edecek okursam, Şırnak'ta 22 Nisan 2017 tarihinde yakalanıp da hapishaneye gönderilmeme neden olan sürecin basamakları Nisan ayının son iki haftasına girdiğimiz günlerde Ermeni ve Pontos soykırımıyla ilgili yazdığım iki yazı ile tamamlanmıştır.

Zaten Pontoslu bir Rum/Elen olarak Kürt halkı ile dayanışmam yüzünden daha önce çok sayıda hakkımda dava ve dosya açılmıştı. Gülenci darbe girişiminin ardından hükümet tüm ülkede OHAL ilan ettikten sonra bu durumu fırsata çevirdi ve ülkede tüm muhaliflere yöneldiler. Roboski katliamının 6. Yıldönümüne sayılı günler kala bizler de yönelime maruz kalanlardandık. O gün gözaltı marifetiyle esir alınmamız da, o süreçte hakkımızda açılan dosyaların davalara dönüştürülmesi de aslında bize verilen gözdağıydı. Hakkımda açılan soruşturmalar, Kürt halkı ile dayanışma için yaptığımız şeyler ve vicdani retçi olduğum için yaptığım çalışmalar üzerinden açılan şeylerdi. O dönemde yeni olan ve OHAL ile ortaya çıkan şey ise Pontos Rum'u olarak yaptığım çalışmalar ve paylaşımlardı. Soykırım sürecinden sonra geride kalan biz Pontos Rumları sessiz kalırsak, kimliğimize dâhil demokratik, anayasal mücadele yöntemlerini kullanmayı tercih etmezsek hiçbir sorun yoktu. Bunu yapmayıp da demokratik, anayasal yöntemler ile kendimize, halkımıza karşı olup bitenleri yüksek sesle dillendirmeye başladığımda, OHAL'i fırsat olarak gören güç tarafıma karşı acımasızca bir yönelime başladı. Süryani halkı şahsında olduğu gibi, tek tük bile kalsak yüzyıllık ırkçı Türkleştirme politikalarını günümüzde yürütenler için bu durum dahi engel olarak görülüyordu. Ne kendi halkına, ailene ne olduğunu soracaksın, ne de kültürümüze, dilimize, tarihimize ilişkin bir çalışma yapacaksın, eğer böyle çalışmalar yaparsanız şahsım örneğinde olduğu gibi ülkeyi terk etmeye kadar varan cezalandırma yollarına maruz kalırsınız. Yukarıda değindiğim gibi bu cezalandırma şahsi değil, benzer yönelimlere maruz kalan başka aktivist ve sanatçılarımız da var. Aslında tüm bu yönelimler 1914 ile 1923 arası süreçte Pontos'ta soykırıma maruz kalmış halkımızın verdiği demokratik hak arama yollarını kapatmak amacını da taşıyor, halkımıza karşı yürütülen soykırım politikalarının devam ettiğinin bir göstergesi durumunda.

Geçmiş soykırımcı güçlerin günümüzdeki temsilcileri sürece göre politikalar üretmeye devam ediyor. Geçtiğimiz yıl Pontos soykırımının yıl dönemi seçim çalışmaları dönemine denk gelmişti ve biz Pontoslu Rumları, Yunanlıları bir kere daha denize dökmek hükümetin seçim vaatleri arasında yer alıyordu. Ayrıca Mustafa Kemal'in muhafız alayı komutanı ve Ermenilerin, Pontos Rumlarının, Kürt halkının kanlı katili çeteci milis albay Topal Osman paylaşılamıyordu . Çeteci milis albayı aklamaya çalışanlar mı dersiniz, yoksa balmumu heykeli yarışına girenler mi dersiniz , konsept inkar ve savaş konseptiydi, her şey, her kampanya ona uygun ilerledi . Aralık 2019 süreciyle birlikte ilk Çin'de ortaya çıkan #Colvid19 virüsü bugün nerdeyse tüm dünyayı etkisi altına almaya başladı. Türkiye de virüsün en yoğun yaşandığı ülkelerden biri ve maalesef İtalya benzeri gevşek bir politika izliyor. Bu yazının konusu elbette virüs değil ama tam bu sürecin ortasında hükümetin başı olan kişi yine bir zor durumu 'fırsat' olarak gördüğünü açıkladı. 24 Nisan yaklaşırken Covid-19 ile ilgili ilginç bir şey yaşandı. Hükümete yakın medyada Ermenistan'ın Covid-19 yüzünden Türkiye'den tıbbı yardım istediği yazılıp çiziliyordu. Herkes bir anda şok oldu. Tabi bu haberin doğrulanması için gözler Ermenistan'a çevrildi. Neyse ki bir süre sonra Ermenistan yetkilileri açıklama yaparak böyle bir şeyin söz konusu olmadığını açıkladı. Peki resmî olarak böyle bir şey söz konusu değilse bu durumun açıklanması ne olabilirdi. Daha önce de birçok kez benzeri durumda yaşandığı gibi, Türkiye devletinin en hayati tehlikeleri yaşadığı dönemlerde, AKP hükümetleri bu dönemleri kendinden yana kazanca dönüştürmek için süreci istismar eder. Hükûmetin başı olan taraflı cumhurbaşkanı RTE bizi şaşırtmayarak Covid-19 virüsüyle ilgili bu durumu 'fırsata' çevirebiliriz demişti. Hazır 24 Nisan yaklaşırken de fırsatlardan yararlanma için bir algı operasyonu için start verildi. Bu algı oyununu patrik seçimlerinde oldukça etkili olduğu Ermeni kilisesi ve din adamları üzerinden yaptı. Bu sefer geçtiğimiz seneden farklı bir yol izlendi, bu süreçte sözde iyi polisi oynuyorlardı. Fırsat da ele geçmişken bu adımla ulusal ve uluslararası kamuoyu manipüle edilerek 24 Nisan anmalarının etkisi kırılmak isteniyordu.

Bu soykırımcı güçlerin neler yapabileceğini, yukarıda izledikleri bazı politikaları irdeleyerek göstermek istedim. Bu hastalıklı yapının ne kadar tehlikeli olduğu gün gibi ortada, şimdi bu modern Abdülhamitlerin, Enverlerin, Talatların, Mustafa Kemallerin politikalarına karşı çıkmayanların Ermeni soykırımına karşı dayanışması da sahtedir, yalandır ve iki yüzlüdür. Yüzyıllık soykırım politikalarını boşa çıkaracak bir dayanışma ruhu gerekmektedir. Ancak o zaman ilk etapta Ermeni halkına, Pontos Rumlarına, Süryani halkına yapılan ikinci etapta Kürt halkı ve Alevî kesimiyle devam eden bu coğrafyanın ırkçı manada Türkleştirilmesi politikaları boşa çıkarılmış olur. Ermeni soykırımın 105. yıldönümü vesilesiyle soykırım mağduru olan mazlum Ermeni halkının acılarını paylaştığımı bir kere daha belirtirken, dayanışma duygularımı da iletmek isterim.

Hoşça Kal Sofyacığım

31.03.2020 I Demokrat Haber I Yannis Vasilis Yaylalı

Αγαπητή Σοφία, η μητέρα μας άφησε ορφανά. Μπορείτε να κοιμηθείτε ειρηνικά.

Lefter (Mehmet dedem), büyükbaba Konstantin'in Pontos soykırımından kaçarken geride bırakmak zorunda kaldığı ilk çocuğudur. Yunanistan'da tekrar erkek çocuğu olunca, ilk çocuğunun adını yaşatmak için ona da Lefter adı verilir.

İşte o Lefter (Mehmet) dedemin kardeşi Lefter'in eşi sevgili Sofya kalçasını kırdığı için hastanede yatıyordu. Ziyaretine de gitmiştim, biraz silkinse kalkacak kadar iyi gözüküyordu. Ama bugün Sofyacığımın torunu küçük Sofya kötü haberi bana verdi. Sofyacığım bizi yetim bırakarak aramızdan ayrılmış.

Sofyacığımın yaşı yüze yakındı, laf lâfı açıp da mevzu yaş meselesine ne zaman gelse uzun yaşaması hakkında 'demek ki seni görmek içinmiş' derdi .

Ah be Sofyacığım seni çok geç tanıdım ama enerjin tüm hücrelerime kadar nüksetti. Kalbi yüzüne yansıyan insanlardandı, sık sık Türkiye'de kalan Lefter yani dedem Mehmet üzerine konuşurduk. Kayınpederi Konstantin'in , eşi Lefter'in dedemi arayışlarını anlatırken gözleri dolu dolu olurdu. Ben de bilerek konuyu değiştirir tekrar gülümsemesini sağlardım.

Dedemin ailesini bulmak için seneler önce yola koyulduğumda dedemin kardeşi olan Lefter'in yaşadığını zannediyordum. O yüzden Türkiye'de OHAL uygulaması devreye girip de tutuklandığımda tek hayıflandığım şey Lefter’i göremeden yaşamını kaybedeceği korkusuydu, çünkü yaşamış olsa o da yüz yaşına yakın olacaktı. Zaten tutuklanmalara, gözaltılara, işkencelere alışığız. Sıra neferi gibi sıran geldi mi hapishaneye gidersin o kadar ama kim sorsa sırası mi şimdi diyordum. Çünkü yüz yıl önce ailemiz, halkımız, yurdumuz paramparça edilmişti ve bin parçaya ayrılmıştık. Tam yüz yıl sonra ailemizin diğer parçasını bulmaya ramak kalmışken bu tutuklamayı kabul edemiyordum.

Neyse içeride iken dünya güneşin etrafında bir tur attı, ikinci tura hazırlanıyordu ki mahkeme heyetinin değişmesiyle birlikte ben de tahliye edildim. Baktım tekrar tutuklanmam söz konusu, yarım kalan yüzleşmeyi hapishaneye yeğledim. Küçük bir Meriç macerası ile Yunanistan'a geçtim. Bir süre mültecilik başvuruları ve Pontos panelleri, toplantıları araya girdi, onları da halledince heyecanla arayışa kaldığım yerden devam ettim. Drama'nın Lefkoya köyünde akrabalarımı buldum. Lefkoya Pontos’ta bulunan köyümüz gibi yine dağların yamacındaydı, Bulgaristan sınırına da birkaç yüz metre uzaklıkta bir yerdi.

Neyse gel derken, git derken asıl akrabamız Almanya’da yaşıyordu, oradan geldi. Ve köyde onun yaşadığı eve gittiğimizde kız kardeşi ve Sofyacığım ile karşılaştım. Daha ilk gördüğümde, bana içten sarılmasında ona içim kaynamıştı. Sanki o yaşına kadar taşıdığı sırlardan kurtulmak ister gibi, fırsat buldukça geçmişten, kayınpederi benim büyük büyük babam Konstantin'den, eşi Lefter'den ve dedem Mehmet'den (Lefter ) konuşurduk. Hep durup durup Sofyacığım Konstantin dedenin Pontos'ta, Bafra'da kalan ilk çocuğu olan Lefter'i aradığını ve bunun için çok ağladığını anlatırdı.

Belki Lefter dedeyi göremedim çünkü ben oraya gelmeden seneler önce yaşamını yitirmişti ama adeta ölüme ayak direyip beni beklemiş dünyalar güzeli Sofyacığım ile tanıştım. Her fırsatta yanına gitmeye çalıştım, kalça kırılmasından dolayı hastaneye yattığında da koşa koşa yanına gittim. O narin ellerini son kez o hastanede tuttum. Ben yanına ulaştığımda sanki tüm ağrılarından arınmış gibiydi. Hastanede değil de evindeki yatağında uzanmış da bizi ağırlıyor gibiydi. Sofya ile beraber kızı Anastasi'ye takıldık, güldük, konuştuk. Demek ki sonsuz bir uykuya hazırlık yapıyormuş, biz oradan ayrılırken aramıza döneceğini düşünürken başta dediğim gibi, güzel Sofya bizi yetim bırakıp gitti.

Şimdi eşi Lefter ile aynı mezarı paylaşacak, belki de onu ilk gördüğünde kardeşi Lefter'i bulduklarını anlatacak, hatta Lefter'in evlenip çocuk yaptığını ve erkek çocuklarından Yavuz'un oğlu Yannis Vasilis ile tanıştığını söyleyecek. En önemlisi de artık kardeşinin yetim olmadığını ailesine kavuştuğunu anlatacak . Artık sonsuz uykumuza huzurla yatabiliriz diyecek.

Umarım büyük baba Konstantin'i de bulup onun da ızdırabını sonlandırırsınız. Büyuk baba Konstantin ağlamasın artık, oğlu Lefter sahipsiz değil, bilsin ki onun da sonsuz uykusuna eşlik edecek bir mezarı var.

Sofyacığım seni hep o gülen yüzünle hatırlayacağım, devrin daim olsun. Huzur içerisinde uyu.

Ne diyeyim bize, ailemize, halkımıza tüm bu acıları yaşatanlar gün yüzü görmesin emi…

Yorgo Andreadis'in Tolika'sı Yol Göstermeye Devam Ediyor

22.12.2019 I Demokrat haber I YannisVasilis yaylalı

Yorgo Adreadis'in Tolika kitabının kahramanları ile Yunanistan'da, Selanik'te bir aradaydım. Kitaptaki kız kardeşlerden Sofia'nın kızı Eleni'nin oğlu Panagioti ile Tolika ve arayışları üzerine konuştuk ve tekrar bir yüzleşme savaşçısı olan Yorgo Adreadis'i andık.

(İlgili bir haberi buradan okuyabilirsiniz)

Yorgo Andreadis ömrümü Yunan -Türk kardeşliğine adamış, bu anlamda birçok yüzleşme çalışması olan kitaplar ortaya çıkarmıştır. “Tamama”, “Tolika”, “Gizli Din Taşıyanlar” Türkçe’ye çevrilmiş kitapları arasında yer alır. Hatta “Tamama, Pontus’un Yitik Kızı” adlı kitabı ile Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü’ne layık görülmüştü. Kitabı, Yeşim Ustaoğlu tarafından “Bulutları Beklerken” adıyla sinema filmi de yapıldı. Yorgo Andreadis'in Tolika kitabı Bafra'da geçer ve iki kız kardeşin dramı üzerinden Pontos soykırımı surecinde yaşanan acılar anlatılır.

Belge Yayınları’nın Türkçe'ye kazandırdığı bu kitabı okuduğumuzda o yangın yıllarında kız kardeşler için zorlu bir yolculuk başladığını görürüz. Bu göz gözü görmeyen günlerde Yunanistan'da sonuçlanacak olan mecburi yolculukta kardeşlerden ancak biri, Sofia Yunanistan'a ulaşmayı başarırken Tolika kötü kalpli Hüseyin'in hışmına uğramış ve daha köyden yeni çıkmışken at arabasından atıldığı için Türkiye'de, Karadeniz'de Bafra'da kalmıştır. Her şeyi yapmasına rağmen Sofia bir daha kardeşine kavuşamaz.

Kitabın eksik bıraktığı yerlerde ise Selanik'te buluştuğum Panogioti devreye giriyor ve Sofia'nın Yunanistan'a yerleştikten sonra ekonomik zorluklar yüzünden çalışmak için gittiği Almanya'da da Kızılhaç aracılığıyla kardeşini aramaya devam ettiğini ama ne yaptıysa sonuç alamadığını bize aktarıyor. Sofia'nin ailesinde herkes Tolika'dan haberdardır. Sofia'nin acısı torununa da geçmiştir. Torunu okulda bir edebiyat ödevi olarak bu konuyu işler, bu hocasının dikkatini çeker ve bu konularda araştırma yapan Yorgo Andreadis'e bu durum ulaştırılır.

Eldeki bilgiler ile yola koyulur yazar Andreadis, baba toprağı Karadeniz'e çok kez gittiğinden birçok yerde arkadaşları vardır ve beraberce Tolika'yı bulmaya koyulurlar. Bafra'da edindiği dostları her şeylerini Tolika'yı bulmak için vakfederler. Ama 90’lı yıllar Jitem’in, kontra gerillanın Karadeniz’e yerleştiği yıllardır ve Yorgo Adreadis'in yaptığı bu yüzleşme çalışmaları bu çevreyi rahatsız eder. Bu çevre bir süre sonra yaptığı çeşitli provokasyonlar ile Yorgo Adreadis'in Türkiye'ye girmesini yasaklatırlar.

Tolika'nin akıbeti için tam ümit doğmuşken bu provokasyon yüzünden maalesef bir sonuca ulaştırılamaz. Yorgo Andreadis ne yaptıysa bir daha Türkiye'ye alınmaz. En çok istediği, arzusu Pontos'ta, Karadeniz'de baba ocağında son zamanlarını geçirmektir ama ceberut devlet buna izin vermedi. 2010'un ortalarında ise hastalığı yüzünden Yorgo Adreadis yaşamını yitirdi.

Bu ceberut devlet için Kürtlere karşı savaşmaya gittiğimde, PKK gerillalarına esir düşmüştüm. Hiçbir şeyin ezberde anlatıldığı gibi olmadığını anladığımda, gördüğümde savaşın PKK ile değil de Kürt halkına karşı verildiğini ve köylerinin, yurtlarının o yıllarda nasıl yakılıp yıkıldığını anladığımda devlet de benim bir devşirme, bir dönme ailenin bir bireyi olduğumu gözüme soka soka anlattı. Akılla artık Pontoslu bir Rum olduğumu, ailemin kılıç artığı olduğunu öğrenmiştim. Ama kimliğimi ruhsal anlamda kabul etmem, sahiplenmem Yorgo Adreadis’in yüzleşme kitaplarıyla olmuştur. Bu yüzden bir vefa borcu olarak elinde olmayan nedenlerden dolayı tamamlayamadığı Tolika'yı ya da akıbetini bulmak için kolları sıvadım.

Geçmişimden dolayı Bafra ve çevresinde bu çalışmayı, bu araştırmayı ben yapamazdım. Bu çaba için öyle doğru insan seçmişim ki iğne ile kuyu kazar gibi tüm köyleri didik didik ederek Tolika'nın akıbetini de tek yaşayan oğlu olan Memed'in izini de buldu. Bulmakla da kalmadı, Tolika kitabında geçen mektup adresine mektup göndererek de aile ile bağlantıya geçti. Bir kere daha gazeteci, yazar Gonca Vural'a insan üstü çabaları için buradan teşekkür ediyorum.

(İlgili bir röportajı buradan okuyabilirsiniz)

Nasıl ki Tolika'nın yazarının ömrü yermediyse Tolika'nın akıbetini ortaya çıkarmaya, kardeşi Sofia da Tolika'nin akıbetini öğrenemeden hasta yatağında kardeşinin ismini sayıklaya sayıklaya yaşamını kaybetti. Zaten Tolika da çok genç yaşta yetim bir müslüman ile evlendiriliyor. Daha sonra gavur denilerek zorla boşandırılıyor ve bir inek parasına hizmetçi olarak satılıyor ve bir sene içerisinde zatürreden yaşamını yitiriyor. Oğlu ise bir müslüman aile tarafından büyütülüyor. Müslüman aile adını Mehmet koyuyor, Mehmet büyüyünce kendisi gibi yetim kalan bir Rum kadını ile evleniyor.

Belki bu büyük acının ilk tanıkları kardeşler bir birbirlerine kavuşamasa da iki kardeşin çocukları, kuzenler Gonca Vural ve arkadaşlarının gayreti ile Bafra'da buluştular. Gonca Vural da bana kuzenlerin buluşma anını anlatırken ağlamaklı olmuştu, denizin öteki yanında Yunanistan'da bir araya geldiğim Sofia'nin kızı olan Eleni annenin oğlu Panagioti'de gözleri dola dola annesinin kuzeniyle buluşma anını anlattı. Gonca Vural bana o mektubu gönderme anını anlatırken denize bırakılan notlu şişe misali yaptığını ve nerdeyse cevap gelmeyeceğini bile bile yine de gönderdiğini söylemişti. Panagioti de Sofia ile kardeşi Tolika’yı arayışta tüm ümitlerini yitirdikleri bir anda Tolika ve akıbetini dillendiren mektubu aldıklarında nasıl şaşkına döndüklerini, heyecanlandıklarını ve annesi Eleni'nin mektupta verilen numarayı gözyaşları içerisinde aradığını anlattı.

Panagioti ile uzun uzun konuştuk ve Eleni anneyle telefonda görüşerek ileride bir araya gelmek için randevulastık . Elbette Tolika'nın Türkiye'deki ve Yunanistan'daki ailesi ile ilgili gelişmeler bitmedi. İleride sizlerle gelişmeleri paylaşmaya devam edeceğim. Sofia'nın Tolika'yı sayıklaya sayıklaya yaşamını yitirdiğini duyunca keşke dedim elimizi biraz daha çabuk tutabilseydik de kuzenlerden önce birbirlerini neredeyse bir asır arayan kardeşleri buluşturabilseydik. Bir asır yangın yeri olan yüreğine kardeş buluşması bir nebze su olabilir ve yaşamının sonunda bu dünyaya birazcık huzurla veda edebilirdi. Sevgili Tolika, Sofia ve tüm bu dramı ortaya çıkaran büyük yürekli güzel insan Yorgo Andreadis devriniz hep daim olsun, huzur içinde uyuyun.

Peki yüzyıl öncesinde yaşayanlardan bir ders çıkardık mı, devletler acısından bakacak olursak hiçbir ders çıkarılmadığı ortada, geçmişte atalarının yaptığı hatayla yüzleşip bunun gereğini yapmak yerine devlet Suriye'de Rojava'da olduğu gibi yeni yeni yaralar peşinde, yeni tehcirler, katliamlar peşinde. Yani başka başka yaralar peşinde koşan devletten ve o devletin yöneticilerinden yüzyıl önce yaşananlar ile empati beklemek elbette olası değil. Ama devletlerin dışında denizin iki yakasında da büyük yüzleşme için, yeniden bir arada yaşamı savunmak için Eleniler, Panogiotiler, Goncalar, Recepler var. Devletlerin ceberut yüzüne karşın Don Kişotvari mücadele etmeye devam ediyorlar.

Bana gelince bana ruhumu, kimliğimi kazandıran o güzel insan, hakikat arayışçısı Yorgo Andreadis'e vefa borcumu ödemeye devam ediyorum. Andreadis'in inkara, soykırıma, talan ve yalana karşı, bir bayrak gibi taşıdığı insanlık, kardeşlik mücadelesini biz devraldık ve yaşadıklarımızla empati kurulabilmesi için iğneyle kuyu kazar misali çabalayarak halklara neyin ne olduğunu, dilimiz döndüğünce anlatmaya devam edeceğiz.

Tolika’nın sadece bir sembol değil, ayrıca bir çağrı, bir yol gösterici olduğunu belirtmeliyim. Pontos'ta yatan binlerce sahipsiz ölülerimizin adalet çığlığını bizlere haykırıyor. Eğer Karadeniz'e, Pontos'a yolunuz düşerse eğilin ve toprağı dinleyin, altından yükselen adalet feryatlarını duyacaksınız...

Benim Ailem Mafyayla Bile Görüşmüştü

14.09.2019 I Demokrat Haber I Yannis Vasilis yaylalı

HDP önünde oturanlardan biri de PKK tarafından esir alınan askerlerden birinin yakını Şevket Altıntaş. Orada devlet için “Kameralar önünde ayrı, kameralar yok iken ayrı konuşuyorlar” demişti. Şimdi ben bir şey daha ekleyeyim, o Süleyman Soylu timsah göz yaşları ile yanınızdayken ona ve devlete bağlı kuvvetler şu an oğlunun da aralarında olduğu esirlerin tutulduğu PKK kampını bombalıyor. Nereden mi biliyorum ben de 1994’ten 1996 sonuna kadar PKK'nin elinde esir kalan askerlerdenim. Devlet yeter ki bizim bulunduğumuz kampları tespit etsin, içerisinde olduğumuz kamplar bu yüzden onlarca defa toplar ile uçaklar ile havanlar ile acımasızca vuruldu. Düşünün ki bizler ile görüşmek için bulunduğumuz kamplara gazeteciler geliyordu, onlar işleri bitip de ayrılır ayrılmaz içerisinde olduğumuz kamplar savaş uçakları ile bombalandı. Bu durum bir değil iki değil, defalarca oldu. Eğer o şartlarda bizi kaçıranlar doğru önlem almasa şimdi bu yazıyı da yazamayacaktım.

Ailemden iyi biliyorum sizlerin samimiyetine bu yüzden inanıyorum. Denize düşen yılana sarılır misali her kapıda şansınızı deniyorsunuz, bizimkiler onlarca adresten sonra beni kurtarmak için mafya ile bile görüşmüş hatta yüklüce parayı onlara kaptırmıştı. Ben daha önce de belirtmiştim sizler ve çocuklarınız için elimden ne gelirse yapmaya hazırım ama HDP binası önünde devlet daha önce de deneyip sonuç alamadığı çirkin bir oyun oynuyor. Devleti ve siyasetini iyi tanıyan biri olarak sizleri bu konuda uyarmak isterim. Bir daha yanınıza o yetkililerden biri geldiğinde onlara sorun oğlunun 'hangi kampta tutulduğunu' biliyor mu. Eğer bilmiyorum derse, o zaman anlayın ki o yetkili oradayken oğlunuz bombalanıyor demektir. Peki o zaman en can alıcı soruyu da şu şekilde ekleyin 'siz oğlumu şu an dahi bombalıyorken hangi yüzle buraya geldiniz?'

Ama lütfen ihmal etmeyin, eğer oradaki nöbet eylemi bitmeyip devam ederse, yanınıza gelen ilk yetkiliye yukarıda hatırlattığım soruları sorun ki nasıl bir oyunun parçası haline getirilmeye çalışıyorsunuz görün. Şimdi gerçekten çocuğunuzu istiyorsanız, timsah göz yaşları ile yanınıza sokulup demagoji yapan ve bunu yaparken de oğlunuzun bulunduğu kampları bombalayan kesimden bir an önce uzaklaşın . Çünkü onların iktidarı senin çocuğunun ve ötekilerin çocuklarının kanı üzerinden besleniyor. Senin ve çocuğunun yaşadığı şey sonuçtur, sadece sonuç ile uğraşıp gerisi beni ilgilendirmez dersen bunun gibilerden yakanı kurtaramaz ve oğluna sağ salim kavuşamazsın. O yüzden nedeni de sorman gerekiyor, çocuklarınızın kanı üzerinden neden bu anlamsız savaş devam ediyor, bunu sorman lazım. Bu durumla hesaplaşman, yüzleşmen lazım ki her seferinde oyuna gelip aldatılmayasın.

İste o zaman sadece kendi çocuğunu değil, tüm çocukları bu kan içicilerin, savaş sevicilerin elinden kurtarmış olursun. Egemenlerin elinde ne kadar güç olursa olsun savaşı meşrulaştıramadığı sürece savaş yapamaz, savaşın meşruluğu ise senin, benim ve ötekinin oluruyla sağlanabiliyor. Egemenlerin ne kadar gücü olursa olsun meşruluk oluru almadan ben savaşa devam edebilirim diyemez. Eğer hep bir ağızdan bizim savaşa verecek çocuğumuz yok dersek o zaman başka yol denemekten başka şansı kalmayacak. Bunun için de güzel kardeşim senin barış yanlılarının yanında olmaktan başka alternatifin yok, dediğim gibi çocuğunu sağ salim istiyorsan sıtmadan, veremden kaçar gibi bunlardan kaçman lazım. Bunlar şu an sana savaştan ve ölümden başka bir şey veremezler, unutmadan bir de sahte timsah gözyaşları hepsi o, başkaca da bir şey veremezler.

Bu vesileyle bu savaş deliliğine karşı sen ve senin gibi savaş mağduru kesimler de bizimle birlikte olur ve mücadele yürütürse bu savaşı durdurabiliriz. O zaman hep birlikte PKK ve TC devletine elindeki tüm tutsakları bırakma ve normalleşme çağrısında bulunabiliniz, işte o zaman bayram yeri olur her yer. Çocuklar anne babalarına, baba ve anneler de çocuklarına kavuşurlar. Ve ondan sonra ölümler sadece ecelle olur…

Çocuklarınızı Dağa Çıkarmış Olanlarla Omuz Omuzasınız

10.09.2019 I Demokrat Haber I Yannis Vasilis Yaylalı

Çocukları için HDP kapılarına oturmuş aileler, HDP binalarını ”Diyarbakır’da analar, evlatlarını bölücü örgütün elinden kurtarmak için destansı bir mücadele veriyor. Tüm gücümüzle ekmeklerinin peşindeki işçilerin de evlatlarına kavuşmaktan başka gayeleri olmayan anaların da yanlarında olacağız” diyerek sizlere hedef gösteren zatın icraatlarını sizlere biraz anlatmak istiyorum.. Zannetmeyin ki TC’nin taraflı Cumhurbaşkanı bu zat ilk defa böyle bir açıklama yapıyor. Hiç de öyle değil, bakın anlattıklarımı okuyunca omuz verdiğiniz kişinin nasıl bir demagoji ustası olduğunu göreceksiniz

CUMARTESİ ANNELERINE NE SÖZ VERDİ VE NE YAPTI?

Tarih 2011’i gösterdiğinde o dönem başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde 1995’ten bu yana her cumartesi Taksim’deki Galatasaray Lisesi önünde kayıp yakınlarının bulunması için oturma eylemi yapan Cumartesi Anneleri’ni kabul etmişti . Yaklaşık iki saat süren görüşmede ise “Ne iş yaptıklarını bilmiyorum, Cumartesi Anneleri birileri tarafından kullanılıyor” şeklindeki sözlerinizin yanlış anlaşıldığını, böyle bir şey söylemediğini ifade ederek Berfo annenin de aralarında olduğu heyete kayıp yakınlarını bulma sözü verdi, en azından cinayetleri aydınlatma sözü verdi. Sonra çok geçmeden verdiği tüm sözleri unutarak yine başbakanlığı döneminde grup toplantısındaki konuşmasında Cumartesi Anneleri’ni hedef göstererek dünya medyasına çatmış ve “Galatasaray Lisesi’nin önünde gelip, oturma eylemi yapanları yazardınız, çizerdiniz, görüntülerdiniz. Peki yavruları dağa kaçırılan bu anneleri niye görmüyorsunuz, niye bunları yazmıyorsunuz?” diye tepki gösterdi. Sonrası malum 700. Hafta itibarıyla Cumartesi Anneleri polis zoruyla bir daha Galatasaray meydanına sokulmadı.

ROBOSKİ AİLELERİNE NE SÖZ VERDİ VE NELER YAPTI?

Roboski katliamı gerçekleştiğinde Recep Tayyip Erdoğan önce Genelkurmay başkanını tebrik etti. Ardından herkesin kanını dondurarak olan şu cümleyi sarf etti: “30-40 kişilik grup, katırlar, insanlar var. O yükseklikten bu Ahmet midir? Mehmet midir? Bilmek mümkün değil. TSK görevini samimi şekilde yapmıştır. Tazminatı da açıkladık. Ama birileri istismar ediyor. Allah aşkına tazminatsa tazminat… Bizim resmi tazminatımız ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz. Kusura bakmasınlar.”

Ve bu açıklamaların dozajı artarak devam etti. Yine başbakanlığı döneminde ASKİ Spor Salonu’nda düzenlenen AKP Genel Merkez Kadın Kolları 3. Olağan Kongresi’ndeki konuşmasında kürtaj ile ilgili açıklamasında Roboski katliamını hedef göstererek ”Bu ifademe karşı çıkan bazı çevrelere ve medya mensuplarına sesleniyorum. Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz ‘Uludere’ diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir” dedi.

Savaş dönemine ara verildiği ‘çözüm süreci’nde, etkisi büyüyerek artan Roboski katliamı için verilen mücadeleyi bitirmek düşüncesiyle dönemin HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ı devreye sokarak o dönemde Şırnak’ta açılış töreni yapılacak olan Şerafettin Elçi havaalanında Roboski aileleriyle görüşme yapıldı. Aynı Cumartesi annelerinde olduğu gibi daha önce Roboski ailelerine yaptığı tüm suçlamaları, hakaretleri unutarak, hatta genel kurmay başkanını kutlamasını da unutarak toplantıya Roboskili Aileler adına katılan Veli Encü yaptığı açıklamada Erdoğan’ın “Operasyon talimatını ben vermedim” ve “Yaşananlardan üzüntü duyuyorum” dediğini aktardı. Başbakan’ın üzüntüsünü inandırıcı bulduğunu söyleyen Encü, Erdoğan’ın samimiyetinin ise ancak Roboski soruşturmasıyla ilgili atılacak adımlardan sonra anlaşılacağını belirtmişti.

Tabi nasıl bir demagog ile karşı karşıya olduklarını bilmedikleri için Encü bu açıklamayı yapmıştı. Kısa sürede samimiyetsizlik ortaya çıktı. Daha çözüm süreci bitmeden Roboski ailelerine yönelim başlamıştı. Çözüm sürecinin bitmesi ve başarısız darbe girişiminin ardından hükümetçe ilan edilen OHAL sonrası önce Roboski Derneği kapatıldı. Roboski’de yaşayan aktivistler olarak bizler uyduruk soruşturma ve kovuşturma sonrası tutuklandık. Ardından Roboski ailelerinden Ferhat Encü ve Veli Encü tutuklandı. Her perşembe yapılan adalet nöbeti yasaklandı. Roboski dosyası da açılmamak üzere kapatıldı.

SIZE NE SÖZ VERDİ BİLMİYORUM AM.A NE YAPACAKLARI ORTADA

Kendi personelleri için neler yaptılar..

Bundan seneler önce, daha devlette o kadar etkili olmadıkları dönemde Recep Tayyip Erdoğan, Avusturya radyosuna verdiği bir röportajda savaşta yaşamını yitiren askerler için “kelle” ifadesini kullanmıştı. Hatta bu yüzden açılan dava sonucunda 3 kuruş ödemeye mahkum edilmişti. Bu karar Yargıtay tarafından da onanmıştı. Aradan yıllar geçtikten sonra ordu da dâhil neredeyse tüm kurumlarda etkili olmaya başladığında ve çözüm değil de savaşın rantının gerekli olduğu dönemde, savaşta yaşamını yitirenlerin tabutuna yaslanarak kendi politikalarına karşı çıkanlara karşı görülmedik şekilde bir provokasyona girişti ve bunun sonucunda bu provokasyondan etkilenen bir kişi Ankara’da CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na saldırdı.

Daha onlarca örnek var ve sizlerle paylaşabilirim fakat öyle bir şey var ki bunu mutlaka size anlatmam lazım. Hükümet PKK’den çocuklarınızı almak için HDP önünde eylem yapan sizleri sahiplendiğini defaatle açıklıyor. Şimdi hükümeti ve ortaklarını biliyoruz, belki de Cumhuriyet kurulalı beri böylesi bir milliyetçi cephe görmedik. Şimdi böylesi bir yapının Kürtlerle savaş için bir araya geldiğini bilmeyen yoktur. Kürtlerin inkarı bu üç yan-yana gelmezi bir araya getirdi. Bu hükümet önce askeri, polisi, korucuyu mu düşünür yoksa sizleri mi?

Sizin izninizle, olurunuzla, ya da sizden bağımsız çocuklarımız Türkiye Cumhuriyetine karşı savaşmak için dağa gitti. Ya da hadi aklı çelinerek dağa götürüldü. Hükümetin isteklerinin, yapmaya çalıştıklarının dışında samimi de olabilirsiniz, benim bu konuda size karşı hiçbir önyargım yok ama şu an PKK‘nin elinde devletin PKK’ye karşı savaşa gönderdiği onlarca esir asker, polis, korucu var. Yaklaşık dört senedir bu çocuklar orada. Şimdi allah için düşünün size defaatle destek açıklayan bu hükümet , onun kontrolündeki basın, medya hatta size destek açıklayan MHP, Vatan Partisi, BBP ve diğerleri hatta size ekmek taşıyan polisler bu çocukları kurtarmak için tek bir şey dahi yapmışlar mıdır?

Onlarca gözü yaşlı anne, baba, çocuklar ve eşler dört senedir çocuklarına kavuşmak istiyor. Sizlere ‘destansı mücadele’ yürütüyor diye açıklama yapanlar düşünün ki kendi devletleri, bayrakları ve Türk milleti için savaşa gidip de esir düşen asker, polis ve korucu için kıllarını kıpırdatmıyor. Sizce bu işte bir terslik yok mu, kendi personelini kurtarmak için kılını kıpırdatmayalar, senelerdir bu çocuklar sağ mı, ölmüş mü diye gecesi gündüzüne karışmış gözü yaşlı anneler, eşler, babalar ve çocukların dramlarını görmeyenlerin, öyle ya da böyle kendilerine karşı savaşma için dağa çıkmış olan çocukların yakınları olarak sizlere yaklaşımı ne kadar samimidir?

Yanlış anlamayın, size çocuklarınıza kavuşmayın, çocuklarınızı aramayın demiyorum ama kimle aradığınıza, kimle omuz omuza verdiğinize dikkat edin diyorum. PKK’ye katılımın en yoğun olduğu dönemler Kürt halkına yönelimlerin en yoğun olduğu dönemlerdir. Şimdi çözüm sürecinin bitirilmesi ardından yaşanan darbe girişimi ve sonrasında ilan edilen OHAL ile birlikte iktidarını kaybetmek istemeyen hükümet PKK ile mücadele adı altında Kürt halkına soykırım dayatmadı mı? Sizler buna şahit değil misiniz, şehirler, köyler içerisindeki insanlar ile yok edilmedi mi? Yüzbinlerce insan evlerini, yurtlarını terk etmedi mi? On binlerce siyasetçi hapishaneye konulmadı mı? Şimdi olduğu gibi Kürtlerin tüm belediyeleri işgal edilmedi mi? PKK’ye katılımın en yoğun olduğu dönemler işte bu dönemlerdir. Yani sizin olurunuz ya da iradeniz dışında çocuğunuzun dağa çıktığı dönem bu dönemdir.

Ne demiştim eğri oturup doğru konuşacak olursak çocuğunuzun dağa gitme sebebi hükümetin siyasi ikbali için içerisine girdiği savaş sürecidir. Senin bugün HDP binası önünde eylem yapmanı isteyenler o çocukları dağa gönderdi aslında. Sana omuz veren bu kişilerden, kurumlardan kurtulmadığın sürece bu çocukları dağdan indiremezsin.

Çocuğunu gerçekten istiyor musun, önce buna karar vermen gerekir. Hükümet ve ortakları için oradaysan, onların nasıl bir pratiğe sahip olduğunu dilim döndüğünce yukarıda anlatmaya çalıştım. Yok ben çocuğum yanımda olsun istiyorum diyorsan o zaman yukarıda değinmeye çalıştığım haksızlığa uğrayanlar ile kullanılan ile, görmezden gelinen ile bir araya gelip birlikte bu mücadeleyi yürütmeniz gerekiyor. Yok ben bildiğimi okurum dersen hükümet için sadece istismar malzemesi olarak kalırsın ama çocuğuna asla kavuşamazsın, çünkü omuz verdiğin kişiler onun dağa gitmesini sağladı.

ÇAĞRI

Yazımı bitirirken 94-96 arasında PKK'nin elinde esir kalan eski bir asker olarak, PKK’nin elinde esir olanların yakınlarına da sesleniyorum. Madem bu kadar annelerin gözyaşlarına dayanamayan, hümanist bir hükümet ve ortakları var. Sizler de çocuklarınıza kavuşuncaya kadar, çocuklarınız kurtarılıncaya kadar gidin onların kapısında eylem yapın, gidin binaları önünde oturun ve çocuklarınız gelmeden de kalkmayın. Bakalım hükümet yetkilileri ve ortakları size de desteklerini açıklayacak mı? Polisler sizlere yemek taşıyıp, korumanızı alacak mı?

PKK’yi de bu iktidarda bulunan istismarcı yapıyı boşa çıkarmak için ellerindeki esirleri bırakma çağrısında bulunuyorum. Ayrıca hiçbir denetime gerek kalmadan 18 yaşına girmeden katılım yapmak için yanlarına gelen çocukları salıverme çağrısında bulunuyorum.

Vicdani Retçiler Yaşarken Ölmeyi Kabul Etmiyor

25.08.2019 I Demokrat Haber I Yannis Vasilis Yaylalı

Vicdani retçilere de dönemin ruhuna uygun yönelimler devam ediyor. Siirt'te yaşayan vicdani retçi ve insan hakları savunucusu arkadaşımız Zana Aksu girdiği üniversite sınavında Siirt'te bir yüksek öğretim programını kazanmasına rağmen vicdani retçi olduğu gerekçesiyle kazandığı yüksek öğretim programına kaydı yapılmadı.

Arkadaşımız Zana Aksu bu duruma ilişkin sosyal medya hesabından "Emeğimle kazandığım Siirt üniversitesi uygulamalı İngilizce ve çevirmenlik bölümünü vicdani retçi olduğum gerekçe gösterilerek kaydım yapılmadı. Eğitim hakkının engellenmesi suçtur. Vicdani ret haktır" diyerek duyurdu.

Vicdani Ret en temel insani haktır, her fırsatta demokrasi şampiyonu gibi kendini gösteren TC yetkililerini vicdani retçilere saldırma yerine uluslararası sözleşmeler ve altına imza atarak sorumluluk yüklendiği belgelerden doğan görevleri yerine getirmeye çağırıyorum.

Vicdani retçiler yaşarken ölmeyi kabul etmiyor. Bir an önce bu beyaz ölüm sayılacak durum düzeltilmeli, arkadaşımızın hakları teslim edilmeli ve bir daha buna benzer yönelimlere maruz kalmamaları için altına imza attıkları uluslararası belgelerin, antlaşmaların gereği olarak derhal vicdani ret ile ilgili yasalarda düzenlemeler yapılmalı.

Demokrasi ülkede askıya alınınca bundan herkes etkilenir, bu yüzden batıda ormanları, suları için mücadele eden aktivistler, Kürt illerinde kayyum aracılığıyla belediyelerine el konulduğu için mücadele eden aktivistler ve böylesi dönemlerde beyaz ölümü oldukça hisseden savaş karşıtı vicdani retçiler ortak mücadele hattı oluşturabilmeli ki bu zülüm dönemini en az zararla atlatabilsinler. Kim bilir hatta belki bu zülüm ortamını oluşturanlardan kurtulma şansı bile doğabilir.

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

#VicdaniRetHaktır

Gerçekten Kardeşlik İçin Yeni Haziranlar Gerekiyor

22.08.2019 I Demokrar Haber I Yannis Vasilis Yaylalı

Kitlelere…

Söz konusu Kürtler olunca sizi iyi tanıyoruz ve yapabileceklerinizi İyi biliyoruz. Ama hala CHP nasıl bir parti bilmeyen ve Haziran sıcaklığının ortağı olan kitlenize sesleniyorum, artık partinizi aşma zamanı. Bir adım ileri atın ki sizi tutmak istedikleri o arafı yerle yeksan edin.

Bu CHP Kürt halkı ile aranızdaki en büyük engeldir. AKP’nin neler yapabileceğini bildiğimiz halde o dokunulmazlık oyununa CHP'nin, Kılıçdaroğlu'nun nasıl katıldığını gördük. Bugün HDP'ye en yoğun saldırı o değişikliklerin sonucunda yaşandı. Ama AKP saldırıda Kürtler ile yetindi mi, hayır. Enes Berberoğlu'nun da dâhil olduğu birçok CHP’li milletvekili bu yüzden içeri alındı.

Ve Kılıçdaroğlu kendinin de neden olduğu süreç yüzünden sokak çağrısı yapıp adalet yürüyüşü yapmadı mı? Tüm o saldırı süreçlerinde ve sonrasında Kürtler partinizi ve sizi yalnız bıraktı mı? Hatta binbir hile ile belediyeler elinizden alınmaya çalışıldığında, size o belediyeleri tekrar HDP ve Kürtler kazandırmadı mı? Şimdi Amed, Van ve Mardin belediyelerine kayyum atandı. Tüm bu süreçlerin başlangıcı olacak dönemde Kılıçdaroğlu AKP'ye destek vermişken, şimdi Kürtlerin batıya, kardeşlerine ihtiyaç duyduğu bir anda Kılıçdaroğlu ve CHP merkezi marifetiyle batı Kürt kardeşlerine sırtını dönüyor, buna izin vermeyin.

Unutmayın AKP faşizmine karşı Haziranları yaratan liderler, partiler değil, tabandan gelen büyük rahatsızlık idi. Şimdi gerçekten kardeşlikten söz edeceksek ve yüzyıllık ön yargılarımızı yerle yeksan edeceksek buna karşı bu kokuşmuş liderleri harekete geçirecek şey Haziran ruhunda saklı. Faşizme karşı doğrudan harekete geçme zamanı ve kardeşliğimizi kazanma zamanı

İmamoğlu için fırsat...

İmamoğlu’nun hamaset yerine siyaset nasıl yapılır gösterme şansı eline geçti. Yüzyıllık CHP siyasetinin dışında bir yol açma şansı var, bunu doğru değerlendirmeli ve görevden zorbalıkla alınan Kürt belediye başkanlarını ziyaret etmeli ve dayanışma içerisinde olduğunu fiili olarak göstermelidir. O zaman Kürt halkının direnişi, Türkiye halklarının dayanışma içerindeki duruşu bu soysuz saldırıyı boşa çıkaracaktır.

Gençlik için...

Haziran’ı yaratan asıl unsurlar gençlerdir, CHP gençliği de bu onurlu gençlerin içerisinde yer aldı. Haziran’ı yaratan o büyük itiraz sürecine dahil oldular. Şimdi CHP'nin merkezi çürümüş siyasetinin dışında hareket etme dinamiği haline geldiler. Kayyum darbesine karşı yapılan açıklama da Haziran itirazının devamıdır. Şimdi yüzyıllık kokuşmuş siyasetle, politikacılarla bağları koparma zamanı ve kayyum darbesine karşı Kürt gençleri ile omuz omuza demokrasiyi savunmak için alanlara inme zamanı. Bugün değilse enternasyonalizm ne zaman?...

Bu Soykırımı Biz Unutsak Dünya Unutmaz

03.08.2019 I Demokrat Haber I Yannis Vasilis Yaylalı

3 Ağustos 2014 Şengalli Ezidi Kürtlere soykırım günü olarak kabul edilmelidir. Ezidi Kürt halkının yaşadığı bu korkunç soykırımın yıl dönümü için İHD bir bildiri yayınladı. Yayınlanan bildirideki "BM İnsan Hakları Konseyi’nin Haziran 2016’da Êzidî halkına yönelik 2014’te gerçekleştirilen DAİŞ saldırısını soykırım olarak kabul ve ilan etmesi önemli bir gelişme olmuştur. Bu vesile ile başta Türkiye olmak üzere tüm ülkeleri, Êzidîlere yönelik DAİŞ saldırısını soykırım olarak tanımaya ve Êzidî halkının kendini savunma hakkına saygı göstermeye davet ediyoruz” çağrısının altına olduğu gibi imzamı koyuyor ve tüm devletleri bu soykırımı tanımaya ve gereğini yapmaya çağırıyorum. Ayrıca hem hukukun gereği, hem de ibret olsun diye uluslararası savaş mahkemeleri aracılığıyla Işid canilerine yardım eden devletler de dahil hepsi ortaya çıkarılmalı ve teşhir edilmeli, gerekli cezalar verilmelidir.

Ezidi halkı için soykırım süreci başladığında bizler Roboski'deydik. Bu anlamıyla yaşadığımız bir tanıklığı bu yıl dönümü dolayısıyla sizlerle paylaşmak isterim. Türkiye devleti sınırını Şengalli Ezidi Kürtlerine kapatınca, Güney Kürdistan'dan gelen binlerce Ezidi Kürdünü Roboski dağlarından geçirerek bu tarafa getirmiştik. Neler görmedik ki ama en korkuncu yorgunluktan ölen insanlarla karşılaştık.

Öyle korkunç hikayeler dinledik ki, bir kalp buna nasıl dayanır dedik. Ama her şeyi içimize atıp, elimizden gelenin en iyisini yapmaya ve ne kadar olabiliyorsa, gelenlere moral olmaya çalıştık. O günlerde Roboski köyü sakinleri dahil Uludere, Şırnak halkı bir vücut olmuş ve Işid katliamından kaçan Ezidi Kürtleri için elimizden ne geliyorsa yapmıştık.

O günlerde de soykırımdan kaçmak isteyen Ezidi Kürtlerine sınırlar kapatılırken, başka bölgelerde medya desteği ile, büyük büyük kamplar açılıyor ve Suriyeli Araplar oraya davet ediliyordu devlet yetkilileri tarafından. Biz unutsak dünya unutmayacak Türkiye devletinin bu soykırımdaki rolünü, barbarlığını, iki yüzlülüğünü.

Sadece Roboski'de bile askerlerin şahsında devletin Ezidi Kürtlerine bakışı özetlenebilir Gümrük kapısını söz vermesine rağmen açmayan Türkiye devleti yüzünden Ezidi Kürtleri yaşamlarını kurtarmak için adeta ölüm yolculuğuna başladılar. Öyle diyorum çünkü bizler yani yüzlerce sivil bölgede olmamıza rağmen cani Işid'den kaçmak için başka yolları kalmayan ve Işid'den kaçarken başka başka ölümleri göze alıp dağlara kendilerini vuran, ve bu uğurda adeta ölüm yürüyüşü yaparak bu tarafa geçmek isteyen Şengalli Ezidi Kürtlerine karşı askerlerin nasil silah kullandığını, acımasızca ölümle burun buruna yaşayan insanları gazlara boğduğunu ve insanların bu durum karşısındaki korkusunu size anlatacak kelime bulamıyorum. İnanın bu zulmü biz unutsak dünya unutmayacak.

Yazımı tamamlarken İHD'nin aynı bildirisinde Êzidîleri Kurtarma Ofisi’nin, Temmuz 2019 itibariyle kurtarılan Êzidîlerle ilgili paylaştığı verileri sizlere aktarmak istiyorum. Bu verilere göre, Irak’ta yaşayan Êzidî sayısı 550 bin, DAİŞ saldırısı nedeniyle göç etmek zorunda kalan Êzidî sayısı 360 bin. Şengal’e saldırının düzenlendiği ilk günden bu yana yaşamını yitirenlerin sayısı bin 293, babasız kalan çocuk sayısı 2 bin 745, kaçırılanların sayısı 6 bin 417, kurtarılanların sayısı 3 bin 509. Verilerden görüleceği üzere Işid canilerinin elinde binlerce kadın esir durumunda. Ezidi toplumu kendini korumazsa bu sonuç çok daha vahim olabilirdi. BM dâhil uluslararası kamuoyu bu zamana kadar soykırımı izleyip bazı kararlar çıkarmak dışında bir şey yapmadı. Şimdi aktif şekilde çalışıp Işid'in elindeki başta esir edilmiş kadınlar olmak üzere tüm esirlerin kurtarılması için çaba sarf etmeye çağırıyorum.

Bu yazı vesileyle Ezidi Kürtlerine yapılan soykırımı, bu soykırımı seyrederek soykırıma dahil olanları şiddetle kınıyorum. Soykırım sürecinde yaşamlarını yitirmiş canlarımızı bir kere daha saygıyla anıyorum. Bu soykırımı, bu yapılanları, 73. Fermanı biz unutsak Dünya unutmaz.

#EzidiKürtlerineYapılanSoykırımKabulEdilsin

Srebrenitsa Katliamı Hala Devam Ediyor


Srebrenitsa katliamından kaçmak isteyen Bosnalı’ların kullandığı ve ‘Ölüm Yolu olarak bilinen orman yolunda üç gün sürecek olan ve Marş Mira adı verilen ‘Barış Yürüyüşü’ her zaman olduğu gibi 8 Temmuz da başlayacak. Srebrenitsa soykırımın da katledilenleri onurlandırmak için dünyanın birçok yerinden gelen aktivistler üç gün boyunca orman yolunda yürüyecekler.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeFcpRrfeeO3n7tuWARWLitmAwOZuDZWhjdMkSvhM7v2AHJYN6R3RFEJMEXCyCk1vyI3QB6HvG5NpHG8KmNxmah5onOCK7XwOEXxaVovHu_UMf1gQ1LDLLntiMWBtlEPT7WeNpElmSzAB9/s320/20190705_053548.jpgSrebrenitsa katliamını hala bilmeyenler için kısaca Srebrenitsa Soykırımı / katliamı nasıl olmuştu anlatmak istiyorum. Srebrenitsa katliamı, Bosna-Hersek’in Srebrenitsa kentinde general Ratko Mladiç komutasındaki ağır silahlarla donatılmış Bosna Sırp ordusu tarafından 8300 Bosnalı Müslümanın katledilmesine verilen addır.
Yugoslavya'nın dağılmasıyla birlikte 1992 yılında Sırpların Bosna'da başlattığı soykırım işgalleri doğuya doğru hızla ilerledi ve nüfusunun yüzde 75'ini Müslümanların oluşturduğu 36 bin nüfuslu Srebrenitsa'yı ele geçirdi. Birkaç ay sonra Boşnaklar kasabayı geri aldı. Ancak Sırplar Boşnakların elindeki bölgelere karşı 1993 Ocak'ı ile başlayan ve Mart ayına kadar devam edecek ikinci bir saldırı dalgası başlattı. Srebrenitsa ve Zepa, Sırpların elindeki bölgenin oldukça içlerinde, düşman birlikler tarafından kuşatılmış bölgeler haline geldi. Çevre bölgelerden kaçan Boşnakların göçü sonucu Srebrenitsa'nın nüfusu 60 bine çıktı. Su, gıda ve tıbbi malzeme kıtlığı başladı.
Birleşmiş Milletler, 1993'ün nisan ayında Srebrenitsa, Zepa ve Gorazde'yi ''güvenli bölge'' ilan etti. BM Barış Gücü, bu bölgelere asker sevk etti ve Sırp saldırıları durdu. Ancak Srebrenitsa etrafındaki Sırp kuşatması devam etti ve sonraki iki yıl içinde çok az sayıda insani yardım konvoyunun kasabaya girmesine izin verildi. Müslümanların elindeki silahlar BM Barış Gücü tarafından koruma gerekçesiyle toplanmıştı. Şehre yıllar boyunca yardım malzemesi, özellikle de tuz girişi bilinçli bir şekilde engellemiştir. Bu şekilde Boşnaklar güçsüz bırakıldı ve General Mladiç’ten önce açlık çoktan Srebrenitsa da can almaya başlanmıştı.
SREBRENITSA SOYKIRIMI/ KATLIAMI TAMAMEN BM GÖZETIMİNDE GERÇEKLEŞTİ
Srebrenitsa’da gerçekleşen katliam yukarıda da anlattığım gibi tamamen barış gücünün gözetiminde gerçekleşti. Yugoslavya’nın dağılması ile başlayan iç savaş sürecinde Sırp milliyetçilerinin Bosna’da başlattıkları katliam üzerine BM araya girmiştiti Srebrenitsa'nın da aralarında olduğu 6 güvenlik bölgesi oluşturulmuştu. Savaştan önce 24. 000 nüfusa sahip olan kentin nüfusu mültecilerin gelmesiyle 60 bine ulaşır. Güvenlik nedeniyle Srebrenitsa silahsızlandırılır. Mladiç komutasındaki askerler kente saldırılarını arttırınca, halk verdiği silahları geri ister. Fakat silahları alamadıkları gibi, bir gece yarısı Hollandalı askerler Fransalı komutandan aldıkları emirle kenti boşaltırlar. Katliam için adeta şehir hazırlanmıştır.
Nihai katliam için General Karaciç 9 Temmuz 1995 günü Srebrenitsa'nın alınması emrini verdi. Srebrenitsa’nın Tanjarz Kırsalı’nda tam 10. 000 kişiyi esir alan askeri grup Mladiç’in emriyle öldürmeye başladı. Beş gün süren katliamda tam 8300 insan katledildi. Alınan Bosnalı esirlerden 2700 kişisi ise daha sonra serbest https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi6of7DtWyvKowCAIhyfu6SiZWtyQKssTMdsUFx0EyDQy00z317HqxQ6L5SIVf0e7sUita9Bj2HWxpJPF0oYWcuCnJCZwTwv5uRuwKbPPajEPuz-_b1VmhlnFUwGIoX6BLxjgxc1OOhCWsm/s320/20190705_053532.jpgbırakıldı.
Uluslararası Adalet Divanı 2007 yılında Srebrenitsa ve çevresinde yaşananları 'soykırım' olarak adlandırdı. Farklı mahkemelerde görülen yargılamalarda Srebrenitsa katliamına katılmış 69 Sırplıya 699 yıl ceza verildi.
Sırp komutan Ratko Miladiç 2017 Kasımında müebbet hapse mahkum edildi. Bosnalı Sırpların eski lideri Radovan Karadzic 2016 yılında sonuca bağlanan davada 10 ayrı suçtan 40 yıla mahkûm edildi.
Ayrıca Lahey bölge mahkemesi Hollanda'yı da suçlu buldu. Srebrenitsa'nın işgali sırasında BM bünyesinde görevli Hollandalı askerlere sığınmış 300 sivilin Sirp askerlerine teslim edilmesinden dolayı Hollanda'yı suçlu buldu.
Srebrenitsa soykırımın da katledilen 8. 722 kişiden ancak 6. 610 kişinin cenazesine ulaşılabilmiştir. 1600 kurbanın cenazesine hala ulaşılamadı
SOYKIRIM/ KATLİAM KARŞITLARI SREBRENITSA’DA 15. BULUŞMALARINI GERÇEKLEŞTİRECEK
Srebrenitsa katliamında yaşamlarını kaybedenleri anmak için dünyanın birçok yerinden bir araya gelen aktivistler bu sene yine 8 Temmuz günü erken saatlerde Nezuk’ta buluşarak üç gün sürecek ve Potoçari’de bulunan anıt mezarda sona erecek olan ölüm yolunda barış yürüyüşünü gerçekleştirecek. Srebrenitsa katliamında yaşamlarını kaybedenleri anmak için başlayan yürüyüş 11 Temmuz’da Potoçari anıt mezarında sona erecek.
SREBRENITSA SOYKIRIMI/KATLİAMI HALA DEVAM EDIYOR. BU YÜZDEN ACILI AİLELER İLE DAYANIŞMA ÇAĞRISINDA BULUNUYORUM
Srebrenitsa katliam yargılamaları yapılsa da, bu tür bir çok katliam ve soykırım yargılamaların da olduğu gibi belli ulusal sonuçlar elde edilse de, (göstermelik Hollanda kararının dışında) yaşanan soykırımın uluslararası sorumluları hala ortaya çıkarılmamıştır. Srebrenitsa soykırımının üzerinden 24 sene geçse de bu yüzden acılar hala taptaze, yaşamlarını yitirenlerin yakınları hala adalet mücadelesi vermeye devam ediyor. Buradan bir kere daha bu tarifsiz soykırım acısını yaşayan Srebrenitsa halkına, acılı ailelere sabır diliyorum, acılarının önünde saygıyla eğiliyorum ve dayanışma duygularımı paylaşıyorum.
Buradan HDP dahil tüm muhalif siyasi parti ve sivil toplum örgütlerine çağrıda bulunuyorum. Bu sene Srebrenitsa da sizde hazır bulunun, üç gün sürecek ölüm yolunda barış yürüyüşüne dâhil olun, yürüyüşün sonunda Potoçari anıt mezarında aileler ile birlikte törende hazır bulunun. Bu zamana kadar ben Srebrenitsa törenlerinde ne HDP'nin, ne de muhalif diğer gurupların adını duydum. Oysa soykırım ve katliamların dili, dini, ırkı, ideolojisi olmaz. Bu önemli bir insanlık fırsatı, biz hep kendi bulunduğumuz yerden yaşadığımız acılara saygı duyulmasını istiyoruz fakat benzer şeyi biz Srebrenitsa da yaşanan soykırım açısından hiç değerlendirdik mi. Yaşadığımız birçok katliam için sürekli vicdan çağrısı yapıyoruz peki biz kendimiz için öteki sayılacak olanların yaşadıklarına ne kadar duyarlıyız bunu gösterme zamanı, tam vicdanlı olma zamanı. Roboski'ye Reyhanlı'ya, Suruç'a, Ankara'ya adalet talep edebilmek için önce Srebrenitsa'ya adalet istemeliyiz...

.......................................................

Yunanistan'ın Mültecilere Tavrı


Önce ülkelerini yangın yerine çevir insanların, sonra aynı insanlar ülkesini bırakıp daha güvenli bir yere ulaşmak için çabalasın, sen de canlarını kurtarmak isteyenlere suçlu muamelesi yap. İşte Avrupa gerçeği bu, Yunanistan neden bekçilik görevi yapıyor. Avrupa göçmen/mülteci sorununun ana kaynağıdır, o zaman onlar elini taşın altına soksunlar. İnsanların yer altı zenginliklerini çalıp, bu yüzden ülkelerini yağmalayıp, yıkıp, sonra da bu yüzden Avrupa’ya sığınmak zorunda kalan insanlara suçlu muamelesi yapmak hiç ama hiç dürüstçe değil.
Yaklaşık bir haftadır Yunanistan’da yaşayan mültecilerde bir mobilize olma durumu yaşanıyor. Sosyal medyada uydurma bir haber yüzünden Yunanistan’ın birçok bölgesinde yaşayan mülteciler Diavata kamp bölgesine doğru yola çıktılar. Mültecilerin amacı Kuzey Makedonya üzerinden Avrupa'ya geçmek.
Yunanistan'daki kriz haliyle buraya gelmek zorunda kalan mültecileri de etkiledi. Devletin sosyal yardımları o kadar sınırlı ki neredeyse, ne halin varsa gör tarzında desek yalan olmaz. Aynı zamanda iş hani derler ya aslanın midesinde, hal böyle olunca her türlü yalan haber onlar için umut yolculuğunun başlangıcı olabiliyor. Bugünlerdeki hareketliliği başlatan da sosyal medya hesabından yayınlanan bir haber. Haber Yunan hükümetinin mültecilerin K. Makedonya bölgesinden Avrupa'ya geçmesine izin verdiği yönündeydi. Bu bilgiyi okuyan birçok mülteci denize düşen yılana sarılır misali kendini yollara attı. Maalesef binlerce insan çok çeşitli bölgelerden akın akın Selanik yakınındaki Diavada kampına doğru yola çıktılar.
Hükümet yetkilileri öncelikle mültecilere çeşitli yollarla bu durumun doğru olmadığını anlatan bildiriler yayınladı. BM mülteciler komiserliği de benzer bir uygulama ile mobilize olmuş mültecilere ulaşmaya ve bu durumun doğruluğu olmadığını anlatmaya çalıştılar. Aynı zamanda da bu Facebook haberini ilk ortaya atanı bulmak için polis harekete geçti. Hükûmet yetkililerinin açıklamasına göre bu bildiri insan kaçakçıları tarafından organize edilmiş olabilir. Televizyon ve sosyal medyadan izlediğimiz kadarıyla Yunan polisi ve jandarması yüzlerce küçük çocuğun da olduğu mobilize olmuş mültecileri durdurmak için aşırı güç kullandı. Allah aşkına bu insanlar öyle barbar bir savaşın içerisinden kaçıp Avrupa'ya gelmişler, şimdi bu yapılan şey onlara reva m? Hele hele büyükleri bir kenara koyun, çocuklar sizin gazınızı, jopunuzu hak edecek ne yaptı?
Kendi ülkelerini yangına onlar vermedi. Avrupa'nın da dâhil olduğu Rusya, Amerika, Türkiye, Suriye, İran gibi güçler çıkar savaşı yüzünden bu insanların vatanlarını yaşanmaz kıldılar. Şimdi orada yaşatılanlar az geldi de sürekli Avrupa değerlerinden bahseden bu devletler bu zulmü mü, açlığı mı, sefaleti mi onlara reva görüyorlar. Yunanistan hükümeti neden onların suçlarına ortak olmayı yeğliyor, ne uğruna bunu yapıyor, bunu anlamak mümkün değil, en korkuncu da sana sığınmak zorunda kalmış insanlara hiç hak etmedikleri suçlamaların basın yoluyla yapılması, ve sana sığınmak zorunda kalmış insanların birer basit suçlu gibi topluma gösterilmesi. Bu ülkede misafir olarak yaşayan mültecilere suçlu muamelesi yapmak, toplum önünde küçük düşürülmeleri asla kabul edilemez.
Umarım krize girmiş ve bir türlü krizini aşamayan Yunanistan IMF ve benzeri kuruluşlardan üç beş kuruş para koparabilmek için böylesi bir bekçilik görevi üstlenmemiştir. Bugün yaşadığımız her şeyi yarın tarih kitaplarından çocuklarınız okuyacak unutmayın. Her ne yapıyorsanız yapın ama çocukları utandıracak işlere imzanızı atmayın. Siz buraya sığınmış insanlara olumlu manada bir katkınız oluyor mu onu yapın, haa yok Avrupa bizi de batırdı diyorsanız, o zaman açın kapıları insanlar nereye gitmek istiyorsa gitsin. Avrupa'nın pisliğini temizlemek Yunanistan'a mı kaldı? Madem insanların evini barkını yakacak işlere imza attınız, madem ki binlerce insanın bu göç yolunda ölmesine neden oldunuz, o zaman biraz biraz daha elinizi taşın altına koyun. Altına imza koyduğunuz insan hakları belgeleri önünüze bunu görev diye koyuyor unutmayın.
#Diavata #Refluge #Mülteci

............................................................................

Hamaset Değil, Pratik Görevlerimiz


Pontos Rumlarına, Ermeni halkına, Süryani halkına soykırım yapılmıştır dediğinizde Türkiye iç hukukunda direkt olarak bu söylemi engelleyen bir yasa yok. Yani bu halklara soykırım yapılmıştır diyebiliyorsunuz fakat iş soykırımı yürütenleri işaret etmeye başladığınızda( ki özellikle Cumhuriyet dönemini kapsayan) benim gibi M.Kemal ile başlayan bir çok dosya ile karşı karşıya gelirsiniz.
Gerçi hakkımda M. Kemal ile anılan bir çok dava olsa da, aslında M.Kemal ile husumetim kişisel değil, geçmişe dönersiniz ve yaptığı yaptırdığı icraatlara bakarsanız açıklanacak, izah edilecek, yaptıklarının asla af edecek bir yanı yok. Şimdi bu coğrafya da iki yüz yıllık bir Türkleştirme politikası izleniyor. Bu politikaların mimari M. Kemal olmasa da bir asker, komutan olarak pratik mana da fanatik bir sürdürücüsü olmuştur. Gayri Müslim halklara ( Pontos Rumları, Ermeni halkı, Süryani halkı) dönük imha, tehcir, soykırım politikaları II. Abdülhamid ile devreye girmiş, İttihatçılar ile devam etmiş ve nihayetine ise M.Kemal ve arkadaşları döneminde ermiştir.
Bazı arkadaşlar 10 Kasım vesilesiyle M. Kemal yaşasaydı ne olurdu tarzında şeyler söylüyorlar.(Biz de gerçi küçükken daha hiç bir şeyin farkında değilken rap rap rap yerlere çocuk adımlarıyla güçlü güçlü vurup ‘sen kalk atam biz yatak’ diye bağırırdık). M Kemal zaten hiç ölmedi, Cumhuriyetin yüz yıllık pratiğine bakarsanız onun nasıl takipçileri tarafından yaşatıldığını görürsünüz. Hatta Cumhuriyet öncesi yüzyıllık politikalara da bakarsanız onun yine yaşadığını görürsünüz. Bugün mevcut olan iktidar koalisyonu bunun en iyi vücut bulmuş halidir. İki yüzyıllık Türkleştirme politikasının pratik mana da son engeli olan Kürt halkına karşı eşi benzeri görülmemiş bir yönelim söz konusu.
Arkadaşlar ağlayıp sızlanma zamanı değil, bu yazının amacı da bu değil, kimseye kaderci olun olanları kabul edin demek asla değil. Herkes bulunduğu alanda, taşıdığı değerleri görünür kılmak için ve değerlerini büyütmek için çabalamalı. Mesela bugün dokuz Kürt hareketi bir araya gelip ,doksan dil bilimci ile bir çalıştay yapıyor, bu birlikteliği ve yapılan işi çok değerli buluyorum. Umarım Kuzey Kürtleri kendi aralarında ki birliği kalıcı hale getirir. Daha sonra da benzer bir ittifakı diğer halk ve inançlar ile birlikte sağlayabilirler.
Tüm bu kırımlardan sorumlu olanlar bunları hamaset ile yapmadığını geçmiş pratiklere resmî olmayan gözle bakanlar rahatlıkla görür. O yüzden hamasetin sadece günü kurtardığını bilerek, nasıl onlar ‘halkkırımı’ ‘inançkırımı’nı adım adım pratiğini ortaya koyarak gerçekleştirmişse, bizde bu yolun tersini gerçekleştirmek için bu türden çalışmaları pratik yaşama geçirmeliyiz. Geleceğinizi ancak böyle kurtarır ve iki yüzyıllık tekleştirme, Türkleştirme politikalarını ancak böyle durdurur ve başa çıkarırız

..............................................................................

Devlet Aygıtının Sopası Olmak Yerine Simit Sat Onurunla Yaşa Kardeşim


Hükümetin işleri ağır valla en son muhtarlıklara da kayyum atadıktan ve yüzlerce muhtar görevinden aldıktan sonra sıra kendileri gibi düşünmeyen koruculara mı geldi. Bahane tam konjoktüre de uygun 'Devletin Güvenliğini' bozacak bilumum işler, (tabi onlar öyle dese de siz bunu yerel seçim öncesi yol temizliği diye okuyun). Aldığım duyumlara göre Roboski/ Gülyazı köyünde çeşitli nedenler ile onlarca korucu görevinden uzaklaştırılmış. Ve muhtemel ki bu Roboski-Gülyazı köyleri ile sınırlı kalmayacak.
Hükümete öyle yapma, böyle yapma denilecek sınırı geçtiği için uzun zamandır aralarında yaşadığım Korucu kardeşlerimize de geçmişte hukuksuzca (moda deyimle kanunsuz emir) mitinge yönelen kolluk güçleri için kullandığımız meşhur bir söz var onu hatırlatmak isterim 'simit sat onurunla yaşa'. Bırak kardeşim bırak, katliam sonrası işe alınır, seçimle işten çıkarılırsın. İş mi yok sana, böyle yaşamayı hak ediyor musun?
Hele hele Roboski katliamından sonra hükümetin Roboski ailelerinin örgütlülüğünü, birlikteliğini dağıtmak için devreye koyduğu rüşvet mekanizmasından birine kanıp da korucu olmayı seçmişsen doğal olarak seçimler yaklaşırken diğer korucuları hizaya sokmak için seni Demokles’in kılıcı gibi sallarlar.
Bizi takip edenler iyi bilir ki uzun yıllar Şırnak'a bağlı Uludere ilçesinin sınır köyü olan Gülyazı köyünde yaşadık. Yine uzun yıllara dayanan gözlemlerimiz var. Mesela ilk gözlemlerimizden birçok yer varken devlet neden böylesi açık katliam için Roboski ve bölgesini seçmişti. Bu soruya aranacak cevap ise katliamın kime mesaj vereceği ile ilgili olduğunu düşünüyorum.
Devlet aygıtı kendisine yakın olan bölge ve aşiretler ile o dönemde sorun yaşamıyor, yani hizaya getirilmeleri o dönemde gereksiz, peki o zaman bu mesaj kime olabilirdi. Roboski ve çevresini bilen bilir, çoğunluğu korucu olsa da halkın yüzü HDP'ye dönüktür. Kürt toplumunun siyasi ve sivil politika manasında çıkış yaşadığı dönemlerdir. Devlet Kürt hareketi ile gizli gizli görüşse de Sri Lanka modeli hep akılların ucundadır. Hatta o dönemin gazete arşivleri incelenirse görülecektir. O zaman mesaj HDP'nin güçlü olduğu yerden verilecekti ki bir taşla İki kuş vurulsun, öncelikli mesaj sivil Kürt siyasetine, bu mesaj tahammül edebileceğimiz sınırı aşıyorsunuz denilecek ki benzeri mesajların tarihte çok örneği var. İkinci mesaj ise aynı zamanda da bölgenin çoğunluğu korucu olması nedeni ile koruculara verilecek ve bu vesileyle onlarda hizaya getirilecekti.
Biz daha yeni yeni yerleştiğimiz dönemlerde halkla konuştuğumuzda köylüler 'bizler HDP'yi desteklediğimiz için bizi korucu dahi yapmıyorlar, bizi cezalandırıyorlar' diyorlardı. Şimdi geçmişten beri hükümetler bu koruculuk sistemini kendilerine rant/oy kapısı ve cezalandırma/kan bedeli olarak kullana gelmiştir. Roboski katliamına kadar korucuların her şeye rağmen HDP'yi açık ara desteklemeleri yüzünden bir cezalandırma mekanizması olarak kullanılan koruculuk Roboski katliamından ( 28. 12. 2011 ) bir süre sonra ise Roboski ailelerinin örgütlülüğünü bölmek parçalamak için bir mekanizmaya dönüştürülmüş ve o zamana kadar koruculuğa alınmayan kişilere teklifler götürülmüş yapılanların ne anlama geldiğini anlamayan birçok insan bu teklifi kabul ederek korucu olmuşlardır.
Unutmadan bu bölme ve ayırma konusunda belli bir başarı da sağlamıştır. 90lı yılların bir benzeri durum yaşanmış ve korucu olmayan aileler, özellikle Roboski katliamını milat alarak o tarihten sonra korucu olanları dışlamıştır. Aynı kardeşlerin çocukları dahi bu yüzden yan yana gelip oyun oynayamaz duruma gelmiştir.
Devlet aygıtı da aileleri bölmek bir tarafa artık o saatten sonra bu durumu korucuların üzerinde kullanmaya başladı. Düşünün ki katliamda kardeşini, yakınını kaybetmiş bir korucu Roboski katliamı anmasına dahi katılamaz duruma gelmişti. Biz katliam anmasına gelmesin diye görev adı altında Roboskili korucuların taburda toplatılıp bir odaya kilitlendiğini kendi ağızlarından duyduk. Hatta bizlere, yıllardır her şeyi göze alarak mücadele eden bizlere dahi devlet silahını alır düşüncesiyle sırtını dönüp evinden çıkarmak isteyen, ev vermeyen korucu köylülerimiz dahi oldu. Daha ötesi varda amacım kimseyi rencide etmek olmadığı için bu örnekler yeterli.
Şimdi hali ile bir dönem cezalandırmak amacıyla korucu almayanlar, daha sonra aileleri, halkı bölmek için korucu alanlar, yerel seçimler yaklaşırken diğer koruculara emsal olsun diye yine aynı kesimin silahına el koyup uzaklaştırıyor. Ah vah demek yerine umarım bu olup bitenlerden ders çıkarmışsınızdır. Gerçi öyle bir noktaya geldik ki kimsenin güvencesi yok ama kardeşim sizin hiç yok, işte gerektiğinde Bölgede yaşayan halka ya sopa diye, gözdağı vermek için yerel seçimlere kurban gidersiniz. Ya da dediğim gibi halkınızın gücünü dağıtmak isteyenler sizi işe koşar. Değer mi tüm bunlara katlanmaya, üç kuruş için içine düştüğümüz durumu gözlerimizle gördük. Yukarıda dediğim gibi artık şapkayı önüne koyma dönemi, bırak kel kafan gözüksün, herkesin malumunu saklaman deve kuşu misali kafanı toprağa sokarken vücudunun dışarıda kalması gibidir. O yüzden şimdi yaptıklarınla yüzleşme zamanı. Bunu bir şans, olanak olarak değerlendir, köprüye girmeden son çıkış gibi değerlendir ki hem sen kazan, hem halkın kazansın, alavere dalavere yapanlar bari bu sefer eli boş dönsün.
Devleti babasının çiftliği gibi kullananlar ise köprüye girmeden ki tüm çıkışları kaçırdı, artık onlar için yolun sonu gözüktü, bu yerel seçimler bunun işaret fişeği olacak.

.........................................................................

Birinciden Sonuncuya Meclis Hiçbir Zaman Çoğulcu Olmadı


Yeni Yaşam Gazetesi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın birinci meclise gidip orada yaptığı konuşmayı haberleştirmiş. Bugünkü hükümetin tekciliğine vurgu yapan yazının geçmişte öyle olmadığı iddiası var. Bunun için de Kürtlere verilen sözler ile ilgili bölümde ele alınan yazı "Osmanlı’nın yıkılış, cumhuriyetin ise kuruluş yılları 1920-1923 arasında Kurtuluş Savaşı’nı yöneten Birinci Meclis, Osmanlı bakiyesi halkları bünyesinde barındırmasıyla dikkat çekiyor. Kürtlerin Kürdistan Mebusu olarak yer aldığı Birinci Meclis, aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün önerisiyle Kürdistan’a yerel muhtariyet (Özerklik) veren Meclis olarak biliniyor. Birinci Meclis, Özerklik ve Kürdistan Mebusu Birinci Anayasa’da Türkiye halkları ifadesi yer alırken, Mustafa Kemal, “Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal” imzasıyla Elcezire Cephesi Kumandanlığı’na yolladığı yazıda, “iç ve dış siyasetin gereği” olarak Kürtler için “mahalli idareler kurulması” talimatını vermişti. Mustafa Kemal’in talebiyle “Kürdistan hakkında bir düzenleme” yapmıştı. Buna göre talimatın birinci maddesinde “Adım adım bütün memlekette ve geniş ölçüde doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu mahalli idareler kurulması iç ve dış siyasetimizin gereklerindendir. Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise, hem iç siyasetimiz ve hem de dış siyasetimiz açısından adım adım mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız” diyor Mustafa Kemal. Talimatın ikinci maddesinde, milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı gereği Kürtlerin Türkiye idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmeleri ve mahalli idarelerini tamamlamaları istenmektedir. Üçüncü maddede ise, “Kürdistan’da Kürtlerin Fransızlar ve hele Irak sınırında İngilizlere karşı silahlı çarpışmalara sevk edilmesi” istenmektedir. Kürtlerle yapılan tarihi ittifak neticesinde " (Yeni Yaşam Gazetesi - 14 Ekim Pazar sayılı gazete / Birinci Meclisi de tekleştirdi haberi )
Yukarıdaki ifadelere gülsem mi,ağlasam mı bilemedim. Rum, Ermeni, Süryani halklarının yokluğunun üzerinden inşa olmuş, kör olanlar için Müslüman olanların çatısı olarak görülen(ki öyle bile değil) birinci mecliste ve o dönemde Kürtleri kullanmak, kandırmak, susturmak için bir tutam sus payı için ağızlarına bal sürülmüştü, ve onu övüne övüne bitiremedi Kürt hareketi ve medyası....
Bugün ki hükümetler de olduğu gibi o dönemin hükümeti iktidara hakim oluncaya, koltuklarını sağlamlaştırıncaya kadar verilmiş sözde vaatleri ile göz boyamadı mı ne zaman gücünü toparladı ise bizim geçtiğimiz süreçleri Kürt halkına yaşatılmadı mı, tek tek katliamları mı sıralayalım. Hatta aynı zihniyet bugün sizin canınıza od tıkamak her şeyi devreye sokmadı mı.. Bilmezlikten değil, geçmişte yapılanların farkındalar aynı verilen sözler bölümünün altına kurtuluş güzellemesi yapılarak şu notu da düşmeyi ihmal etmemişler "Kürtlerle yapılan tarihi ittifak neticesinde Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanırken, hemen ardından Birinci Meclis ve Anayasa lağvedilerek Kürtleri inkar başlamıştı." Allah aşkına neye karşı tarihi ittifak, bu neyin zaferi, kime karşı alınmış zafer. Hala mı anlamıyorsunuz, o süreçte bizlere yapılanlardan dolayı meşruiyeti tüm dünyada sorgulanan kuruma can suyu oldunuz, can suyu. Gören gözler için o meclis hep tekçiydi ki sizler de iyi biliyorsunuz ama oportünizm ne menem hastalıksa insan da ne göz bırakıyor, ne akıl....
Ne diyelim biz bu akıl ile bir karış yol alamayız, yazıklar olsun bu haberi böyle hazırlanmasına neden olanlara, kurtuluşmuş, zafermiş, tarihi ittifakmış, neye karşı ittifak, kime karşı zafer... Oportünizmi bir yere kadar anlarım, arkadaş yaptığın oportünizmin karşılığı dâhi yok,yok anlamıyor musun. Kimseyi tekçilik ile suçlamayın, Kürt halkına karşı izlenen politika Osmanlı'nın sonundan itibaren hep aynıdır, Bugün ki hükümetler, Abdülhamit ve İttihatçılar sonrası Mustafa Kemal ve arkadaşlarının açtığı yolu izlemekten başka bir şeyi yapmıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da birinci meclisi ziyaretinde de şu ifade ile bu durumu doğrulamıyor mu "Birinci Meclis başlangıçtı, burası (İkinci Meclis) devamdı. Şimdi ise bizler de devamın devamını yapıyoruz”. Hatta hatta o kadar aynı ki izlenen yol, iktidara tam hakimiyet sağlama sürecinde sözde çözüm görüşmelerinin yapıldığı dönemde basına sızan ayrıntılarda muhtariyet sözü verilmemiş miydi yine Kürt halkının temsilcilerine.
Şimdi hep beraber daha net görmüyor muyuz, sadece iktidara giden yolda o ve birçok sürecin kullanıldığını. Aslında Kürt halkına karşı bakış açısının Abdülhamit'den günümüze gram dahi değişmediğini. Bugün yapılanları gördükten sonra Kürtlere karşı yaklaşımı ile ilgili AKP hükümetlerine tarihi bir iş, tarihi bir çıkış yaşandı diyebilir misiniz.Günümüz hükümetlerini eleştireceğim diye Osmanlının sonu İle başlayan, ittihatçılar ile devam eden ve Mustafa Kemal ve arkadaşları halklara karşı yönelim sürecinde Kürtlerin kullanıldığını bile bile hala o sürece güzelleme yapmak, sahiplenmek de neyin nesi.
Çok açık söylüyorum ağzınızla kuş tutsanız sizi sıraya koymuslar anlamıyor musunuz. Bilmem ne güzellemesi yapacağınız yere, size olan bu yönelim ile doğru hesaplaşmanızı ve dostunuzu, hasmınızı doğru belirlemenizi tavsiye ediyorum. Yoksa var olan dostlarımızı da tek tek kaybedeceksiniz. Allah aşkına artık şu gözlerinizi biraz açın, celladınızın kılıcını bilemekten vazgeçin. Yazmayalım, yazmayalım, bu süreçte biraz daha itidalli hareket edelim diyoruz ama, yani ne yazdığınıza, ne çizdiğinize biraz olsun dikkat edin ama.

........................................................................

Saygı Öztürk, Pontos Paranoyası ve Yunanistan

Saygı Öztürk 21 Eylül tarihli Sözcü gazetesine '13 ilimiz daha gitti ' başlıklı yazı yazmış. Pontos paranoyası üzerinden , Pontoslu Rumlar üzerinden istismara kalkışmış. Saygı Öztürk ve onun gibiler gazetecilik mesleğine sızmış çürük yumurtadırlar. Bunlar gazetecilik mesleğini tetikçilik olsun diye yaparlar. Veli Küçük gibilerin adamları, gazetecilik mesleğinde onların zihin izdüşümleridir. Veli Küçük de geçmişte Topal Osman neyse aynısıdır .Karadeniz’e geldikten sonra ne tür çalışmalar yaptığı ortada. Rahip Santoro, Hrant'ı vuran, bundan sonra Karadeniz'de olacakları planlayan şebekenin kurucusudur.
Bizim için çok değerli yazar olan Yorgo Andreadis'e de yaptıkları kumpas sonucu 90 lı yılların sonunda istenmeyen adam ilan ettirerek Türkiye'ye girme yasağı koydurttular. Bunlar Topal Osman'ın torunlarıdır, her daim kanla beslenirler, Ermeni halkının, Pontos Rum halkının kanı olmuş fark etmez.
Bunlar Topal Osman gibi sahiplerine itaat derecesinde bağlıdır. İşte o yüzden Topal Osman sahipleri tarafından son görevi olan Mustafa Kemal Karşıtı Ali Şükrü Bey'i acımasızca katlettikten sonra boynu vurulmuş ve ibretlik olsun diye çok övülen birinci meclis önünde kafası olmadığı için üç gün boyunca ayağından asılı tutulmuştur.
Topal Osman kayıtlı şekilde katilliği tescilli olan biridir, ta ki modern Topal Osman olan Veli Küçük'un Karadeniz'e gelinceye kadar. Pontos Rumları ve Ermeni halkının acımasız katillerinden biri olan Topal Osman'ı idolu kabul eden Veli Küçük ve tayfası katilden kahraman elde etmek için Katil Topal'ı ellerinden geldiği kadar parlatmaya çalıştılar. Topal Osman bir kesimin dilinde kısmen de olsa kahraman olarak anılıyorsa , bu karanlık işlerin adamı Veli Küçük'e borçludur. Yine Veli Küçük ve kliği döneminde Topal Osman'ın anıtı Giresun'a yapılmıştır.
Modern Topal Osman olan Veli Küçük'de idolu olan Topal'ı aratmayacak denli işler yapmıştır bu ülkede ve ayni Topal Osman'in akıbeti ile karşı karşıya da kalmıştır. Fakat modern Topal yeni efendisi sürecin yeni ruhu ve yönü, yeni ortalıklar itibarıyla onu af etmiştir, yeni işler, yeni görevler aldılar. Saygı Öztürk gibiler öyle kendiliğinden konuşmuyor, bu kliğin sözcüsü gibi hareket ediyorlar. Sürecin ihtiyacı olan şovenizmi Pontos Rumları üzerinden harlamaya çalışıyor.
Ey gidi Topal'ın torunları, bu ülkede tüm malzemeleri tükettiniz değil mi. Ermenilerdi, Kürtlerdi, Cumartesi anneleriydi, işçilerdi. Size yeterli gelmeyince yaşadığınız krizi saklamak için yüzyıl önce büyük bir soykırıma maruz kalmış biz Pontoslu Rumlarla mı uğraşmaya karar verdiniz. Allah aşkına bu nasıl bir ruh halidir. Pontos Rumları en son Yunanistan üzerinden vurabileceğiniz halktır. Düşünün ki Kerkük'te yaşayan Türkler için Türkiye ne ise şu an Yunanistan bizim için öyledir. Yani sadece politik ihtiyaca göre bazen görülen, bazen görülmeyen, kendi kaderine terk edilmiş bir halkız. Saygı Öztürk'ün yazısında ki belki de tek doğru söylediği şey Yunanistan'ın kendi bulunduğu topraklarda ulusal inşası için bizi Lozan'dan başlayarak kendi kaderimize terk etmesidir. Yunanistan Pontos soykırımını dahi ancak 1994 yılında kabul etmiştir.
Bu durumu pekiştirin diye, yani Yunanistan ile Pontoslu Rumlar arasındaki ilişkiyi daha iyi anlayabilmeniz için sizlere bir örneği paylaşmak istiyorum. Venizelos ismini iyi ya da kötü yakın tarihi okuyanlar bilir.Burada tartışıldığı kadar bizde kralcılar ile cumhuriyetçiler, cumhuriyetçiler ile sosyalistler arasında da çok tartışılan siyasetçi .Özellikle Osmanlı ile Cumhuriyet döneminde biz Pontos Rumlarına yönelimin olduğu 1914 ile 1923 arası Yunanistan'da aktif siyasetin içerisinde olan birisiydi. Yani Mustafa KEMAL ve arkadaşlarının Yunanistan'ı bahane ederek bize neler yapıldığını çok iyi bilen biriydi. Oysa yakın dönemde Atina’da “Venizelos Vakfı’nın” arşivinde bir belge ortaya çıktı.12 Ocak 1934’te Fransızca yazılmış Belgede aynı Venizelos, Mustafa Kemal'in “Nobel Barış Ödülü’ne” adaylığını öneriyordu. Bu Mektubu ben de okudum ve uzun uzun Venizelos tarafından Mustafa Kemal güzellemesi yapılmış olduğunu üzülerek gördüm. Yaptığı güzellemenin ardından da Mustafa Kemal'e Nobel Barış ödülünün verilmesini istiyordu.
Şimdi Venizelos Biz Pontoslu Rumlar için Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal ve arkadaşlarının neyi ifade ettiğini bilmiyor muydu , bilmediğini kim söyleyebilir. O dönemin canlı şahididir. Hatta o dönem bizlere yönelim için bahane ettiği Yunanistan devletinin başbakanı değil miydi. Mustafa Kemal'e Nobel Barış Ödülü verilmesini istemek ne demek. Bu durumun hangi aklı başında biri açıklayabilir. Bu ne ilk ne de son olacağını düşünmüyorum, daha sayısızca örnek sayabilirim. Yunanistan ile Pontos'u, Pontos halkını vurmak isterken iki kere düşünmek gerek, gerçi sizin tüm bu gerçekleri bildiğinizi adım gibi biliyorum, ama niyet üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek olunca her türlü asparagas, tetikçi bakış açısı serbest., Ne diyelim geçmişte istiklal mahkemeleri kararları ile sırf Pontoslu Rum olduğu için asılan öğretmen kardeşimizin dediği gibi aşk olsun adaletinize.
Demek ki neymiş istiklal mahkemeleri ve uygulamaları tarihe karışsa da ruhu hala yaşıyor böyle sözde tetikçi gazetecilerin pratiğinde. Bir de hızını alamayan tetikçi gazeteci Saygı Öztürk Cumhurbaşkanını harekete geçmeye çağırıyor. Ne yapsın Cumhurbaşkanı kelaynak kuşu misali bir kaç bin geride kalmış Rum'u da Yunanistan 'a mı göndersin. Bize yapılanlar kesmedi mi sizi? Olmadı malum kriz var ya, isterseniz yeniden bizi varlık vergisine bağlayın, ödeyemedik mi yeni Aşkaleler mi kursunlar.

......................................................

Geçmişimizi Sorgulamak Eşittir "Türklüğe" ve "M. Kemal’e" Hakarettir Deniliyor


Birkaç gün önce 6-7 Eylül pogromunu, dün 9 Eylül’de İzmir’in nasıl yakıldığını konuştuk. Daha sonra belki de 64’de neler yaşadığımızı konuşacağız. Aslına bakarsanız Abdülhamit ile başlayan, İttihatçılarla devam eden ve Cumhuriyet ile son noktası konmaya çalışılan biz gayri müslüm halkların varlığına yönelim bitmiş değil. Herhalde son ferdimiz de ya ölünceye, Ya da bu baskılara dayanamayıp bu ülkeyi terk edinceye kadar da devam edecek.
Daha önce Karadeniz’de, daha özelinde Pontos illeri, ilçeleri, köylerinde 1914 ile 23 arasında halkımıza karşı yapılanları sorgulayan paylaşım ve yazılarımdan dolayı hakkımda M. Kemal’e hakaret davası açılmış ve yerel mahkeme bu yüzden bana 1 sene 3 ay ceza vermişti.
Savcılık bu cezayı yeterli bulmamış ki, aldığım cezanın hemen ardından da aynı paylaşımım yüzünden ‘Türklüğe Hakaret'(TCK 301) soruşturması başlatmış, bunun sonucunda da hakkımda dava açılmıştı. Bu ayın 13’ünde Bu dava da dâhil tam dört dosyadan yargılanmam olacak.
Bize, halkımıza, gayri müslüm halklara olan yönelim geçmişte kalan bir durum değil, yeter ki geçmişte kendinize yapılanları sorgulayacak ve ifşa edecek cesarete, donanımı elde edin, o zaman size gerçekten geçmişinizi hatırlatacak her türlü mekanizma devreye sokuluyor.
Bugün nasıl ki en ufak eleştiri dahi yargı meselesi oluyorsa, özellikle siyasi erkin başındaki zat’a, bizlerde belki de yüz yıl sonra tekrar ayağı üzerine doğrulmaya çalışanlar, geçmişimizde, halkımıza, ailemize neler olduğunu sorduğumuzda karşımıza birden halkımıza karşı suç işleyenleri koruyan ceza maddeleri çıkıveriyor. Maalesef geçmişten beri bu durum böyle. Bu ülkede ceza yasaları suçluları yargılamak yerine, mağdurları susturmak üzerine kurulu.
İşte Cumartesi anneleri mağdur ve yakınlarını 90lı yılların ortasından beri arıyorlar. Bugün annelerimizin yaşadıklarını görüyorsunuz. Kürt halkı da iki belki de çok daha öncesine dayanan yönelimler ile karşı karşıya, Kürt halkına yapılanları dillendirdiğiniz an karşımıza bin bir türlü ceza maddeleri dikiliyor ki onlardan da oldukça payımı almadım dersem yalan olur.
Ben Karadeniz’de, özelinde ise Pontos’da 1914 ile 23 yıllarında halkımıza yönelim sırasında çalınan binlerce çocuktan biri olan Constantin oğlu Mehmet’in torunuyum. Allah aşkına nasıl ki devlet tarafından kaybedilen yakınlarını 90lı yıllardan beri arayan analara, Cumartesi annelerine anaların sütü gibi hak ise, benim o dönemde aileme, halkıma ne olduğunu bilmek gibi bir hakkım yok mu.
Olabilir mi, bu kabul edilebilir mi, bizi bu duruma sokanlara soruyorum, aynısı sizlere yapılsa razı olur musunuz. Dünyaları ayağa kaldırmaz mısınız. İşte bu türban yasakları üzerinden, onun doğurduğu meşrutiyet alanından iktidara gelmediniz mi? O dönemlerde yanınızda duranlar kimlerdi.
Tarihe bakın, bize yasatılanlara bakın, Ne durumda, bu ülkede ne kadar kaldığımıza bakın. Elbette amacımız kimseyle mağduriyet yatıştırmak değil ama göz var hizan var, bizim yasadıklarımızın yanında sizin yaşadıklarınız deve de kulak dahi kalmaz. Ama o gün kopartılan gürültüyü bilmeyen yoktur, nalıncı keseri gibi sadece kendinizden yana yontuyorsunuz her şeyi. Ne zaman benzediniz bu kadar karşısında olduğunuz şeylere allah aşkına.
Adeta bu ülkede, yaşadığımız coğrafyada bu güne kadar oluşturulan yüz yıllık mağdurluklara benzer bir durumu yaratmak için tarihle yarışmak niye. İyiye değil de kötüye benzeşmek için bu çaba neden, sadece iktidar olmak, iktidar da kalmak için bu 180 derece değişim neden.
Sürecin doğasına uygun olarak önümüzdeki günlerde olacak mahkemeden de aykırı bir ses beklemiyorum, Mustafa Kemal’e hakaret davasında olduğu gibi, yine görülmedik bir hız ile geçmiş ile yüzleşme istediğim için ‘Türklüğe hakaret’ ettiğim iddiası ile cezalandırılacağım.
Bu saatten sonra değişir misiniz, vicdanınıza döner yanlışlarınızı kabul eder misiniz bilmem fakat takip ettiğim kadar ile ne Cumartesi anneleri çocuklarını aramaktan dönerler, Ne Kürt halkı bunca zulmü kabul ederler. Biz de ne olursa olsun, yüz yıl sonra tekrar ayağa kalmışken kimse oturmamızı düşünmesin. Bedeli be olursa olsun ailelerimize, halkımıza yapılanlara karşı sorular sormaya ve cevap aramaya devam edeceğiz, ayrıca kardeş acılara ortak olmaya, sessiz kalmamaya, dayanışmaya devam edeceğiz.

..................................................................................

Yanlış Hesap 'Suriye'den Döner, Demedi Demeyin


İdlip pazarlıkları olağan harareti ile devam ediyor. Ama Kürt fobisi bazılarının herhalde sonu olacak. Bu fobi meselesinde daha önce Gayri müslüm halklar başı çekiyordu, şimdilerde biz dikkate değecek kadar kalmadığımız için müslüman Kürt halkı hedef noktasında. Kartlar mazlum Kürt halkı üzerinden karılıyor.
Bu uğurda iki günde bir müttefikler ve düşmanlar yenilenip duruyor. Rusya önce düşman, sonra müttefik, şimdi bir turdan sonra yine düşmanlığa doğru yol alıyor. Tabi doğal olarak ABD de yeni müttefik adayı.
Bu arada Türkiye için her şey Kürtlere karşı belirleniyor dikkatinizi çekeyim. Nefrette yaşanan bu kara sevda yüzünden , bu savaş durumu yüzünden bir de darbe atlatan Türkiye bu iç ve dış politika ile bakalım daha nelere gebe olacak, daha neler atlatmak zorunda kalacağız.
Oysa geçmiş hatalardan ders alınsa ve buna göre hareket edilse, savaş değil de denenmeyen tek yol olan barış denense bak o zaman Türkiye'nin Bugün yaşadığı birçok kriz de ortadan kalkacaktır. Başından beri dediğimiz gibi yanlışta ısrar edilirse bunun faturası oldukça ağır olacaktır, Türkiye bunun altından kalkabilir mi? Tüm bunları doğru şekilde hesaplamak şart, Ne derler yanlış hesap Suriye'den döner, sonra demedi demeyin....
Şimdi aslında söz konusu sadece nefret değil, elbette ekonomi politiği de görmezden gelmeyelim. Buraya kadar bir şekilde her şey İdare edildi ama Türkiye kriz ile dahi yönetilemeyecek duruma geldi, hamasetle de bu kriz çözülemeyeceğine göre artık fabrika ayarlarına dönme zamanı gelmedi mi?
Kırk senelik savaş sürecinde neredeyse tüm hükümetler benzeri yoldan geçtiler, sizde aynı yolu denediğinize ve sonuç aynı olduğuna göre daha söze ne hacet, yoksa evdeki bulgurdan da olacaksınız. Sadece siz bulgurdan olsanız o zaman sizin bileceğiniz iş deriz de, ah be kardeşim tüm Türkiye'yi uçuruma sürüklüyorsunuz. Bu kadar mı gözünüz karardı, bu ne hesaptır bu ne nefrettir. Üç günlük dünya için tüm yaşamı cehenneme çevirmek de neyin nesi, üç ya da bilemedin beş gün sonra diğer tarafa göçtüğünüzde ne diyeceksiniz, cennete gelebilmek için dünyayı cehenneme mi çevirdik. Hadi burada gemini bir şekilde yüzdürüyorsun da, orada yerler mi bunu iyi düşünün bence.
Tüm bunları gözleri bağlı etrafında ne olup biteni görmeyen biri olarak değil, Abdülhamit döneminden başlayarak, ittihatcılarla devam eden ve nihayet Cumhuriyet ile varlığımız yok ile var arasına indirgenen kadim Rum halkının evladı olarak söylüyorum. Bakın tam 63 sene evvel İstanbul da başta halkımız olmak üzere Gayri müslüm halklara karşı bir pogrom yapılmıştır.Bu pogromun yıl dönümünün olduğu zamandayız , acımız dün gibi taze ve o dönemin sorumluları tek tek ortada iken, hatta hatta her biri ayrı ayrı ödüllendirilmişken ,  o dönemin pogromını mahkum edecek yargılamalar 63 senedir orta yerde yokken, hatta bugün tek tük kalmış olan bizleri de kaçırtmak için her gün yeni yeni kovuşturmalar açıldığı gerçeği orta yerde iken bu çağrıyı yapıyorum.
Beni dinleyin yüzyıllık ah iyi değildir, bu ahlara yenilerini ekleyip durmayın. Ah'a maruz kalanların belinin doğrulduğu görülmemiş. Hadi sizler bunu göze almış olabilirsiniz de kardeşim freni patlamış bir kamyon gibi tüm Türkiye'yi de arkanıza katmış uçuruma gitmenin manası var mi ? Demedi demeyin bunun vebali iki dünyada ödenmez, siz beni dinleyin de fabrika ayarlarınıza dönün, ama sizin fabrika ayarlarınız da böyleyse artık denecek söz de bitmiş demektir.

...........................................................................

Benim Annem Neden Cumartesi Olamadı?


Cumartesi anneleri benim için hep çok özel oldular. İşte sene 95 ve ben girdiğim savaşın doğal sonuçlarından biri olarak PKK Gerillalarınca ayağımdan vurulmak süretiyle esir alınmış durumdayım. O senelerde annelerimiz kayıp yakınları için yeni yeni Galatasaray’a çıkıyordu. Aileme elinden geldiğince mektup yazıp durumum ile ilgili bilgilendirme yapıyorum.
Hatta bir keresinde Telefon dahi açmıştım fakat öyle olmasına rağmen herhalde yaşadıkları şok ile benim yaşadığıma hala inanmıyorlardı. Velhasıl o durumda olan ailemi kısıtlı imkanlar doğrultusunda benim kurtarılmam için bir çok yere yönlendirmeye çalışıyorum . Evet o dönemde savaşın orta yerinde kaybolmuş yavrusunu bulması için anneme Cumartesi anneleri ile dayanışmasını da söylemiştim.
Neyse zaman geçti heyet oluştu , o dönem PKK’nin elinde esir olan bizler bırakıldık . Bir süre diğer esir askerlerden ayrıcalıklı olarak askerî hapishanede tutulduktan ve zorla askerliğin geri kalan kısmı da tamamladıktan sonra ailemin yanına döndüm. Sonra o zor süreci konuşmaya başladık, Ne yazdığım mektupları benim yazdığıma inanmışlar ne de yaptığım telefon konuşmasında ki kişinin ben olduğuma, ta ki PKK kamplarına gelip beni görünceye kadar. Bir çok şeyin yaşanmasına hatta telefon görüşmesi yaptığım halde amcamın o çocuk öldü ondan umudu artık kesin sözleri de cabası . Anneme, seninle aynı durumu yaşayan ama bunlara sessiz kalmayıp Galatasaray da kaybedilen yakınlarını arayan anneler ile birlikte mücadele et diye yazmıştım, neden Cumartesi anneleri ile Galatasaray’da oturmadın dediğimde ise annem ‘ama oğlum onlar ‘terorist’ değil mi ‘ demesin mi.
Ben de ah annem, güzel annem dedim senin yüreğin beni görmediğin öldüğümü düşündüğün dönemde ne durumdaydı diye sorunca hiç sorma dedi annem hiç sorma, sessiz yıllarda yaşıyor muyum , yaşamıyorum bilmiyordum. Bende Ah annem o meydan da oturan her bir anne senin gibi, yıllardır kaybedilen çocuklarından belki iyi kötü bir haber çıkar diye sıcak,soğuk,yağmur, boran demeden orada oturuyorlar
Ah be annem , güzel annem bu coğrafya da savaşa , savaşları yürüten hükumetlerin yanlış politikalarına, yaptıkları insanlık dışı icraatlari dinlendirdin mi ‘terorist’ görülüyorsun .Oğlun, savaşın orta yerinde , öldüğünü düşündüğün oğlun, o yıllarda kendisinin de dâhil olduğu insanlık ve savaş suçlarını ifşa ettiğinden beri ‘terorist’ olarak görülüyor. Sen de anne o günlerden, hatta ölmeyip de PKK’ye esir düştüğümden beri onların gözünde bir ‘terorist’in annesisin . Peki dedim anneme benden razı olmadığım yanım var mı . Annem ‘olur mu ben seni bilirim bir kuşu dâhi inciltmezsin’. Ha işte benim güzel annem terörist diye gösterdikleri o güzel Yiğit annelerin milyonda biri etmem, ona göre değerlendirmeni yap. O zaman annemin gözlerinin nasıl dolduğunu hatırlıyorum yıllardır öldü diye düşündüğü oğlunun yüzüne düşürdüğü yorgunluğu ve yanaklarından süzülüp de yere düşen gözyaşlarını.
Elbette dünyanın neresine giderseniz gidin bu acı, bu gözyaşı evrenseldir, belki de acının ortak dili gibi nereye gitseniz bu dili anlarsınız fakat önyargılarımız olmasa. Einstein’in dediği gibi önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zor . Annem bunun bariz örneği her şeyden sakınıp, Ne zorluklarla büyüttüğü oğlu birden savaşın orta yerinde kayboluyor, öldü mü ,kaldı mı belli değil. O an desen oğlun geri dönecek ama sen şu zehiri iç desen içecek ama önyargısı yüzünden kendisi gibi durumda olan Cumartesi Annelerinden şeytan görmüş gibi kaçıyor.O yüzden de asla Cumartesi annesi olamadı..
Kaybedenler belki de en çok bu vicdansız açıktan yararlanarak bu güne kadar hesap vermeden ellerini kollarını sallayarak aramızda geziyorlar. Vicdanlarımızı körerten, bir araya gelmemizi engelleyen bu önyargı duvarını kırmadığmız sürece de bu böyle devam edecek , çok şükürler olsun ki her şeye rağmen ellerinde yürekleri ile bu duvarın kırılması için tam 700 haftadır Cumartesi anneleri mücadele yürütüyor. Bugün bu yazıyı , bu belirlemeleri yapabiliyorsam onların elleri yüreklerin de o duvarlarda açtıkları çatlaklardan sızan aydınlık sayesindedir. Hatta Roboski’den Ankara’ya yaptığımız barış yürüyüşün ardından sevgili Meral Geylani’nin önerisi ile yerleştiğimiz Roboski’de 28.12.2011 tarihinde TC hava kuvvetlerine bağlı savaş uçaklarının bombardımanı sonucu kaybettikleri yakınlarının belli olan faillerinin yargı önüne çıkarılması için katliamın 55.haftasından sonra başlattığımız perşembe değerlendirmeleri / adalet nöbetini tamamen Cumartesi annelerini örnek alarak başlattık, bunu da gurur ile belirtiyorum. Bizler sadece milyondan biriyiz. Annelerimiz bu anlamı ile milyonlara rol modeli olmuştur.
Ben Cumartesi anneleri ile ilgili bu yazıyı hazırlarken Cumartesi annelerinin adalet nöbeti için 700. oturumuna izin verilmediğini , hatta hayli zorbaca bir yönelime maruz kaldıklarını ve onlarca annenin gözaltına alındığını sosyal medyadan öğrendim. Bizler Savaşsız bir dünya,barış, barış dedikçe yaşadıklarimiza inanamıyorum. Bu neyin hıncıdır,neyin hesabıdır ki adalet nöbetlerinin 700. oturumunda #CumartesiAnneleri’ne görülmedik bir yönelim geliştiriliyor. Cumartesi Anneleri Türkiye’dir, Türkiye. Öyle her istediğinizde yönelemez, dokunamazsınız . Cumartesi Anneleri bu ülkenin vicdanidir, vicdanı. Öyle her istediğinizde söküp atamazsınız. 90lı yılların karanlığından bir fener gibi çıkıp bugüne gelmesini bildiler.O dönem ki iktidarı, muhalefeti karanlığını iyi bilir. Öylesi bir dönemde dahi böylesi yönelime maruz kalmadılar. Yazımı bitirirken ben bir barış aktivisti olarak #CumartesiAnneleri’ne uygulanan bu yönelimi kınadığımı belirtirken yetkilileri de derhal bu yönelimdeki sorumluluklarından dolayı annelerimizden özür dilemeye çağırıyorum. Kamuoyunu da bu konuda daha duyarlı olmaya çağırıyorum
CumartesiAnnelerineDokunma
BarışHemenŞimdi
#700HaftaCumartesiAnneleri

............................................................................

Barış Yanlıları Taşın Altına Ellerini Değil Gövdelerini Koymalı


Sevgili dostlar…
Roboski katliamı yaşandığı senelerde bugün yaşadığımız şeyleri tahayyül bile edemezdik. Roboski için bu korkunç bir dramdı. Bunun ötesi olamaz diyorduk. Süreç ne kadar iyimser olduğumuzu, yanıldığımızı bize gösterdi. Büyük bir yıkım yaşamış, Kobani ile dayanışmak, bu yıkımdan en çok etkilenmiş Kobanili çocuklara oyuncak götürmek için, son hazırlıklarını Suruç'ta yapan dostlara IŞİD tarafından bombalı saldırı gerçekleştirildi. Sanki birileri, gizli şekilde start vermiş gibi, hemen ardından Ceylanpınar'da 2 polis memuru öldürüldü. Ve ardından ipi boşalmış olan korkunç bir süreç başladı. Bu sürecin insani dram bilançosu yıkımın nedenli büyük olduğunu ortaya koyuyordu. Üstüne bir de böylesi kaos ortamını fırsat bilenler darbe girişiminde bulundular. Hükümet bu girişimin hemen ardından ortaya çıkan sonuçları bertaraf etmek için OHAL ilan etti.
Daha darbe girişimi gelmeden birçok kesimden uyarılar gelmişti. "Bu kaos ortamı, savaş ortamı başka dinamikleri de harekete geçirir, bu süreç böyle yürütülemez" diye. Akademisyenlerden tutun da, yazar ve sanatçılara, sivil toplum örgütlerinden alın da, siyasi partilere kadar, yaşanan kaosa karşı "bu yaşanan sorunlar güvenlikçi, militarist politikalar ile çözülemez, tarafların görüşmesiyle ortak uzlaşısıyla çözülür" dendi. Siyasi erk, Suriye'de izlediği yanlış dış politika ve ayrıca 7 Haziran seçim sonuçlarından sonra adeta sağır olmuş gibiydi. Çözüme normalleşmeye barışa dair söylenen hiçbir şeyi duymaz duruma gelmişti.
Roboski ile başlayan Suruç ve Ceylanpınar sonrası yaşananlar ile ivme kazanan 15 Temmuz'un etkisiyle en üst düzeye çıkmış güvenlikçi, militarist politikalar ve bir o kadar da bunun sonucunda ortaya çıkmış, insanlık dramı ile karşı karşıyayız. Tüm bu süreçlerin ortaya çıkardığı insani drama baktığımızda seksenli yıllarda yaşanan darbe sürecinin ortaya çıkardığı sonuçları birkaç defa aştığını, verileri incelediğimizde anlıyoruz. İnsan bazen düşünmeden edemiyor. Acaba diyorum, darbe gerçekleşmiş olsaydı daha fazla ne artısı olabilirdi.
O günlerde tüm çağrılara kulaklarını kapayanlar "OHAL'i fırsat olarak görüyoruz" deliler Sonra işler zıvanadan çıktı. Her telden, her renkten her anlayıştan kurum, dernek vakıf parti ve insanlara karşı adeta cadı avı başlatıldı. Siyasi erk sürekli OHAL ve yapılan operasyonlar ile ilgili "hiçbir vatandaşımız bundan etkilenmeyecek" dese de adeta cadı avına dönüşen operasyonlardan etkilenmeyen kalmadı. Benim gibi, sevgili Meral gibi binlerce insan karga tulumba, hapishanelere konuldu. Hapishaneler doldu taştı. 20000'in üzerinde insan yerlerde yatmak zorunda kaldı. Ohal ile hapishanelerde gündeme gelen hak gasplarına değinmiyorum bile. katlanılamayacak tüm işleri yapmak için start verdiler.
Normal zamanlarda kotarılamayacak tüm işleri yapmak için start verdiler. Ben bu. normal zamanlarda kotarılamayacak işlerin Roboski ayağına değineceğim. Öncelikle hedef yaklaşan Roboski katliamı 5. yıldönümü anmasıydı. (2016'nın 12. ayı) Bunun için ilk iş anmaya sayılı günler kala bizleri Gülyazı köyünde gözaltına aldılar. Bu doğal olarak anma hazırlık çalışmasına yansıdı, çalışmalar aksadı. Roboski, Suruç Ceylanpınar ve sonrası yaşananlar, 15 Temmuz darbe girişimi, OHAL derken, ülkede yaşanan tedirginlik hali köyümüze de yansıdı. Üstüne bizlerin anma öncesi gözaltına alınmamız, anma günü, askerin köyün etrafını sarması da işin tuzu biberi oldu. Anma, neredeyse iptal oluyordu. Milletvekillerinin araya girmesi ile ancak temsil düzeyde yapılabildi. Gözaltında tutulan bizler anmanın bitmesiyle beraber adliyeye sevk edildik. 6 günlük rehin alınmamızın ardından çıkarıldığımız mahkeme, bizleri adli kontrol şartıyla bıraktı. Rehin olmaktan, yeni kurtulmuştuk ki Roboski için kurumsal anlamda mücadele, yürüttüğümüz derneğimiz Roboski-Der önce süreli sonra bir geceyarısı çıkarılan Khk ile tamamen kapatıldı.
Bizler tutuklanmayıp köye dönünce, bizden kurtulmak isteyenler bu sefer B planını devreye soktu. Yani her türlü imkan seferber edilip, yıllardır. adalet mücadelesini verdiğimiz, Gülyazı köyünden çıkarılacaktık. 4 ay bu yönelime karşı durduk. Köylülerimize bu yüzden yönelimler gün geçtikçe sertleşiyordu. Artık iş, davadan çıkınca tolere edilemeyecek duruma gelince biz de bir süreliğine köyden çıkma kararı aldık. Tam toparlanıyorken bir köylümüzün babasının yaşamını kaybetmesi üzerine cenaze törenine katılmak üzere Uludere'ye geçtiğimizde polisler tarafından önce gözaltına alındım, ardından çıkarıldığım mahkemede tutuklandığım yüzüme okunarak, 24 Nisan günü bir Rum aktivist olarak hapishaneye gönderildim. O zaman anladım ki bizim için devreye sokulmuş olan kurtulma harekatında hem A planı hem de B planı, aynı zamanda sonuç vermişti. 24 Nisan'ın da tesadüf olduğunu düşünmüyorum. Ohal fırsatçılarının ikide iki yapmanın verdiği sevinç yüzlerine yansımıştı. Ben adliyeden hapishaneye kelepçeli şekilde götürülmek için. yola çıkarıldığımda hepsinin yüzü gülüyordu.
Hapishanede 6. ayımı doldurmuş ve tutuklanmama neden olan mahkemenin ilk çek celsesini beklerken Cumhuriyet gazetesinden Sevgili Meral'in de Antalya'da onun gerçekliğinin örtmesine denk gelecek, TCK, TMY'nin uygun görülen maddesiyle tutuklandığını öğrendim. Bu fırsatçılığı yapanlar da iyi biliyor ki kendileri için başından itibaren adeta et çıban gibi gördükleri, Roboski'yle yürüttüğümüz adalet mücadelesi ve bizim, Roboski'ye verdiğimiz enternasyonal dayanışmadan kurtulabilecek kadar kapsamlı büyük bir operasyonu ancak böylesi bir süreçte kotarabilirlerdi. Yoksa normal bir zamanda anmamızı engellemekmiş, derneğimizi kapatmakmış, Tck, TMY'nin tüm sınırları iğdiş edilerek, bizlerin, içeri alınması yürüttüğümüz adalet mücadelesinden rahatsız olanlar için sadece bir hayaldi. Bu yaşadığımız normal olmayan zamanlar onların hayalini gerçek bizim gerçeğimizi ise yalan kıldı.
Roboski dosyasında bir çavuşu dahi görevinden almadan iç yargı yolunun tamamlamasını sağlayanlar. göz gözü görmeyen karmaşada Roboski için verdiğimiz mücadeleden de kurtulmaya çalışıyorlar. Onlar bize hangi bahaneyle yönelirlerse yönelsinler biz kendi gerçekliğimizi biliyoruz. Anmamızı engellemekle derneğimizi kapatmakla adalet mücadelesi verdiğimiz, köyümüz Gülyazı'dan kopartılıp hapishaneye koyulmamızla Roboski dosyasında olduğu gibi adalet mücadelemizi de engelleyebileceğinizi düşünüyorsanız uyguladığınız birçok politikanın yanlışlığı gibi yine çok büyük bir yanılgı içerisindesiniz demektir. Güneş nasıl balçıkla sıvanmaz ise bizim gerçekliğimizin üstü de her tarafından çekiştirilmekten iğdiş olmuş ceza yasalarınızın sınırları ile dahi kapatılamaz. Nefes aldığımız sürece içeride olsun dışarıda olsun nerede olursa olsun, Roboski'ye adalet istemeye devam edeceğiz.
Dilimizde tüy bitse de, söylemeye, uyarmaya doğru gördüğümüz şeyleri anlatmaya devam edeceğiz. Siyasi erkin içeride ve dışarıda izlediği politikalar tam bir fiyaskodur Zaten darbe girişiminde bulunanlar böylesi bir süreci fırsat bilmediler mi? Bir an önce hiçbir şeye çözümü olmayan bu güvenlikçi, militarist politikalardan vazgeçme çağrısında bulunuyoruz. Tekrardan bir normalleşme için derhal Ohal sonlandırılmalıdır. Buzdolabına terk edilen sürecin tekrar başlaması, dağıtılan masaya daha güçlü oturulması çağrısında bulunuyoruz.
Bu delilik halinin insani sonuçlarının geriye dönüşü yok. Yaşanan bu yıkımın, travmanın, telafisi bulunmuyor. Bu sebeplerden dolayı antimilitaristler, savaş karşıtları, barış yanlıları taşın altına ellerini değil gövdelerini koymalılar. Savaşa karşı barışı savunanlar, biran önce inisiyatif almalılar. Daha da geç olmadan bu sene dördüncüsünü gerçekleştireceğimiz, "Roboski için vicdani ret ver" çağrısını, dönemin ruhuna uygun olarak içeriden, hapishaneden yapıyoruz.
Ve diyoruz ki; bugün uygulanmakta olan tam güvenlikçi, militarist politikalara karşı normalleşme için bir adım öne çıkıp vicdani reddinizi verin. Roboski ile yürüttüğümüz adalet mücadelelerine yönelime karşı en iyi. cevabın vicdani ret vermek olduğunu söylüyoruz. Bugün neredeyse her günümüze bir Roboski düşmekte. Bir daha, Roboski'ler olmasın diye, vicdani ret verin diyoruz. Bizler de bu vesileyle bir kere daha vicdani retlerimizi yineliyoruz. Siz dostlarımızı, içeriden en iyi duygularımızla selamlıyoruz.
Dayanışma ile...

...........................................................................

Aynı Geminin İçerisindeyiz

Dostlar içeriden hepinize merhaba.
24 Nisan 2017 tarihinden itibaren tutuklu olarak hapishanedeyim. Bu süreçte dışarıda kalmak mı, yoksa içeride olmak mı zor, desem herhalde en zor soru olur diye düşünüyorum. İçerisinin dışarıya, dışarının içeriye eşitlendiği günlerden geçiyoruz diye düşünüyorum.
Dostlar tepkilerimizin hükmünün nerede ise yok sayıldığı günlerden geçiyoruz. Görüyorsunuz iki kamu emekçisi dost Gülmen ve Özakça, bu mektubu yazdığım zamanda açlık grevlerinin 111. günündeydi, ve tek dertleri ise haksız yere atıldıklarını düşündükleri işlerine geri dönmek. Ölüm eşiğine gelmelerine rağmen yeterli tepki gelişmediği için Hükümet işi sulandırandı “aile yardımı kabul etmiyor” diyerek, uzlaşmaya yanaşmadığını Adalet Bakanı’nın ağzından söylemiş oldu. Dostlar, her şeyden önce “hak ve adalet“ istedikleri için, ölüme dönülmez şekilde yaklaşan dostların yaşamlarını kaybetmeden işlerine ve sağlıklarına dönebilmeleri için tepkinizi daha fazla yükseltin. Ne olur bu sese kulak kapatmayın. Bu vesileyle yaşamları uğruna “hak ve adalet” mücadelesi yürüten Gülmen ve Özakça dostları buradan bir kere daha selamlıyorum.
Dostlar içeride olmanın zorluklarından biri ise dışarıda olup bitenlere karşı sadece seyirci kalmak ve bir şey yapamamaktır.
Yıllarca her türlü zorluğa karşın sevgili Meral Geylani ile birlikte “Roboski İçin Adalet” mücadelesi yürütüyoruz. Dile kolay tam dört senedir Roboski aileleri ve halkı ile birlikte Roboskî’ye adalet gelsin diye mücadele yürüttük. Şimdi bu yüzden içerideyim. Bir dostun da dediği gibi 'hak ve adalet' istemek yüzünden içeride olmak benim için onurların en büyüğü, zaten bu anlamda yakınmıyorum da, bin sefer olsa bu yüzden içeri girsem gıkım çıkmaz. Fakat dertleri kaybettikleri yakınları için 'Adalet' olan ailelere yönelimi gazetelerden okuyup, bu duruma karşı bir şey yapamamak en büyük acizliğimdir. Her şeye rağmen yılmadan mücadele yürüten ailelerimizin “hak ve adalet” adına verdikleri mücadeleyi bir kere daha içeriden selamlıyorum. Bir gün mutlaka Roboski annelerini bu acıya düşürenler yargı önünde yaptıklarının hesabını verecekler. Ant olsun ki bunun hesabını verecekler. İçeride beni rahatlatan tek duygu, adaletin bir gün tecelli edeceğini düşünmemdir.
Dostlar umarım ters bir şey olmazsa çok uzamadan aranıza döneceğime inanıyorum. Savcı da dahil iddianamemi kabul eden Uludere Sulh Hukuk ceza hakimi de biliyor, dosyanın içindekiler fındık kabuğunu bile dolduran cinsten değil. Fakat uzun süredir Roboski ailelerine verdiğimiz dayanışma nedeni ile bir süre içeride olmamız istendi. Başka bir coğrafyada, ya da başka bir ülkede olsa, o ülkenin ya da coğrafyanın adalet mücadelesine verdiğimiz katkıdan dolayı onore edilirdik. Mesela Bosna'da Sırp milliyetçiliğine karşı, mesela Filistin'de İsrail devletinin zulmüne karşı adalet mücadelesi yürütse idik dediğim gibi takdir edilirdik. Bu coğrafyada ise “barış”, “demokrasi” diyenler , ”hak ve adalet” mücadelesi verenler takdir bir yana her zaman hedef olma ile karşı karşıyadır.
Dostlar aynı geminin içerisindeyiz, gemi su almaya başlarsa sonuçlar hepimizi aynı şekilde etkileyecek. Bu coğrafyanın makus kaderini değiştirebiliriz, bu durumu kabullenmek zorunda değiliz. Hak, hukuk, adalet, barış, demokrasi mücadelesi veren dostlar, ayrılıklarımızı bir kenara bırakarak, aynılıklarımızı ortak payda yaparak birlikte mücadele etme yollarını aramalıyız. Birlikte mücadele etmekten başka şansımız yok. Bu yüzden herkes elini taşın altına koyarak sesini daha fazla yükseltmelidir.
Dostlar, son olarak hepinizi en içten duygularımla selamlıyor, kucak dolusu selamlarımı yolluyorum.
Dostça ve dayanışma ile kalın.
Elazığ 2 Nolu Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu - Koğuş C 5

.......................................................................

Şairin Dediğı Gibi ‘O Dikenin Koparıldığı Yerleriz’


"Dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan. Kürdistan'da ve Muş - Tatvan yolunda bir yer kanar. Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan. Eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar”
Şair Turgut Uyar'ın da şiirinde ifade ettiği gibi Devlete inanırsan bu coğrafyada her yer bahar, her yer bayram yeri. Oysa yaklaşan 23 Nisan 'Çocuk bayramı', '19 Mayıs Gençlik bayramı' denilen günler aslında ne baharı, ne de bayramı ifade eder. Adeta bir devlet geleneği her katliam ve soykırımın üstü bu tür manipüle sözde bayramlarla yamalanmak suretiyle o yıl ve günlerde gerçekleştirilen soykırım unutturulmak istemiştir.
24 NİSAN...
Ne 23 Nisan bayram, Ne de 19 Mayıs, Biz şair Turgut Uyar'ın dediği gibi o dikenlerin koparıldığı yerleriz ve hala kanıyoruz. Sözde 23 Nisan Çocuk bayramının hemen ertesi gününün 24 Nisan yani 1915 Ermeni soykırımının yıldönümü olması tesadüf olabilir mi ? Bir buçuk milyon Ermeni acımasızca soykırıma tabi tutulmadı mı ? Yine öldürülenlerin bir kısmı çocuk değil miydi ? Bir kısım dediysem, yüzbinlerce çocuktan bahsediyoruz ki bir o kadar da çocuğun çalınıp Türk ailelerine verilmesini unutmamak gerekiyor.
19 MAYIS...
Biz Pontoslu Rumlar olarak bize uygulanan soykırımın üç aşamada gerçekleştiğini kabul ederiz. Birinci aşama ll. Abdülhamit ile başlar, İkinci aşama İttihat ve Terakki Cemiyeti ile devam eder ve 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal ve arkadaşların İngiliz vizesi ile Samsun'a çıkması ile bize uygulanan soykırımda son aşama da tamamlanır. Ermeni soykırımını kabul etmek Mustafa KEMAL ve arkadaşları için bir tercih meselesiydi, fiili olarak Osmanlı döneminde gerçekleşmiş bir soykırımdı. Fakat Pontos Rumlarına uygulanan soykırımın tamamlanması ise Mustafa KEMAL ve arkadaşlarının eseriydi? Önceleri göstermelik olsa da ittihatçı soykırımcılar ile arasına bir mesafe koysa da, onlardan devraldığı gayri Müslüman halklara uygulamaya sokulmuş soykırım politikalarını sürdürerek tamamladı.
Pontos'da yaşayan yüzbinlerce insanımız bu politikalar sonucu yaşamını yitirdi. Yaşamını yitirmeyenlerin bir çoğu topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Bu büyük soykırımda yine binlerce çocuk yaşamını yitirirken, binlerce çocuk ailelerinden çalınarak Türk ailelerine verildi. Ben o şekilde çalınarak alıkonulan bir Rum çocuğunun torunuyum. Ben ve benim gibi bir kaç şanslı kişi gerçek aileleri ve halkı ile tekrar buluşma şansı yakalarken, binlerce, onbinlerce, belki yüz binlerce çocuk ailelerinden bihaber kendilerine dayatılmış yalan hayatları yaşamak zorundalar.
NE 23 NİSAN BAYRAM NE DE 19 MAYIS, ŞAİRİN DEDİĞİ GİBİ O DİKENİN KOPARILDIĞI YERLERİZ
Her şeyi bilen Mustafa KEMAL 23 Nisan'ın ertesi gününün ya da, 19 Mayıs'ın Gayri Müslüm halklar için neyi ifade ettiğini bilmediğini düşünmek olası mı? Belki yukarıda saydığım tarihler o dönem bu insanlık ve savaş suçlarına bulaşmış kesimler için bayram olabilir. Fakat Osmanlı'nın sonundan başlayarak sistematik şekilde Cumhuriyet döneminin İlk dönemlerinde son bulan soykırımı yaşayan biz Gayri Müslüm halklar için o tarihlerin acısının tarifi yoktur. Bunca çocuğun katledildiği, çalındığı o soykırım günleri yine çocuk masumluğunun altında gizlenmeye, saklanmaya, unutturulmaya çalışılmaktadır. Bugün sözde bayram edilen o günlerin tek gerçekliği budur.
MUSTAFA KEMAL'İN VE ARDILLARININ ÇOCUK SEVGİSİ BİR ALDATMACADIR
O günden bu güne var olan hükümet yetkilileri her seferinde Mustafa Kemal'in çocuk sevgisinden dem vuruyor, madem çocukları seviyor ve geleceğiniz olarak, çocuklar, ile gençleri görüyorsunuz peki o büyük kötülük günlerinde yüzbinlerce ölen çocuğu ve gençleri neden bir gün anmadınız. Bugün olduğu gibi kendi çocuklarınızın başına bir şey gelse dünyayı ayağa kaldırırsınız, fakat Kürt coğrafyasında yüzlerce, binlerce insan öldürüldüğünde nasıl umurumuzda değilse Gayri-Müslüm halkların çocuklarının öldürülmesi, çalınması dün de umurunuzda olmadığı gibi bugün de umurunuzda değil, üzülerek söylüyorum ki Mustafa KEMAL'in ve ardıllarının çocuk sevgisi tamamen bir aldatmacadır Kafanızda ki Türk algısının dışında vicdanınızda hiç bir çocuğa yer yok, dediğim gibi çocuklar ile olan tek derdiniz ırkçı ve inkarcı politikalarınızın devamlılığıdır.
KÜRTLER
Bir Pontoslu Rum olarak en üzüldüğüm de uzun süredir Kürt coğrafyasında yaşıyorum. Kürt halkı da uzun erimli soykırıma maruz bırakılmaya çalışılan mazlum bir halk. Tüm imkanları ile bizim maruz kaldığımız kaderi yaşamamaya çalışıyor. Fakat bilmeden bizi de çok üzen hatalar yapabiliyorlar. Kendileri de bugün hala soykırım politikalarına maruz kalırken, acısını çok büyük yaşadığımız bu tarihlerde çocuklarının ellerinden tutarak âdeta çocuklarını kendi cellatlarına bu günleri kutlaması için teslim ediyorlar. Bu konuda bölgede iradesi olan hareketin çok daha duyarlı olması gerekmekte, içine girilen bu durumun düzeltilmesi için çaba sarf etmesi gerekir.
İÇİMİZDEKİ BİR TÜRLÜ KENDİNİ DÜZELTMEYEN TRUVA ATLARINA
Geçmişte olduğu gibi bugün de kendine sosyalistim diyen bazı çevrelerin gazete ve dergilerinde çok iyi biliyoruz ki amalı fakatlı başlayan 23 Nisan ve ilerleyin günlerde de 19 Mayıs kutlamaları gelecek. Bir kere daha bu çevrelere çağrı yapıyoruz ki artık bu yanlışları tekrar etmek yerine bizler ile dayanışma içerisinde olsunlar diyeceğim de bu çevre yıllardır yaptığımız çağrılara maalesef kulak kabartmıyor ve bildiğini okuyor.
BÜYÜK ACI
Ben de ailesinden koparılan bir Rum çocuğunun torunu olarak öncelikle 24 Nisan vesilesiyle bir kere daha acılı Ermeni halkı ile dayanışma duygularımı paylaşıyorum. Eğer bir arada yaşamdan bahsediliyorsa herkesin Gayri-Müslüm halklara yapılan katliam ve soykırımlar ile yüzleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bizim acımızın karşısında değil yanında olun
Unutmadan illa bu günlerde bir şey yapacağım diyorsanız Soykırım günlerinde çalınan ve akıbetleri bilinmeyen yüzbinlerce çocuğu devlete sorun. Belki belli bir kamuoyu oluşur ve devlet kayıtlarını açarak, halkımızın çalınmış çocuklarının akıbetlerini açıklamak zorunda kalır. Belki acımızın yangını dinmez fakat Hz Süleyman'a su taşıyan karınca misali bir nebze de olsa yüreğimiz serinler..

.............................................................................................

İçimizdeki El Çocuklarına Çağrı


Öncelikle kaçtır çeşitli vesileler ile kendimizi ifade etmemiz için bize bu imkanı sağlayan AKA-DER’li dostlarımıza çok teşekkür ediyorum. Bir kere daha çeşitli inanç ve halklardan bu etkinliğe katılan dostlara hoş geldiniz diyorum.
Bizdeki mitolojiye göre Gaia toprak anadır, doğadır, her şeyi doğurandır ve Pontos’u da o doğurmuştur. Bizde Gaia’dan olma Pontos’un çocuklarıyız. Toprağımıza, doğamıza, insanımıza bağlılığımız bu yüzdendir. Yaşadığımız topraklara, yani varlığımızı borçlu olduğumuz Pontos’a değinmek istiyorum.
Ben Samsun’un Bafra ilçesinde dünyaya geldim, Babamı soracaksanız o da öyle, dedem ve dedemin babası ve onların ataları da öyle, yani Karadeniz’e Pontos’a hiçbir yerden gelmedik, hani derler ya biz de yedi göbek Pontos Rumlarındanız, daha açık ifade etmek gerekirse yaşadığımız toprakların yerlisiyiz. Yaşadığımız yer Pontos Karadeniz bölgesinin içerisinde Trabzon’dan başlayıp, Sinop’a kadar uzanan bölgenin adıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi biz Pontos’da yaşayan Rumlar tarihte bilinen en eski halklardanız. Pontos’da ki varlığımız M. Ö 7. Yüzyıla kadar dayanıyor. Dilimiz ise kaybolmak ile yüz yüze olan [1] Antik-Yunanca’dır. Bugün Pontos’da dilimizin konuşulduğu yerler Çaykara : (23 köy), Of : (bazı köyler), Tonya: (15 köy), İkizdere (Rize): (13 köy), Köprübaşı: (5 köy), Dernekpazarı: (10 köy), Bulancak (Giresun) : (3 köy), Maçka ve Of’un bir çok köyü, Beşikdüzü: (1 köy) Yağlıdere ve Dumanlı’dır.
Doğu Pontos’da az çok dilimiz konuşulurken Trabzon Rum imparatorluğu Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet tarafından1461 de yıkıldıktan sonra sürekli uygulanan asimilasyon politikaları ve katliamlar yüzünden orta ve Batı Pontos’da nerede ise dilimiz hiç konuşulmamaktadır. Varlığımız gibi bize ait olan her şeyi bugün kaybetmek ile karşı karşıyayız. Osmanlı girmeden önce neredeyse Pontos’un çoğunluğunu biz Rumlar oluştururken, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine izlenen inkarcı-asimilasyoncu ve katliamcı politikalar yüzünden bugün Pontos’da varlığımız tartışılır duruma gelmiştir.
Bize uygulanan zamana yayılmış soykırım politikaları Osmanlı ile başlar, onların İttihatçı kadroları ile devam eder ve Genç Cumhuriyet döneminde ise Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından tamamlanır.
Uzun uzun bize Uygulanan soykırıma değinmeyeceğim. Fakat bilinçli ya da bilinçsizce devam eden bir Mit’in kırılması için Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a yaptığı çıkarmanın arkaplanına biraz değinerek, bize uygulanan soykırımın bizce kabul edilmiş tarihi olan 19 mayıs yaklaşırken, hala o günü bayram diye kutlayan ya da göstermeye çalışan içimizdeki el oğullarına çağrı ile bitireceğim şimdiden sabır ve anlayışınıza teşekkür ederim.
MUSTAFA KEMAL’İN 19 MAYIS 1919 KIRIK DÖKÜK GEMİ İLE GİZLİCE SAMSUNA ÇIKMASI DA TAMAMEN BİR EFSANEDİR
Mustafa Kemal’in İngilizlerden ve İstanbul hükümetinden gizli saklı Samsun’a gidişi tamamen şehir efsanesidir. Mustafa Kemal Samsun’a İngilizlerin olurunu alan İstanbul hükümeti tarafından gönderilmiştir. Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesinin nedeni ise Türkçü çetelerin devamlı şekilde Pontoslu Rumların hem canına hem de malına kastetmesinden dolayıdır. Türk çetelerinin bu saldırılarından iyice bunalan Pontos Rumları, telgraflar aracılığı ile bu durumdan kaynaklı İngiliz yüksek komiserliğine yoğun şekilde şikâyetçi olurlar. Bunun üzerine İngiliz Yüksek Komiserliği, Nisan 1919’da Damat Ferit Paşa’ya bölgedeki Türk çetelerinin Rumlara karşı yaptığı katliam olayları ile ilgili bir rapor vermişti. Raporda “Karadeniz bölgesinde Türk çetecilerin Rum vatandaşlara zulüm ve katliam yaptıkları, bu olayların derhal sona erdirilmesi ve eğer sona erdirilmezse kendilerinin bu bölgeye müdahale edecekleri”ni bildirilmektedir. İngilizlerin raporu üzerine Hükümet Türk çetelerinin yani Topal Osman ve arkadaşlarının bölgede yaptığı baskı ve zulüm olaylarını“(Mustafa Kemal’in muhafızı Topal Osman- Ümit Doğan sayfa 68 ) durdurması ve bölgedeki Türk çetelerinin faaliyetlerinin etkisiz hale getirmesi ve çetelere ait silahların toplanması için Mustafa Kemal Paşa’yı görevlendirmiştir. Olayların seyrine bakıldığın da durdurmak bir yana Samsun’a çıkışından bir süre sonra Mustafa Kemal bu çetecilerin en azgını olan Topal Osman ile Havza’da buluşur. Topal Osman’a ‘Pontosçuların imhasını durdurma, bilakis hızlandır’ der (Hasan İzzettin Dinamo kutsal isyan sayfa 130)der.
Mustafa Kemal ve diğer 34 asker arkadaşı için vize veren İngiliz gizli servisinden yüzbaşı John Goldolphin Bennett ile Yazar Nezih Uzel 1972 yılında Özbekler Tekkesinde söyleşi yapmış o söyleşinin ses kaydının çözümüne baktığımızda Bennett Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile ilgili bakın neler söylüyor : ”Padişahın emin olduğu bir adam olduğunu anladık. Padişah Vahdettin ona çok güveniyordu ancak heyet çok büyük olduğundan 3-4 kişi yerine 35 kişi büyük zabitler, miralay, mirliva falan erkan-ı harptan en mühimler gidiyordu. Yalnız bir müfettişlik için çok gördüm ben. bunların hepsine vize vermek benim mesuliyetimdeydi. Bana 3-4 kişi çıkacak diye talimat emir verildi ben 35 kişiye vize verdim. Bütün evrakı bütün dosyayı aldım İngiliz kumandanlığına gittim 3-4 kişi yerine 35 kişi gitmek ister vizeyi verebilir miyim diye. Padişah bu kişilere itimat eder, vizeyi veriniz dendi. onlar cevap verdiler: Mustafa Kemal gitsin ne lazımsa yapsın dendi. Ben de bu vizeyi verdim imza ettim ve teslim ettim. ”[2] Vize çıktıktan sonra, Genelkurmay’ın karşılaması için dört madde sunuyor. Bu dört madde karşılandıktan 3 gün sonra Mustafa Kemal sarayın ve sömürge valisinin gözetiminde Samsun’a geliyor.
Mustafa Kemal’in istediği dört madde ise şöyle;
1) 7 Mayıs’ta istediği karargâh mensuplarının üç aylık tahsisatlarının şimdiden ve buradan ödenmesi,
2) Müfettişlik görevi sırasında ortaya çıkabilecek olağanüstü masraflar için 6 Mayıs’ta para istenildiği halde henüz karar verilmemiştir. Karar verilip hesaplanarak kendisine bir miktar meblağ ödenmesi,
3) En az iki binek otomobil temini,
4) Kendisine verilecek tahsisat ile karargâhının “seferî karargâh” olarak kabul edilmesi hakkında ayın 12’sinde bir başvuruda bulunduğunu ama bu konunun da henüz işlemden geçmediğini, bir an önce geçirilmesi.
“MUSTAFA KEMAL EMPERYALİZME KARŞI ÇIKMADAN ANTİ-EMPERYALİST SAVAŞ VERMİŞTİR ?“
Mustafa Armağan. Com sitesinde ‘Mustafa Kemal Paşa Samsun’a kaçarak mı gitti’ yazısında Mustafa Armağan[3] Samsun’a çıktıktan üç gün sonra Mustafa Kemal’in kurmayları aracılığı ile İngilizler ile buluştuğunu ve İngiliz mandası önerisine karşı Mustafa Kemal’in Manda teklifi eden İngilizlere şu cevabı verdiğini yazıyor : “Türklüğün ecnebi idaresine tahammülü olmadığı, İngilizler gibi en medenî ırklardan müşavir ve teşkilatçı olarak zevat-ı mütehassısa ve marufenin hüsn-i kabul göreceği…” Yani bugün anlayacağımız Türkçe ile diyor ki ; ‘Yabancıların mandasına karşı olduklarını ve İngilizleri en medeni “ırklar”dan kabul ettiklerini, onlardan danışman ve teşkilatçı olarak uzman ve meşhur kişilerin alınmasının iyi karşılanacağını ‘ söylüyor. Mustafa Kemal Samsun’a hiç te gizli çıkmadığı gibi, İngilizler ile nasıl padişah ve İngilizler ile nasıl pazarlık yaptığı da ortada, bu durumu Doğan Avcıoğlu[4] bir adım daha ileriye taşıyarak ‘Milli Kurtuluş Tarihi’ni anlattığı kitapta açtığı başlık gibi Mustafa Kemal ‘Emperyalizme karşı çıkmadan anti-emperyalist savaş’ vermiştir Der.
Türkiye’nin yakın tarihi ile çalışmaları olan Fikret Başkaya’da yine paradigmanın iflası adlı çalışmasında o süreci kısaca söyle anlatıyor : ‘’ Emperyalizmin genel çıkarları ve emperyalistler arası çelişkiler, 1. Paylaşım Savaşı’nın bir Türk Yunan savaşı biçiminde sürmesine neden oldu. Başlangıçta Yunanlılara destek vermelerine rağmen, İngiliz emperyalizminin çıkarları Sovyet tehdidinin söz konusu olduğu koşullarda [. . ]artık bundan sonra İngiltere’nin temel siyaseti, Doğu’da Bolşevizm’in yayılmasını durdurmaktı. İngiliz desteği kalktıktan sonraysa Yunanlıların Anadolu’da barınma şansı yoktu. ’’[5] Bu süreçten sonrası malumun ilanı, Türk yönetiminin Rum halkına karşı yaptıkları görülmezden gelindi. Sovyetlere karşı desteklenen Kemalistler ise kendi vekillerini bile dehşete düşeceği kötülükler yaptı. Mustafa Kemal’in silah arkadaşları olan İsmet İnönü ve Kazım Karabekir bu durumun farkındaydı
İsmet İnönü Cumhuriyet’in ellinci yılı dolayısıyla verdiği bir demeçte: ”İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur” (Milliyet, 29 Ekim 1973) der.
Kazım Karabekir ise Doğan Avcıoğlu’nun söylemeye çekindiği şeyi açıklıkla ifade ediyor. Yani yedi düvele karşı savaş tamamen şehir efsanesinden ibaret Emperyalist devletler çelişkilere göre hareket edip çıkarlarını korumak istediler. Bu yüzden önce Yunanistan, daha sonra da Sovyetlerin ortaya çıkması ile de Kemalistler açıkça desteklendiler Tekrar Kazım Karabekir’e dönecek olursak : ”… İtilaf kuvvetlerinden korkmayınız. Daha geçen hafta Londra’dan memleketimize gönderilmek istenen alaylar, biz gitmeyiz diye silah çatılarını bırakıp sıvıştılar. İtilaf milletleri harbi umumiden o kadar yorgun çıktılar ki, memleketimizde tek bir nefer bile öldürmeye razı değiller. Karşımızda Rum ve Ermeni’den başka kimseyi görmeyeceğiz. İstanbul’da İtilaf Kuvvetleri bostan korkuluğundan başka bir şey değildir” (İstiklal Harbimiz, sayfa 19-20)
”Güçlü yönetimi merkeziyetçi temellere oturtmuş bir Türkiye, Avrupa kapitalizminin planlarını gerçekleştirme konusunda ihtiyaç olan her türlü savunma görevini üzerine getirecektir” (Scheidmann, ”Milli Mücadele” Sürekli Devrim, Sayı 3, Ekim 1978, sayfa 34)
Fikret Başkaya yedi düvel efsanesi üzerine son noktayı da şu sözler ile ne şekilde koyuyor: ‘’Yani İngiliz ve diğer İtilaf devletlerine karşı bir kurtuluş savaşı verildiği bir uydurmadır. Yanında (Almanya gibi güçlü bir devlet başta olmak üzere) ittifak devletleri varken yenik düşen imparatorluğun bir başına bunların tamamıyla başa çıkması o günün koşullarında mümkün değildi. ”Yedi düvelle savaş” bir masaldır. Zaten emperyalistler Anadolu’ya yerleşmek niyetiyle girmediler ve savaşmadan da çekildiler. Çekilirken de Fransızlar Türklere, Yunanlılara karşı kullanacakları silahları sattılar. Bazı Fransız subayların kurtuluş savaşı ordusu saflarında savaştığı rivayet edilir. İtalyanlar da kendi bölgelerindeki silah depolarını açarak, Kuvayi Milliye’ye yardım ediyorlardı. ’’
Görüldüğü üzere resmi ideoloji sorgulanmaya muhtaçtır, tabii bunu burada uzun uzadıya yapmak istemiyorum. Buna zamanımız da yok zaten, yüzleşme olmadığında yalan yalanı üretiyor, bizler de bir ömrü bu yalanların getirdiği yasaklarla geçirmek zorunda kalıyoruz.
Şimdi aslında içimizdeki birçok sol reformist çevre Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptıklarını o günün koşullarında doğru diye görüyor, tüm değerlendirmeleri bunun üzerinden oluyor. Bu anlayışların gazete ve yayınları bu katliamcıların, yaptıkları katliam ve soykırımların üzerini kapatmak için uydurdukları bayram günlerini kutlamak ile geçiyor. Zamana yayılmış şekilde bize uygulanan soykırımın anmasını yaptığımız 19 Mayıs günü yaklaşırken, bir kere daha yukarıda Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bizler ve bu coğrafya için neyi ifade ettiğini hatırlattıktan sonra dostlarımıza bizler için çok acı bir dönemi ifade eden bu günlerde bayram etme-yapma-kutlama aymazlığından vazgeçme çağrısı yapıyoruz.
Bizim elbette yaşadığımız birçok sorunumuz varken, bu yüzden hala bizlere nasıl bir soykırım yapıldığını, nasıl bir vahşetle karşı karşıya kaldığımızı anlatmak durumunda kalıyoruz. 19 Mayıs yani bize uygulanan büyük soykırımın yıl dönümü yaklaşırken bu dostlarımıza daha duyarlı olmaya, her sene Türkiye Cumhuriyeti yetkililerine yaptığımız gibi geçmişle yüzleşmeye davet ediyoruz.
Elbette Kemalizm hastalığı ile yüzleşmiş dayanışmasını bizden eksik etmeyen dostlarımız da var bugün bu etkinliği gerçekleştiren AKA-DER’li dostlarımıza, yüzyıl aradan sonra Pontos soykırımı konferansını gerçekleştirmemize vesile olan ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’ aktivistlerine ve onlar gibi adını sayamadığım diğer dostlarımıza her zaman müteşekkir kalacağız. Herkesin bir ateş topu gibi elini yakacağı duygusuyla eline almaktan korktuğu halkımıza uygulanmış soykırım sorunsalında yıllardır çekinmeden desteklerini bize sunuyorlar.
Bir kere daha ‘halklar dersliği vesilesi ile birçok halk ve inançlara kendilerini ifade olanağı sağlayan AKA-DER’li dostlarımıza teşekkür ediyoruz. Dost ve arkadaşlarınızın dayanışması İle de bundan sonra olması gerektiği gibi, tek adam, tek millet tek dil, tek inanç, sistemine karşı mücadelede bir kere daha yüksek sesle ‘bizde varız’ diyoruz, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Kaynak:
* AKA-DER'in 8 Nisan'da düzenlediği 'Halklar Dersliği ' etkinliğindeki sunumum

.............................................................................

Bu Davada Yüzleşmek İçin Kapı Aralanabilir Mi?


Hükümet yanlılarını savunurken bu yargı ne kadar da demokrat, keşke bizde kendi yargılamalarımızda da aynısını görebilsek, bizimkisi sadece temenni ve dilek de kalıyor maalesef..
Mesele kalkıp hükümet yetkililerine veya Cumhurbaşkanı'na Garo Paylan'ın maruz kaldığı gibi 'Soysuz' desem, mahkemeler AİHS'den bahsedip iç hukuk artık uluslararası hukukun parçası deyip, Garo'ya hakaret eden kişi gibi yaptığımı eleştiri olarak görüp peşimi bırakır mı, ne dersiniz? Hani Anayasanın eşitlik ilkesi, değil mi!!!
Tabii ben Garo Paylan'a eleştiri adı altında küfür eden o densiz gibi davranmayacağım. Yaşam felsefem buna asla müsaade etmez. Öyle bir hukuk garabeti ile karşı karşıyayız ki küfrü eleştiri olarak görüp, eleştiriyi ise küfür olarak algılıyor. Abarttığımı düşünenler varsa aşağıda vereceğim iki örneğe baksın:
1) Baskın Oran'ın Cumhurbaşkanı'na akademisyenlere karşı ettiği hakaretten dolayı açtığı dava ve 2) Garo Paylan'ın mecliste yaptığı bir konuşmadan dolayı bir gazetecinin Garo'ya 'Soysuz' çıkışına karşı mahkemelerin sonucu.
Yarın Uludere'de hakkımda görülecek 4 mahkemem var. Üç tanesi benim için klasik hale gelen 'halkı askerlikten soğutmak', ki onlardan da ceza almayı bekliyorum. Dördüncü dosyam ise 'Mustafa Kemal'e alenen hakaret’ten olacak.
Mustafa Kemal'e hakaret davası benim için iki nedenden dolayı önemli;
1) Kişisel olarak benim İçin önemli çünkü hükümete yakın olduğu için nefret suçu sayılabilecek sözler edenler eleştiri adı altında mahkemeler tarafından hoşgörü ile karşılanırken, Gerçekten eleştirel olarak ortaya koyduğum düşüncelere mahkemenin nasıl yaklaşacağını göreceğiz.
2) İster kabul edilsin, ister ret edilsin Pontoslu Rum halkı olarak 1914 ile 1923 arası halkımız soykırıma tabi tutuldu. Mahkeme verdiği karar ile halkımıza uygulanmış olan soykırıma ya devam diyecek, ya da halkımıza uygulanmış olan soykırım ile yüzleşme için kapı aralayacak.
Bu yüzden yarın hakkımda görülecek olan 'Mustafa Kemal'e alenen hakaret' davasında mahkeme ne karar verirse versin tarihi bir mesaj vermiş olacak, yarın bu mesajın ne olduğunu hep beraber öğreneceğiz.
İlk duruşmaya verdiğim yaklaşık 35 sayfalık savunmam aşağıdaki linkte: http://barisicinaktivite.com/mustafa-kemala-alanen-hakaret-davasi-icin-savunmam/mustafa-kemale-alanen-hakaret-dosyasi/

.......................................................................................

Anlayana Bir Hayal Etme Çağrısı


İçişleri Bakanı Soylu, CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu İle 'Koruköy' polemiğinde tutuklu bulunan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş için ‘Demirtaş denen o adam müsveddesi’ cümlesini kullandı. Aynı günlerde ise Cumhurbaşkanına hakaretten açılan davalara cevap veren Bozdağ;
"Cumhurbaşkanı'nın annesine babasına sinkaflı küfür ediyorlar. Yasa gereği bunlar tutuklanıyor" diyor.
Bozdağ belki bir kaç kendini bilmez için bunu söylese kabul ederiz de, tutuklananların haddi hesabı yok, mesela ben IŞİD konusunda Cumhurbaşkanını eleştirdim diye hakkımda dava açıldı. Valla ne annesi, nede babasına küfür etmişim, trilyon para verseler de etmem, ahlak tutumum buna izin vermez, peki sayın Bozdağ bana neden dava açıldı. Hadi bunu da geçelim, hani yasalar karşısında eşittik en azından bugün var olan anayasa bize bunu demiyor mu ?
Şimdi soruyoruz, Cumhurbaşkanına her eleştirimize 'hakaret' davası açan savcılar, ve bu durumu savunan sayın Bozdağ, Demirtaş'a alenen hakaret eden soylu hakkında ne yapmayı düşünüyorsunuz merak ediyorum.
Bizi BBG evindeymişiz gibi 24 saat izleyen savcılar, Anayasa'nın eşitlik ilkesine dayanarak, Cumhurbaşkanı için gösterdiğiniz hassasiyeti, 6 milyon oy almış bir partinin eşbaşkanı olan Demirtaş için istesek çok mu oluruz.
Aslında bizim çağrımıza gerek kalmadan harekete geçmesi gereken savcıları İçişleri Bakanı Soylu'nun bu davranışına karşı harekete geçmeye çağırıyorum. Hadi beni ve benim gibileri şaşırtın, ve görevinin başındayken bir İçişleri Bakanı ile ilgili fezleke ve soruşturma başlatın, olur mu böyle bir şey bu ülkede, umudu olan var mı, ne dersiniz. ?
Ha böyle bir şey olduğu zaman ancak insan haklarından, demokrasiden, anayasadan, eşitlikten, belki ileri diyebileceğimiz bir şeyden söz edebiliriz.
Gerçi biz de hiç akıllanmıyor ya da dersimizi almıyoruz ve yine, yine, her gün, her gün eşit muamele bekliyoruz, oysa barış için akademisyenler, sokağa çıkma yasağının uygulandığı bölgelerdeki şiddete dikkat çekip, tekrar barış talep eden bir bildiri yayınladıkları için Cumhurbaşkanı Erdoğan akademisyenlere “alçak, zalim, kapkaranlık, cahil, tiksinti verici, vatan haini, lümpen, terör örgütünün maşası, ahlaksız, mandacı artığı, ruhu kirlenmiş” demişti. Bunun üzerine Akademisyen Baskın Oran Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı mahkemeye vermişti. Yargılama sonrasında Ankara 3. Asliye Hukuk Mahkemesi ise Erdoğan’ın “konuşmalarının eleştiri ve karşı görüş bildirme hakkını kullanma mahiyetinde olduğunun kabulü gerekir” derken, Erdoğan’ın “sözlerinin” “doğal olup, hayatın akışı gereği olduğunu” söyledi.
Başta dedim, bir kere daha diyorum biz akıllanmayız, bozuk düzende sağlam çark olmaz, olmaz, olmaz. Bu yüzden ben ve benim gibiler, akıllanmayanlar, biat etmeyenler, hala demokrasi, eşitlik, ve kardeşlik isteyenler, 7 Haziran'da bu bozuk sistemi sarstı, şimdi 16 Nisan'da olacak Referandum seçimlerinde herkesin kendi dilinde #Hayır'ı demesi ile bu bozuk düzeni tersine çevirecek başlangıcı yapabiliriz.
Belki o zaman haksızlığı ya da suçu İster İçişleri Bakanı, İster başbakan ya da Cumhurbaşkanı yapsın hakkında fezleke ya da soruşturma açıldığında biz küçük dilimizi yutmadan adaletin kendi işini yaptığını bilerek huzur ile yaşamaya devam edeceğiz, Ne dersiniz çok mu hayalperestim. Ne derler her şey hayal etmek ile başlar.

.................................................................................

Zorbalara ve Tehditlere Boyun Eğmeyeceğiz


Sizin tarihiniz utanç verici bir geçmiş, bu tarihi geleceğe taşımak içinde her şeyi yapıyorsunuz. Hiç mi doğru bir şey yapmayacaksınız? Ne yaparsanız yapın doğrular yani biz kazanacağız
Bu gün yaptıklarınıza baktığımızda referandum sürecine yaklaşımınız sizin geçmiş kirli tarihinizin aynası gibi olduğunu görüyoruz. Anlaşılan o ki korkutma ile, tehdit ile, cebir ve binbir hile ile referandumu kazanacağınızı düşünüyorsunuz.
Bu yüzden nerede bir #Hayır potansiyeli varsa orada sizin her türlü hileniz ve şantajınız ile karşı karşıya kalacağımızı biliyoruz. Bugün yaşadığımız köyde sizin yaptıklarınıza gönülden bağlı olan bir gurup yasaları hiçe sayan korucularınızın ve askerlerinizin bize ulaşabilmek ve kötülük yapabilmek için köylülerimize yaptığı baskı, şantaj ve tehdit bu yüzden.
Buradan bir kere daha size hodri meydan diyoruz. Yaşadığımız köyden bizi ancak ya içeriye(hapishane) alarak ya da nasıl olacaksa bizim burada oturmamız sakıncalıdır diye mahkemeden ya da valilikten bir karar getirirseniz bu köyden çıkarabilirsiniz, onun dışında sizin hile ve tehditlerinize boyun eğmeyeceğimizi buradan ilan ediyoruz. Yaşadığımız köye kendi irademizle geldik, buradan ancak kendi isteğimizle çıkarız.
KÖYLÜLERİMİZE AÇIK ÇAĞRI
Roboski ve Bejuh (Gülyazı) köylülerine buradan açıkça çağrı yapıyoruz. Asker ya da korucu ellerinde herhangi bir resmi çağrı ya da tebligat olmaksızın bizim için 'bunları evinizden çıkaracaksınız, bunlara ev vermeyeceksiniz, bunlara ev veren olursa silahlarını (korucu silahı)alırız' diyorsa bunu söyleyen kişi ya da kişiler kim olursa olsun hukuk dışına çıkmış, suç işlemiş demektir.
Bize karşı direkt bir şey yapamayan bu kesim, sizleri tehdit ve şantaj İle korkutmak sureti ile bizleri köyde oturamaz durumu getirmek istiyorlar. Biz biliyoruz ki köylülerimiz her zaman bizim yanımızda oldu, olmaya da devam edecek. Sakın ola bu şekilde kanunsuz yollara başvurarak bizlere ulaşmak isteyenlerin sizleri korkutmasına izin vermeyin, bu kesim hakkında çok yakında suç duyurusunda bulunacağız.
Zorbalığa ve tehditlere gelince, bunların hesabını yargı önünde bir bir verecekler. En azından bizim nerede ise her ay uğramak zorunda kaldığımız o adliye koridorlarına onları getireceğiz, ant olsun ki bunu yapacağız. Öyle yok, zorbalık yap, sonra otur keyif yap, buna izin vermeyeceğiz. Kimse kanun dışına çıkmış olan bu kesimden çekinmesin, bu nisan ayında yapılacak referandum öncesi korkmanızı sağlamak için yapılmış kuru gürültü, inancınız tam olsun, bu günleri dayanışma içerisinde aşacağız.
KANUN DIŞINA ÇIKAN KESİM'E...
Referandum uğruna korku yaymak için kanun ve yasa tanımayanlar, sıkı bir yargı sürecine hazır olun derim, ayrıca size bir de kötü haber vereyim, korku, cebir, tehdit ile yol alınamayacağını köylülerimiz 16 Nisan’da sandığa gittiğinde #Hayır'lısıyla size gösterecek.
KAMUOYUNA
Roboski ve Gülyazı köyü Roboski yaylasında 28.12.2011 tarihinde gerçekleşen hunharca katliamdan dolayı tanınan bilinen İki köy. Bu kadar göz önünde bulunan köyde, hatta işte dört küsur senedir burada olup bitenleri tüm zorluklara rağmen aktaran biz aktivistlerin burada olmasına rağmen referandum yüzünden yükselen baskıyı iliklerimize kadar hissederken Kürt illerinin diğer bilinmeyen irili ufaklı köylerinde neler olabileceğini siz hesap edin artık.
Burada yaşayan halkın iradesinin sandığa yansımaması için her türlü çabanın ortaya koyulacağının canlı şahitleriyiz. Bu yüzden Kamuoyuna bu süreçte daha duyarlı olma çağrısında bulunuyoruz.

.............................................................................

Elkonan DBP’li Belediyelerle Referandum Çalışması Mı Yapılacak?


Gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan Uludere belediyesinin Eşbaşkanı Zeynep Üren'in bugün de 'geçici' olarak görevinden uzaklaştırıldığı bildirildi. Diğer DBP'li belediyeler de  olduğu gibi şimdi de Uludere belediyesine kayyum atanması bekleniyor.
Referandum süreci yaklaşırken Uludere. Belediyesine kayyum atamak neyin nesi. Hadi diğer belediyeler de özyönetim çalışmaları ya da ilanları bahane ediyordu peki özyönetim  İlan edilmeyen Uludere'de belediyesinin eş başkanının görevinden alınması, ardından gelebilme ihtimali yüksek olan kayyum ataması ne manaya geliyor.
AKP'li Galip Ensarioğlu'nun referandum sürecinde 'OHAL daha sağlıklı' dediği şeyle kastettiği bu tür referandum fırsatçılığı m yoksa diye de düşünmüyor değil insan. Daha önce Cumhurbaşkanlığı dahil devletin tüm imkanlarını seçimler için seferber edildiğini çok iyi biliyoruz .Hatta bu yüzden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN geçmişte muhalefet tarafından çok eleştirilmişti.
Hükümet sözcülerinin ya da AKP'li yetkililerinin değişi ile Uludere'de ve DBP'li Uludere belediyesin de hiç bir 'sorun' yok iken, bir oldu bittiye getirip böylesi bir dönem de Uludere belediyesi Eş başkanını görevinden uzaklaştırılması, daha sonra da diğer DBP'li belediyeler de olduğu gibi gelebilecek olan kayyum ataması akla yukarıda söylediğimiz gibi devlet imkanlarını seçimlerde seferber etmekten çekinmeyenlerin kayyum atanan DBP'li belediyelerin imkanlarını referandum için kullanabileceğini, seferber edeceğini akla getiriyor. Yoksa böylesi bir süreçte hiç bir şeye karışmamış, hatta kıt kanaat imkanlar ile ayakta durmaya çalışan Uludere belediyesine el konulmaya çalışılması başka türlü nasıl açıklanır bilmiyorum.....
Uludere belediyesi örneğinde  olduğu gibi , bir kere daha çok açıkça gördük ki, tamamen politik nedenlerle irademiz hiçe sayılmakta , geçmişte olduğu gibi AKP'liler referandum yaklaşırken devletin ve milletin tüm imkanlarını kendi çıkarları için seferber edeceğini bir kere daha gösterdi. Geçmişte bir çok örneğini açıkca gördüğümüz, gerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN tarafından, gerekse Başbakan, Bakan, AKP'li vekiller, ayrıca AKP kadrolar,  tüm gelişen tepkilere karşı devlet imkanlarını referandum-seçim süreçlerinde sonuna kadar kullanmaktan asla çekinmediler. Biz ise hiç bir süreçte bu durumu engelleyecek herhangi bir şey yapamadık. Büyük ihtimal ile önümüzdeki referandum sürecinde de aynı şeyler olacak ve yine etkili bir tepkinin olacağına inanıyorum.
Şimdi bu suistimallere yeni yeni halklar eklenmekte olduğunu üzülerek görmekteyiz. Bu referandum sürecinde devletin AKP'ye sunduğu imkanlar yeterli olmamış olacak ki, ya da 7 haziran da olduğu gibi bir sonuç ile karşı karşıya kalmamak için Kürt halkının tırnağını canına takarak her türlü zorluğa karşı elde ettiği belediyeler AKP'nin hedefi durumunda olduğunu üzülerek görüyoruz.
Özyönetimler bahane edilerek Kürt halkının elinde bulunan ve nerede ise tüm belediyelere kayyum atandı. Kürt halkı ve dostları bu yönelime yeteri kadar tepki göster(e)medi. Bunun çok çeşitli nedenleri var, dışsal olarak devletin yönelimi gösterilebilir, içsel nedeni olarak da belediyelerin çok kötü performans göstermeleri, yani burjuva belediye prensibini aşacak çalışmalar yapamaması olarak söylenebilir.
Elbette her şeyin hesabını sormalıyız, elbette soracağız da fakat şimdi bunun zamanı değil, şimdi Isid'in Kobene'yi mahalle mahalle işgal ettiği o günlerde ölüm-kalım günlerinde, Kobane'nin kurtuluşu ile işgali ,katliamı ile yaşamı arasında olduğu araf döneminde can havliyle Türkiye'de, Kürt illerinde. dünyanın bir çok yerinde verilen o devasa etkiye sahip sivil-demokratik çıkışa ihtiyaç var. Türk Tipi Başkanlık ya da tek adam diktatörlüğünün oylanacağı referandum çok açık ifade etmek gerekirse 'EVET'çi ittifakın Kürt halkının yüzyıllık inkarı üzerinden yürüteceği kampanya ile yürüyecek. Daha açık yazmam gerekirse bu referandum Kürt halkının yüzyıllık kaderini de oylayacak. Ölüm ile kalım , inkar ile yaşam bu referandum da oylanacak .
Bu referandum da EVET çıkması demek yüzyıllık halklara uygulanan inkâr siyasetinin devamı demek. Hükümetin bu günler de alacağı her karar , yapacağı her icraat önümüzdeki referanduma dönük olduğunu söylemek gerekiyor. Bu yüzden her şey , bir kenara bırakılarak Kürt halkının ivedilikle kendi belediyelerine, yerel yönetimlerine, iradelerine sahip çıkmaları gerekmektedir. HDP Eş başkanları ve HDP vekilleri bugün neden içeride tutuluyorlarsa, bu saatten sonra DBP'li belediyelere yönelim aynı amaca hizmet içindir unutmayın. Bu günden sonra kayyum atanan her DBP'li belediye referandum sürecinde Kürt karşıtı 'EVET'ci ittifakın değirmenine şu taşıyacaktık.
Yüzyıllık boyunduruğa EVET demeyeceksek, tırnaklarımızı canımıza takarak binbir emekle, bir o kadar bedel ile alınmış yerel yönetimlerimizi , belediyelerimizi Kürt karşıtı bir çalışma için 'EVET'ci ittifaka teslim etmemek için , güçlü bir #HAYIR demek için, herkesin Kobane ruhu İle ,7 haziranı getiren o ruh ile anayasal çerçevede demokratik tepkisini göstermesi, belediyelerine, iradelerine ,iradeleri ve belediyeleri özgürleşinceye kadar sahip çıkmalıdırlar.
'EVET'ci ittifakın, referandum için belki devlet imkanlarını kullanmalarını engelleyemeyiz fakat, belediyelerimize ve irademize sahip çıkarak, başka bir istismar alanı açmalarını önleyebilir, ayrıca ortaya çıkacak pozitif enerji ise batıya doğrudan yansıyarak, #HAYIR'cı cephenin 'otoriterizme'  tek adam sistemine' karşı  asgari paydada 'demokrasi' cephesi oluşmasının zeminini de ortaya çıkacaktır. 'ON'dan sonrası ise domino taşının etkisi gibi gelecektir. Yok ya diyenlere 'Kobane ha düştü ha düşecek' denilen noktadan nereye geldiğini hatırlatmak isterim. Sonra Gezi direnişini de asla unutmayın derim . Sokaktaki enerji hiç bir şeye benzemez, özellikle masa başı hesaplarına hiç benzemez, bir ortaya çıktı mı , her şeyi önünde sürükler, alır götürür, değiştirip, dönüştür. Biz bu dediğimi Gezi ve Kobane sürecinde gördük....

..........................................................................

Biz De Gerçekten Çok Oluyoruz Değil Mi Garo


Sizler hiçbir soykırıma karışmadınız, biz canımız istedi buharlaştık. Gittik mağaralara kendimizi kapatıp, kendimizi dumanlayarak tütsüledik. O da yetmez dedik, canımız çok sıkıldı ve vapur, trenlerde kendimizi canlı canlı odun, kömür yaptık.. O da kesmedi iddiaya girdik kadınlarımızın karnındaki çocukları için oğlan mı kız mı diye, sonra karnını deştik kadınlarımızın iddianın sonucunu öğrenmek için. Daha da ötesi var ya sizler travma yaşamayın, keyfinizi bozmayın diye anlatmıyoruz. Yoksa estağfurullah Türklük adına hareket edenler böyle bir şey yapar mı Türk'e laf edenlerin topu densiz!!!!
Hiç utanma sıkılma kalmamış artık, Ne diyelim!!!
Her şeyi geçtik, yüzyıl önce yaptıklarımız için nostalji olsun diye içimizden Hrant'ı seçerek geçmişte kendimize yaptıklarımızı anmak için 10 yıl önce 19 Ocak günü Hrant'ı Agos'un önünde öldürdük. Sırf canımız sıkılıyor diye ve Türk'ü zor durumda bırakmak için.
Olayı örtbas etmek için de çeşitli derecelerde devleti temsil ettiğini düşündüğümüz memurları işe dâhil ettik. O da yetmedi katil ile resim çekilip, katilin o gün taktığı bereyi  giymesi için de ar-ge çalışması yaptık.
Can sıkıntısı işte ne yapalım, Hrant'ı öldürene şarkı yaptırmasak bunu asla kabul etmezdik. Sonra Türk milleti iyice zor duruma düşsün diye kendimize en sadistçe yaptıklarımızı Garo ile anayasa görüşmelerinin mecliste yapıldığı dönemde anlattırarak kendimize birinci sınıf linç kampanyası örgütledik.
Hakikaten bize ne oldu da buharlaştık, haaaa değil mi? Yoksa Türk milleti adına hareket edenlerin böyle bir şey yaptığına kimse beni inandıramaz, asla... Biz Rumlar, Ermeniler, Süryaniler çok oluyoruz artık çok ekmeğini yediğimiz sofraya bıçak çekiyoruz....
________
Not: Canımız o kadar sıkkın ki bu yazıya da soruşturma açıp can sıkıntımızı gidermeye çalışacağız. Yukarıda kendimize yaptıklarımız yetmedi çünkü...

...........................................................................

Ant Olsun Ki Roboski Demeye Devam Edeceğiz


Roboski katliamının 5. yıldönümü anması yapılmasın diye anmadan bir kaç gün önce 'ihbar' gerekçe gösterilerek ben, Meral Geylani, Roboski ailelerinden Taybet Encu, Veli Encu ayrıca Hikmet Encu, Ubeydullah Encu rehin(gözaltına) alındık. Bizler gözaltına alındıktan sonra köylülerimizin demesi ile adeta köyümüze asker çıkartması yapıldı.
Yine köylülerimiz askerlerin anmayı onların belirlediği çerçevenin dışında yapması halinde âdeta rehin tutulan bizlerin tutuklanacağı tehdidi ile karşı karşıya kaldıklarını ifade ettiler. Tüm bu nedenlerden dolayı bu sene Roboski anması temsili düzeyde yapılabildi. Biz yürüttüğümüz adalet mücadelesine yönelimin bunlar ile sınırlı kalacağını düşündük, fakat öyle olmadığını kurduğum cümleleri takip edenler görecek..
Roboski anmasının hemen ardından tutuklanma talebi ile sevk edildiğimiz Uludere Sulh Ceza mahkemesi adli kontrol şartı ile beni, Meral Geylani, Taybet Ebru ve Veli Encu'yu serbest bıraktı. Anmanın tarihinin geçmesi ile Rehin olma durumundan şimdilik kurtulduk da bu arada ne ajanlığımız kaldı ne örgüt üyeliğimiz, asker ve polis bizim için hazırladığı fezlekeye ne varsa koymuşlar, şimdilik mahkeme bu duruma geçit vermedi fakat bu ne zamana kadar böyle gider hiç kimse bilmiyor. Mahkemeler üzerindeki baskıları herkes bugün iyi biliyor. Bu ülkede dışarıda kalmanın artık hiç bir garantisi yok, bunu bizzat yaşayarak görüyoruz.
Roboski katliamının 5. yıldönümü anması temsili düzeyde olsa da yapıldıktan ve bizler bırakıldıktan bir kaç gün sonra derneğimiz OHAL kapsamında " Örgüt propagandası" yaptığı gerekçesi ile faaliyetleri 3 aylığına durduruldu. Biz bu duruma avukatlarımız aracılığı ile itiraz etmiş ve sonucunu beklerken derneğimiz Roboski-Der gece yarısı KHK'si ile resmen tümü ile kapatıldı. Roboski'ye yönelimin bunlar ile sınırlı kaldığını düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. Bu yazıyı yazdığım saatlerde Amed'de dozerler ve kepçelere eşlik eden polisler ile bundan tam dört yıl önce Kayapınar belediyesi tarafından Roboski katliamında yaşamını yitirenler anısına yapılan anıt da yıkılarak kaldırıldı.
Şimdi ey iktidar desek, ey TC Cumhurbaşkanı Erdoğan desek, hani Ankara'nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacaktı Roboski desek ne cevap alırız diyeceğim de sadece yakın zamanda yaşadıklarımız ve Roboski anısına yapılan bu anıta kepçeli dozerli saldırı ile cevabımızı aldığımızı düşünüyorum. Bunun üzerine ne söylesek, ne yazsak kifayetsiz.
Biz mücadeleye Roboski-der ile başlamadık, derneğimiz kapandı diye de durmayacak, gözü yaşlı annelerimize andımız var ki Roboskiye adalet gelinceye kadar ne pahasına olursa olsun verdiğimiz adalet mücadelesine devam edeceğiz. Bugün Roboski katliamının sorumlularından hesap sorulması gerekirken çeşitli gerekçeler üretilmeye çalışılarak bizler cezalandırılmaya çalışılıyoruz. Kim ne derse desin, bizleri ne ile suçlarlar ise suçlasınlar biz çok iyi biliyoruz ki bizler Roboski için adalet mücadelesi verdiğimiz için cezalandırılmaya çalışılıyoruz bunun farkındayız. Bile bile lades diyoruz, ne yaparsanız yapın buradayız, Roboski için yürüttüğümüz adalet mücadelesini boğamayacaksınız. Selo başkanın dediği gibi bedel ödemeden maalesef bu coğrafya'da hiç bir hakkın teslimi yok, yani gemilerimizi de ateşe verdik anlayana, anlamayana ne desek boş, biliyoruz bu baskı ve zulüm sonsuza kadar sürmeyecek, o güne kadar direneceğiz. Kimse bugün yaptıklarının hesabını vermeyeceğim düşüncesine kapılmasın, mutlaka bir gün her günü Roboskiye dönen coğrafyamızın hesabı demokratik teamüller çerçevesinde, her günümüzü Roboskiye çeviren bu kesimden sorulacak unutulmasın...

...................................................................................

Roboski'ye 5. Yıldönümünde Bir Aktivist Olarak Bakmak


1 Eylul Dünya Barış Günü vesilesi ile 2012 yılında Roboski'den Ankara'ya gerçekleştirmiş olduğumuz barış yürüyüşünün ardından yerleştiğimiz Roboski'de 5.yılımıza giriyoruz.Sevgili barış aktivisti Meral Geylani'nin önerisi ile Roboski'ye yerleşme kararı aldığımızı söylemeliyim. Geriye dönüp tamamladığımız dört yıla baktığımızda buraya yerleşme kararını iyi ki almışız diyorum. Aslında 90’lı yıllarda aynı coğrafya da yaşayan Kürt halkına karşı neler yapıldığını kötü deneyimler ile öğrenmiş eski bir asker ve o dönem işlenmiş savaş suçuna da ortak olmuş biri olarak benim için ayrıca çok önemli olduğunu söylemem gerekiyor. Bir şeyleri düzeltmek açısından Roboski benim için ikinci bir şans anlamına geliyordu. Geçmiş yıllarda yaptıklarımızı ne kadar telafi eder bilinmez fakat 5.yılımıza girdiğimiz şu günlerde elimizden geleni yapmaya çalıştık. Roboski aileleri beş yıldır,bizler ise dört yıldır elimizden geldiği kadar Roboski için adalet mücadelesi yürütüyoruz.

Roboski'de bir çok şeye şahit olduk, bunlardan ilki her türlü saldırıya karşı yılmadan Roboski için adalet mücadelesi yürüten Roboski aileleri ki kadınlar, annelerimiz bu apansız mücadelenin dinamo gücü olduğunu rahatlıkla ifade edebilirim. İkincisi ise kendi acıları içerisinde kaybolmayarak,kendisinden sonra gelişen tüm katliam mağdurları ile birlikte ellerinden geldiğince ortak mücadele çabalarıydı.

Yine bu dört yıl boyunca şahit olduğumuz şeylerden üçüncüsü ise devletin Roboski katliamının aydınlatılması için verilen mücadeleyi her yolu kullanarak tecrit etmeye çalışmasıydı.Devlet bu yolda  gerektiğinde konuşur gibi yaptı,çözer gibi davrandı, rüşvet vermeyi denedi,olmadı mı askeri ile, polisi ile, hukuk yolu ile aileleri sindirmeye,korkutmaya çalıştı.

Bizlerin dört yıllık,ailelerimizin beş yıllık mücadele deneyimlerinin ortak kanısı yaşadığımız bu hunharca katliamın faili devletti. Bu yüzden vereceğimiz mücadelenin hiçte kolay olmadığını biliyorduk. Her şeye rağmen tüm demokratik teamüllerin sınırını zorlayarak faili belli olan yaşadığımız katliamın sanıklarını yargı önüne taşımak için insanüstü bir gayret gösterdik. Mücadelemizin etkisi ulusal ve uluslararası kamuoyunda belli izler bıraksa da,Yukarı da bahsettiğim nedenlerden ötürü Türkiye'de hukuksal anlamda bir adım dahi yol alamadık.

Biz elbette tüm bunları hesap ederek yola çıktık, devletin kendisine bağlı tüm mekanizmaları harekete geçirmek süreti  ile Roboski için yürüttüğümüz adalet mücadelesini boğmaya çalışacağını biliyorduk . İlk oluşturulan TBMM Uludere alt komisyonundan tutunda Anayasa mahkemesine kadar bu hep böyle oldu. Annelerimiz yaslarını tutabilsin,çocukları mezarlarında rahat uyulabilsin diye biz Roboski İçin Adalet mücadelesi yürütenler de ant verdik ki, Roboski'ye adalet gelinceye kadar mücadele yürüteceğiz.

Bu vesile ile Roboski katliamından başlayarak, ailelerin AİHM'e başvuru sürecini içine alan kısa kronoloji sizlere bir kere daha hatırlatmak istiyorum:

28.Aralık 2011
DEVLET GÖZ GÖRE GÖRE SİVİLLERİ KATLETTİ
19.17 suları: Zaho’dan gelen araçlardan mazot, şeker, pirinç ve çay almak için öğleden sonra saat 15.00-16.00 gibi Gülyazı ve Ortasu köylerinden hareket eden 17’si 18 yaşın altında olmak üzere 38 köylü , iki grup halinde ilerleyerek Türkiye’ye geri dönmeye başladı
Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı askerler tarafından 19.28 – 20.21 arası kafilenin 5-6 kilometre önüne 5 aydınlatma ve 7 tahrip mermisi atıldı.
21.03: Yolun kapatıldığı yönünde bilgi alan iki grup halindeki kafile, sınıra yakın bir noktada durup bekleme kararı aldı.
21.40 ve 21.43: Diyarbakır’dan kalkan Türk Silahlı Kuvvetlerine ait 2 F-16 uçağı ilk grubun bulunduğu noktaya iki bomba attı.
22.02: İlk gruptan ayrılıp kuzeye doğru ilerleyenlerin üzerine üçüncü bomba atıldı .
22.24: İkinci gruba dördüncü bomba atıldı

KÖYLÜLER 112 ACİL SERVİSİNİ ARADI
Katliam bölgesine giden köylüler 112’yi arayarak ambulans istedi. Ancak, ambulanslar yol ağzında bekletilmiş, olay yerlerine hiçbir kurtarma birimi gönderilmemiştir. Katliam yerinde tespit edilen 8 yaralıdan 7 kişi yakınlarının sırtında taşınırken yolda hayatını kaybetti.

29 Aralık 2011
GENELKURMAY BAŞKANLIGI AÇIKLAMA YAPTI
11.45 Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yapmış ve “Bölgenin teröristler tarafından sıkça kullanılan bir yer olması ve geceleyin hududumuza doğru bir hareketin tespit edilmesi üzerine hava kuvvetleri uçakları ile ateş altına alınması gerektiği değerlendirilmiş ve saat 21.37-22.24 arasında hedef ateş altına alınmıştır” dedi.
Ancak bu açıklama sonrasında ana akım medya Roboski sınırında yaşanan katliam üzerine haber geçmeye başladı.

29 Aralık 2011
ULUDERE CUMHURIYET BAŞSAVCILIĞINCA SORUŞTURMA BAŞLATILDI
Uludere Sulh Ceza Mahkemesi’nce 2 Ocak 2012 tarihinde dosyada kısıtlama kararı verilmiş, 18 Ocak 2011 tarihinde ise Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, soruşturma yapma yetkisinin Diyarbakır Özel Yetkili Savcılığı’nda olduğunu belirtip soruşturma evrakının gönderilmesini istemiş ve Uludere Cumhuriyet Başsavcılığı’nca görevsizlik kararı verilerek dosya Diyarbakır Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı’na gönderildi.

Diyarbakır Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı, 11 Haziran 2013 tarihinde, yani tam 18 ay sonra hiç kimse hakkında dava açmadan “Taksirle ölüme neden olmak” ve “görevi kötüye kullanmak” suçlarına atıfta bulunup “Eylemi gerçekleştirilenlerin asker kişi olmaları” ile “Eylemlerin bir hizmet kapsamında işlenmiş olması” nı gerekçe göstererek görevsizlik kararı vermiş ve soruşturma evrakını Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’na gönderdi.

3 Ocak 2012
DOSYA ASKERİ SAVCILIĞA GÖNDERİLDİ
Diyarbakır’da bulunan 2. Hava Kuvvetleri Komutanlığı, 2. Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığı’ndan soruşturma açmasını istedi

2. Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığı, soruşturmanın 2. Ordu Komutanlığı Askeri Savcılığı adli alanı içine girdiğini belirterek, 3 Nisan 2012 tarihinde yetkisizlik kararı verip dosyayı 2. Ordu Komutanlığı’na gönderdi. 2. Ordu Komutanlığı 29 Mayıs 2012 tarihinde söz konusu katliamda hava harekatı kararının Genelkurmay Başkanlığı tarafından verildiğini belirtip yetkisizlik kararı verdikten sonra , dosyayı Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’na gönderdi .
3 Ocak 2012
MÜFETTİŞLER GÖREVLENDİRİLDİ

İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettişliği tarafından konunun araştırılması için müfettişler görevlendirildi .
Roboski katliamı için görevlendirilen müfettişler 28.2.2012 tarihinde araştırma raporunu sundu . Raporda, soruşturma açılması gerektiği saptanmış olmakla birlikte, sorumlular hakkında hiçbir idari bir soruşturma açılmadı.

11 Ocak 2012
TBMM İNSAN HAKLARINI İNCELEME KOMİSYONU BÜNYESİNDE ULUDERE ALT KOMİSYONU KURULDU
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde Uludere Alt Komisyonu kuruldu.
Komisyon üyeleri 16 Şubat 2012’de katliam öncesinde çekilen Heron görüntülerini izledi ve “Görüntüler çok net. Göz göre göre ölmüşler” dedi. Komisyon raporu 27 Mart 2013 tarihinde kabul edildi. Komisyon raporunda “bu olayla ilgili yapılan araştırma ve incelemelerde olayın kasten yapıldığına yönelik olarak herhangi bir delil elde edilemediği” sonucuna ulaştı; Komisyon üyesi muhalefet partisi milletvekilleri Ertuğrul Kürkçü(BDP) ve Levent Gök(CHP) rapora muhalefet şerhi koydu.

11 haziran 2013
SİVİL SAVCI GÖREVSİZLİK KARARI VERDİ
11 Haziran 2013 Soruşturmayı 1,5 yıldır yürüten Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, “taksirle ölme sebebiyet vermekten dolayı” Roboski katliamıyla ilgili soruşturma dosyası hakkında görevsizlik kararı verdi ve dosyayı Genelkurmay Askeri Savcılığı’na gönderdi
Böylece Roboski katliam dosyası sivil yargıdan alınarak askeri yargıya taşındı.

20 Haziran 2013
AİLELER BU KARARA İTİRAZ ETTİ
Roboskili ailelerin avukatları, 20 Haziran günü Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturmada görevsizlik kararı vermesine ve dosyayı askeri savcılığa yollamasına itiraz etti.Görevsizlik kararına ilişkin 10 sayfalık itiraz dilekçesinde, savcılığın bu kararının hukuksuz ve insan haklarına aykırı olduğu belirtilerek, kararın kaldırılması talebinde bulunuldu. Avukatlar, soruşturmadaki gizlilik kararının da kaldırılmasını istedi.

Roboskili ailelerın İtirazı kabul edilmedi.

6 Ocak 2014
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI SAVCILIĞI ‘KOVUŞTURMAYA YER OLMADIĞI’ KARARI VERDİ
Diyarbakır 2. Hava Kuvveti Komutanlığı Askeri Savcılığı ve 2. Ordu Komutanlığı Askeri Savcılığı’nın yetkisizlik, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın da görevsizlik kararı vererek dosyayı gönderdiği Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı, şüpheli 5 TSK personeli hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararını verdi .

Askeri savcılığının kararına itiraz edilmiş, itirazı değerlendiren Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi 11 Haziran 2014 tarihinde “ayrıntılı ve etkin soruşturma” yapıldığı gerekçesiyle ve oyçokluğuyla itirazı reddetti . Oy çokluğu ile verilen karara muhalif kalan üye Oğuz Pürtaş, toplanan delillerin kamu davasını açmayı gerektirecek nitelik ve yeterlilikte olduğunu değerlendirerek davanın açılması gerektiğini belirtti.

18 temmuz 2014
ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU YAPILDI
Hava Kuvvetleri Komutanlığı Mahkemesi’nin kararı üzerine Anayasa Mahkemesi’ne başvuruldu.

Yaklaşık bir buçuk sene sonra Anayasa Mahkemesi, bazı vekaletnamelerinin zamanında sunulmadığı, bu gecikmeye ilişkin başvurucular vekili tarafından kendisi hakkında sunulan sağlık raporunda belirtilen rahatsızlığın mazeret olarak kabul edilebilecek ağır bir rahatsızlık olmadığı sonucuna ulaşarak evrak eksikliği nedeniyle başvuruyu 24.02.2016 tarihinde oyçokluğu ile reddetti
Karara muhalif üye Osman Ali feyyaz Paksüt, “Otuzdört Türk vatandaşının kamu gücü tarafından yanarak ve parçalanarak ölümüne sebebiyet verildiği başvuru konusu olayda 34 kez yaşam hakkı ihlali ve buna bağlı insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele iddialarının son ulusal inceleme yeri Anayasa Mahkemesi olacaktır.
Bu nedenle bu konuda işin esasının önemine binaen şekil şartlarının azami derecede esnek yorumlanmasının hakkaniyete daha uygun düşeceği, başvurucular avukatının nesnel koşullardan da kaynaklanmış olabilecek süre aşımının, getirdiği rapor olumlu değerlendirilerek geçerli mazeretten kaynaklandığının kabulü ile işin kabul edilebilirlik ve esas incelemesine geçilmesi gerekirdir” demiştir.

24 Şubat 2016
ANAYASA MAHKEMESİ’DE ROBOSKİ DOSYASINA RET KARARI VERDİ
KATLİAM CEZASIZ KALDI

2 yıl 7 ay süren soruşturma sonucunda hiç kimse yargı önünde hesap vermemiş, idari soruşturmalar yoluyla da kimse hakkında ceza uygulanmamıştır; Anayasa Mahkemesi tarafından ‘eksik evrak ‘ gerekçesi verilen red kararı ile birlikte 34 kişinin katledilmesi 4,5 yıl sonra kapatıldı.

22 Ağustos 2016
ROBOSKİLİ AİLELER AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNE BAŞVURU YAPTI.
Roboskili aileler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Başvurdu. Katliam da hayatını kaybeden 34 kişinin 281 yakını, başvuru dilekçelerini AHİM’e sunuldu.


..............................................................................

Sadece Askerin Değil, Bunlar Yaşayan Her Şeyin Düşmanı


Bakın bu resimlere ve iki yüzlü vicdanınıza sorun bu insanlığın görmediği barbarlığı sürekli şikayet ettiğiniz PKK'den gördünüz mü? Ben Kürt dağlarında daha önce savaşıp PKK'nin eline esir düşmüş bir asker olarak böyle bir şeyin kırıntısına dahi denk gelmedim.

Bakın bu emir altında zorla Suriye'ye savaşmaya gönderilen askerlerin yüzüne, utanmayın kaldırın yüzünüzü ve bitmiş yok olmuş körelmış vicdanınızla  bakabiliyorsanız bakın  bu resime,  çok değil bir kaç saniye sonra bu gençler canlı canlı yanarak can verdiler .

PKK'yi  bahane ederek evleri,isyerlerini,HDP'nin  bürolarını kundaklayip,bulduğunuz her Kürdü linç etmeye kalkan iki yüzlü vicdansızlar, İşid çetelerinin Türkiye'de yaptığı ve yüzlerce canın ölmesine neden olan eylemler sonrası bir kerecik olsun İşid'i ve benzeri çeteleri lanetleyen  eylem yaptınız mı. Bundan sonra sizi bu duruma düşürenler için harekete geçmeyi düşünüyor musunuz?

Türkiye'de kırk yıldır  devam eden ve bitmeyen savaş yüzünden ölen asker ve polis üzerinden sürekli demogoji üretenler , sizin derdiniz hiç bir zaman asker olmadı,öyle bir derdiniz olsa bu savaş çoktan bitmişti, yaşayan her şeye düşman olan  rezil ve sapık ideolojiniz maalesef kanla besleniyor. Bunu 15 temmuz darbe girişimi sırasında linç ederek öldürdüğünüz askerlerin  başında çektirdiğiniz resimler ile bir çok kez gösterdiniz, bu resmi ve benzerlerini  unutmadık

Eskiden Kore'ye nerede ise maliyeti üç beş sente mal olan Nato'ya girmenin bedeli olarak gözden çıkarılmış askerleri andığımız da içimiz cız ederdi, şimdi durum, vaziyet o günden daha beter, hergün Suriye batağında askerler ölüyor ve kamuoyundan tek bir ses yok. Hayata dair her şeye düşman ettiğiniz kamuoyunun ideolojik yakınlık gösterdiği İslamcı çeteler ve Kürt nefreti yüzünden bu askerler hiç uğruna oralarda ölüp gidiyor.

PKK ve YPG'ye ağızlarını her açtığında  terörist diyenlerin Işid çetelerine "Onlar terörist değil öfkeli insanlar topluluğu" dediğini ve  terörist diyemediğini sizler asla unutmayın. Oysa ki  daha önce PKK elinde 2 seneden fazla kalmış biri olarak çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, ne kadar zor koşulda olurlarsa olsunlar asla esir aldıkları kişileri risk altında kalacak bölgelere dahi götürmüyorlardı.Sıcak savaşın yaşandığı bölgenin dışına çıkarmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Bizi kimden mi koruyorlardı yerlerimizi bile bile sürekli bizim bulunduğumuz kampları vuran TC bağlı topçu birliklerinden ya da savaş uçaklarından, aradaki  farkı artık siz düşünün. ..

PKK, TC devleti ile yaşadığı bu savaş boyunca   İHD'nin verilerine göre  400'ün üzerinde esir aldı ve bıraktı. PKK'nin genellikle esir alma yöntemine başvurmasının vurmasının nedeni ise devlet güçlerinin PKK ile mücadele adı altında halka karşı ölçüsüz yönelimlerimlerini azaltmasını  sağlamaktır. İşid canilerinde görüldüğü üzere hiç bir esirini canice öldürmek süreti ile karşı tarafa mesaj vermemiştir. PKK Kürt halkına karşı sistemli bir inkârın, bir zulmün ve baskının olduğu bir zeminde ortaya çıkmıştır. PKK  yöntem olarak silahlı mücadeleyi şeçmiş bir hareket bu yüzden TC'nin de dahil olduğu bir çok ülke  yasal kabul etmiyor. Aldığı esirler örneğinde olduğu gibi  PKK'nin uluslararası savaş hukukuna asgari anlamda uymadığını söylemek gerçekten nankörlük olur .Hani derler ya  yiğidi öldür hakkını yeme. Elbette PKK'nin de hataları ve eksikleri olmuştur fakat denetim için her zaman kendisini uluslararası kurumlara açık tutmuştur. PKK'yi doğuran zemin ortadan kalktığı andan itibaren ise varlığına zaten gerek kalmayacak, peki ya İşid ve benzeri organizasyonlar öyle mi soruyorum size?

Buradan sürekli bedel ödeyen halkımıza da bir çağrıda bulunmak istiyorum:  Kendileri olmasa da bir kere daha bu ülkeyi yönetenler sizleri  kandırdı ve kendi bağnaz ve yayılmacı düşünceleri uğruna Suriye batağına girmek için onayınızı aldı.

Sizler yıllarca istismarını yaptikları çözülmediği icin adeta kangrenleşen Kürt sorununun demokratik yollar yerine yine askeri, yine bir kısır döngü olan güvenlikçi yolu kabullenmeniz için çok ağır bir algı operasyonuna maruz kaldınız.Hatta bu uğurda bir çok şehir kasaba yok edilirken yine yüzlerce insanın ölmesine neden olundu. Tüm bu yapılan başarılı algı operasyonunun sonucunda yapılan her şeyi görmezden geldiniz. Kürt sorunu ile gelen her eleştiriyi bu bizim iç meselemizdir diye geçiştiren yetkililer, bir başka ülkenin Suriye'nin  işgal hareketine bugün ortak oldular. Sen ve senin gibi algı operasyonuna maruz kalanlar büyük bir gürültü ile Suriye işgaline onay verdiniz. Onların yayılmacı, yaşayan her şeye düşman olan ideolojileri, sizin gereksiz ve günden güne sizi yiyip bitiren ve güçten düşüren Kürt fobiniz uğruna bir kangren gibi yayılıyor. Bu yüzden fakir kulubelerine her gün yeni ölüm haberleri geliyor. Oğullarınız ve çocuklarınız ne uğruna ölüyor, ve ne ugruna kandırılıyorsunuz şimdi iyi biliyorsunuz. Daha geçmeden korkularınızla yüzleşin. Kürt Halk gerçekliği ile daha fazla geç kalmadan yüzleşin , bu yüzleşme sizi zayıflatmaz, tam tersine daha güçlü kılacaktır. Ölümler ve savaşlar kaderimiz değil, buna ne uğruna razı oluyorsunuz bir kere daha iyi düşünün. Savaşmaya, askere gitmeye mecbur değilsiniz, askerlik, savaş o kadar güzel bir şey olsa inanın zenginler bunu ve sonucunda ortaya çıkan ölümü ve esaretligi fakir kulubelerine bırakmazdı.

İşid'in yakılan askerler ile  ılgili haber burada: https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201612221026456582-isid-turk-askeri-yakilarak-oldurme/

.............................................................................

Birbirimizin Ölülerine Sevinmeyi Bırakalım


Saldırılar devrimcilere ve Kürt halkına karşı yapıldığında sevinç naraları atanlar, şimdi İstanbul'da gerçekleşmiş saldırıda parçalanmış polis cesetlerini gördüklerinde ne hissediyorlar? Elbette biraz insani edimleri kalmış olan hiç kimse bu katliam görüntülerine, bu parçalanmış insan parçalarına sevinmez. Bu yüzden kimsenin kendini iyi hissettiğini düşünmüyorum. Roboski, Kobani, Suruç ve diğer katliamlarda yakınlarını kaybedenler de o günlerde bu şekilde düşünüp hissediyorlardı, bunu unutmayın, aklınızın en önemli bölümüne bugün yaşananları ve dün yaşanan acıları kaydedin. Acının eşitlendiği bir eşikte durduğunuzu göreceksiniz....

Nereden gelirse gelsin savaşlara ve ölümlere hayır diyebilmek için biraz cesaret gösterip empati yapmayı başarabilirsek bu ölümler son bulabilir. Yoksa bizler birbirimizin ölülerine ve katliamlarına güler ve ağlarken, bu ülke ülke olmaktan çoktan çıkacak ve geleceğe bırakacağımız tek şey yıkım, ölüm ve nefret olacak.

İstanbul Beşiktaş'ta gerçekleşen bombalı saldırıya kısaca bakalım. En azından bombalı saldırının gerçekleştiği konjonktüre bakalım ki o zaman patlamanın arkasındaki güçleri ve neleri tetikleyeceğini söyleyebiliriz.

Öncelikle bir sene içerisinde 17 bombalı saldırı gerçekleşti, ve ilk defa bir katliam sonrası hükümetin adeta devlet çıkarması yaptığına şahit oluyoruz. Daha önce de bu coğrafya benzeri 16 saldırı gördü fakat devlet adeta o patlamalar sonrası yok gibiydi. Beşiktaş patlamasının ilk anından itibaren devletin ezici varlığını hissetmeyen yok gibidir. Yas ilanından tutun da verilen manalı Avrupa ve PKK mesajlarının oldukça düşündürücü olduğunu düşünüyorum.

Özellikle 1) Avrupa'da Kürt konferansının devam ettiği, Türkiye devletinin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaş politikalarının konferans kararlarında sertçe yer alacağı ve Avrupa'ya bu konuda çağrıların olacağı bir dönemde, hatta bu çağrı arasında PKK'nin terör listesinden çıkarılması da yer alıyor 2) 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek ilan edilen OHAL ile manipüle edilen HDP'nin yokluğunda başkanlık sistemi pazarlıklarının MHP-AKP arasında devam ettiği ve bu yüzden yangından mal kaçırır gibi yasal düzenlemelerinin yapılmaya çalışıldığı bu günlerde bu saldırının oldukça manidar olduğunu düşünüyorum. AA ve bu bombalı saldırı ile ilgili açıklama yapan tüm yetkililer saldırıların 'başkanlık sistemi'ni hedef aldığını söylerken, yapılan eylemlerin söylemi ve hedefinde Avrupa ve PKK'nin olması da ayrıca çok dikkat çekici.

Kısaca yapmaya çalıştığım bu analizin başlangıcında ifade ettiğim gibi bu bombalı saldırının genel sonuçları kimin işine geliyorsa bu saldırının faili de odur. Avrupa'da toplanmış Kürt konferansının PKK'nin terör listesinden çıkması için çağrı yapacağı bir süreçte böylesi bir eylem yapmasının akıl kârı olmayacağı ortada.

Ha bu arada OHAL bu tür saldırıları önlemek için ilan edilmemişse ne için, kimler için ilan edilmişti anlayabilmiş değilim. Bu da ayrıca cevaplanması gereken ayrı bir soru. Biz Mersin'den Uludere'ye gelinceye kadar iliğimize kadar aranırken bu bombalı araçlar nasıl oluyor da İstanbul'da yakalanamıyor, bu bombalı saldırı ile binlerce soru cevaplanmayı bekliyor. Tüm bu yaptığım analizin ışığında bombalı saldırının kimler tarafından yapılmış olacağının takdirini sizlere bırakıyorum.

Devlet ve baskı araçlarının dışında halklar ya da genel yığınlar açısından ifade ediyorum, tüm bu değerlendirmelerden sonra hala birbirimizin ölülerine kahkaha ile gülmeye devam edebiliyor ya da intikam naraları atıyorsak, o zaman çok geçmiş olsun, aramızdaki tüm hukuk çok vahşice bitirilmiş demektir.

BİRBİRİMİZİN ÖLÜLERİNE SEVİNMEYİ BIRAKTIĞIMIZDA TÜM OYUNLARI BOZACAĞIZ. O GÜNE KADAR ÖLMEYE DEVAM EDECEĞİZ ANLAŞILAN.

......................................................................

Pontos Soykırımı Kitabı Çıktı


9 Nisan 2016 günü Ankara’da gerçekleşen Pontos konulu konferansın tebliğlerinin toplandığı ‘1.Dunya savaşı sonrasında Pontos Soykırımı -Konferans Tebliğleri-‘ kitabı tanıtımı ve söyleşisi Fikret Başkaya, Baskın Oran, Mahmut Konuk, Mert Kaya’nın katılımı Attila Tuygan, Tamer Çilingir’in skype’dan)katılımı ve ayrıca Stergios Theodoridis, Tehofanis Malkidis, Yannis V. Yaylalı, Vlasis Agtzidis’in mesajları ile 10 Aralık 2016 tarihinde saat 14.00-16.00 arası Ankara Sudem Cafe’de gerçekleşti. Gerçekleşen kitap tanıtım gününe gönderdiğim mesajdır:

Αγαπητοί μου φίλοι. Σας χαιρετώ όλους με τις καλύτερες ευχές μου..(Sevgili dostlar hepinizi en içten dileklerimle selamlıyorum)

Bugün aranızda olmak ve ana dilimle sizleri selamlamak isterdim. Maalesef ben de bu devletin asimilasyon ve devşirme uygulama ve politikalarından üzerime düşen payı aldım. En azından giriş kısmında bir cümle de olsa sizleri Rumca selamlamak istedim. Şırnak'a doğru yolda olduğumuzdan sizlere bu yazılı mesajı gönderiyorum.

Ben ve sevgili Meral Geylani aldığımız bir karar ile 2012 yılında Roboski'den Ankara'ya gerçekleştirdiğimiz barış yürüyüşünün ardından Roboski'ye yerleştik, o günden sonra orada yaşayan aileler ile dayanışma şeklinde yaşamımızı devam ettiriyoruz.

Geçtiğimiz nisan ayında Ankara da 'Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi ve Newroz gazetesinin organizasyonuyla' düzenlenen 1. Dünya Savaşı ve Sonrası Trabzon Vilayeti ve Pontos Sorunu başlığı ile koferans gerçekleştirdik.

Öncelikle yaşadığımız soykırımdan yüzyıl sonra böyle bir organizasyonla kendimizi ifade etmekte bize destek olan 'Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi'ne ve Newroz dergisi emekçilerine çok müteşekkiriz. Ayrıca konferans tebliğlerini büyük bir emek sonucu derleyip kitap haline getiren Atilla Tuygan arkadaşa ve konferans tebliğlerini yayınlayan pencere yayınlarına da çok teşekkür ediyorum.

Nisan ayında gerçekleştirdiğimiz Pontos paneli yaşadığımız katliamın 100 yıldönümüne denk geldi. Konferansa direkt Pontosluların katılmasının yanısıra, bu coğrafyanın dertlerini dertleri olarak görmüş değerli akademisyenlerin , yazar ve aydınların katılması ve konferansa katkı vermesi bizler içi paha biçilmez bir öneme sahip , bunun için konferansımıza katkı veren tüm dostlarımıza bir kere daha teşekkür ediyorum.

Elbette bu zamana kadar Pontos soykırımı üzerine hiç çalışma yok demiyorum, fakat bu düzeyde ve bu ruh ile yüzyıl sonra yaptığımız ilk ciddi çalışmanın ürünü olan bu kitabın tanıtıldığı günde aranızda olup heyecanımı sizler ile paylaşmak isterdim. Yukarıda da söylediğim gibi sevgili Meral ile 5.Yıldönümü yaklaşan Roboski katliamının anma çalışmalarına destek vermek üzere Şırnak'a doğru hareket halindeyiz. Bu yüzden fiziki mana da yanınızda olamazsam da manen yanınızdayım. Böylesi bir dönemde siz dostlarımızın yanımızda olması ise bizi oldukça gururlandırmakta olduğunu söylemeden geçmek istemiyorum.

Geçmişte olduğu gibi bugün de TC devleti halklara ve inançlara karşı saldırısını hiç azaltmadan devam ediyor. Her zaman ifade ettiğim şeyi bir kere daha burada ifade ederek bir çağrıda bulunmak istiyorum. Biz Gayri Müslüman halkları soykırımlar ile bitirme noktasına getirmiş olan sistem, halklar ve inançlar adına belki de bu coğrafyada son mevzi olan Kürt halkına karşı çok büyük bir saldırı konsepti başlatmış durumda, Kürt halkının varlığı adına verdiği mücadele bu açıdan bizler için de çok önemlidir.

Halklara ve inançlara karşı Osmanlı'nın son döneminde başlayan ve kafatasçı İttihatçılar ile devam edip, kemalist cumhuriyet ile azıya alınan soykırım politikaları bugün AKP hükümetinin uyguladığı politikalar ile Kürt halkı şahsında tamamlanmak istenmektedir. İçerisinde yaşadığımız coğrafya geçmişten beri Türk devleti ve yöneticileri tarafından tüm halklar yok edilmek sureti ile Türk yurdu yapılmak istenmektedir, oysa bu coğrafya, bu yeryüzü üzerinde yaşayan ne kadar inanç, ne kadar halk varsa hepsinin ortak vatanıdır. Böyle de kalmasını istiyorsak, son mevzimizi de kaybetmek istemiyorsak mutlaka dayanışma içerisinde bu anlayışa karşı Kürt halkının varlık mücadelesine destek vermemiz gerekmektedir.

Bu destek aynı zamanda kendi varlığımızı sürdürmek için elzemdir. Unutmayın bu aynı zamanda kendi varlığımızın devamı için de verilmiş destek demektir. Bir daha ilk Ermenimizi dövdürtmeyecektik fıkralarını dinlemek ve anlatmak istemiyorsak bu coğrafya da yaşayan halklar ve inançlar olarak daha birlik içerisinde hareket edebileceğimiz platformlar oluşturmamız gerekmektedir.

Tüm bu elzem çağrılardan sonra tekrar hoş geldiniz, varlığınız biz Pontoslu Rumlar olarak kendimizi daha güçlü hissetmemizi sağlıyor.

Ben her zaman dediğim bir sözü yine tekrar etmek istiyorum tek bir Pontoslu Rum dahi bu coğrafyada nefes aldığı sürede bizim için kurtuluş imkanı var demektir. Biz Eleni çavuşun torunları olarak Eleni çavuşun bıraktığı yerden dostlarımızın da dayanışması ile bu coğrafyada yaşayan ve mücadele eden halklar mevzisinde yerimizi tekrardan almak için var gücümüzle çaba sarf edeceğiz.

Yaşasın Pontos Rumlarının haklı davası...

Yaşasın halkların eşitliği için mücadele edenler…

Πόντου Ζήτω

Είμαστε ακόμα εδώ
............................................................................

Bizde ve Komşuda "Yaşasın İsyan"


ζήτω η επανάσταση (Zito i Epanastasi ),Yunanca ‘Yaşasın İsyan’ anlamına geliyor. İzmir’e Türkler ile savaşmaya (1921) gelen Yunanlı askerler arasında örgütlenen komünist askerler, İngiliz emperyalizminin çıkarları için savaşmayı ret ettiler.
Türkiye’den bir kesim Genelkurmay arşivlerine dayandırarak ‘200 Yunanlı komünist asker’in(*) kurşuna dizilerek idam edildiğini iddia ediyor. Yine bu kesim tarafından 2015 tarihinden itibaren her 4 Ocak’ta İzmir Balçova İnciraltı sahilinde savaşmayı ret eden bu askerler anısına anma düzenleniyor . Bizde normalde televizyon dizilerinden (Vatanım Sensin dizi filmi) tutun da, tarih ve edebiyat dizelerinde Yunan ordusuna olağanca sövgüler yer alırken, savaşmak istemedikleri için idam edilen askerler meselesinde görüyoruz ki müthiş methiyeler diziliyor. Aslına bakarsanız öyle de olması gerekir diye düşünüyorum.

Fakat merak ettiğim, aynı dönemde Türk ordusunda komünistlerin örgütlediği askerler “Bu oyunda biz yokuz, Almanya daha sonra İngiliz emperyalizminin çıkarları doğrultusunda savaşmayı ret ediyoruz. Biz komşumuz Yunan askeri şahsında Yunan halkına karşı silah kaldırmayacağız” dese bu yüzden 200’ü birden idam edilse, o zaman tavırları yüzünden Yunanlı komünist askerlere gösterilen saygı Türk askerine karşı da gösterilir miydi?

Yoksa tarihte ‘vatan haini’ olarak gösterilip ders kitaplarında işlenir miydi merak ediyorum. Çünkü o dönemde savaşta yer almak istemeyen yüzbinlerce asker kaçağı vardır ki bu yüzden ağır tedbirler alınır, bu ağır tedbirler arasında idam da var onu söylemek gerekir. Bu asker kaçaklarının tavrı üzerine nerede ise iki kelime dahi edilmemiştir. Mesela denmemiştir “Bu güzel insanlar Yunanlı kardeşleri gibi idamı göze alıp Alman ve İngiliz emperyalizminin Anadolu’da ve Ortadoğu’daki çıkarları yüzünden kardeş halk Yunanlılara karşı savaşmayı ret etti. Hatta bu yüzden birçoğu istiklal mahkemeleri tarafından cezalandırılarak idam edildi. Bugün onların o gün içerisine girdikleri bu cüretkar tavırlarının önünde saygı ile eğiliyoruz.”

O günlerde komşu böyle bir şey yapınca övgüye mazhar olurken, bizde böyle bir şey olunca sessizce idamlar gerçekleşmiş, bu idamları bu asker kaçaklarını çoğumuz ise görmezden gelmişizdir, şimdi bu yaptığımızın adına ne denir sizce, cevabı okuyucuya bırakıyorum. Fakat ben o gün idamı ve öldürülmeyi göze alıp Emperyalizmin çıkarları için içeride ve dışarıdaki komşusuna (Yunan-Rum) karşı silahlanmayı ret eden ve bu yüzden askere gitmeyen, birliğini terk eden bu onurlu güzel insanların ideallerine bağlılığımı ve şükran dileklerimi bir kere daha sunuyorum.

Bir gün bu militarist toplum yapısı biraz aşılmaya yüz tuttuğunda bu sessiz kahramanların tek tek hakları iade edilecek, bugün savaşmayı ret eden Yunanlı askerlere gösterdiğimiz ilgi o gün o güzel insanlar içinde gösterilecek, ben şimdiden hatırlatma yapmak istedim.
__________________________________________________
*O gün öldürülen Yunan askerleri için daha sonra Türkiye’de Şair Tuğrul Keskin Zita ı Epanastasis adlı şiir kitabı yazmış ve o kitabında 200 kişinin idamını dile getirmişti. Geçmiş metinler konusunda araştırma yapan kişilerin çalışmaları o dönemde savaşmadıkları için toplu şekilde öldürülen Yunan asker varlığını doğrulayacak bir bulguya rastlayamadı.

Araştırmacı Yazar Foti Benlisoy bu yüzden ele aldığı makalede Yunan komünist hareketin savaş karşıtı tavrını şu şekilde anlatıyor:

“Savaşa karşı çıkan Yunan komünist askerlerinin mücadelelerinin Türkiye’de yankı bulması, uluslararası komünist hareketin bu çok da bilinmeyen sayfasının enternasyonalist bir ilgi ve sempatiyi kışkırtması çok sevindirici.
“Hatırlatmakta yarar var: Daha sonra Yunan Komünist Partisi adını alacak olan Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi (SEKE), bizde “Kurtuluş Savaşı”, Yunanistan’daysa “Küçük Asya Seferi” denen savaşa karşı aktif bir tutum almış, gerek Yunanistan’da gerekse cephede aktif bir savaş karşıtı propaganda örgütlemiştir. Komünistlerin savaş karşıtı militan söylemleri, “harp yorgunu” olan Yunan askerleri arasında belli bir ilgi görmüş, ordunun bazı birimlerindeki komünist hücreler oldukça etkin bir faaliyet yürümüştür. Parti bu tutumu nedeniyle “vatan hainliği” ile suçlanmış ve çeşitli baskılarla karşı karşıya kalmıştır. Parti yöneticileri tutuklanmış, parti yayınlarının Anadolu’da dağıtımı yasaklanmış, cephede çok sayıda asker “Bolşevik propaganda” suçlamasıyla hapse atılmış, eziyet görmüştür.”

Şair Tuğrul Keskin’in ve ardıllarının verdiği 200 rakamına ilişkin ise Benlisoy “Yunan komünistlerinin gerek cephede gerekse Yunanistan’da bu dönemde yürüttüğü savaş karşıtı mücadele, tarih yazımında şimdiye değin hak ettiği ilgiyi görmüş değil. Bu nedenle konuya dair bildiklerimiz hâlâ bir hayli sınırlı. Yine de bu hususta yapılmış kimi çalışmalar yok değil. Hemen belirteyim: Konuya dair literatürde, 1 Ocak 1921 tarihinde böyle bir toplu (200 kişilik!) infaz yaşandığına dair bilebildiğim kadarıyla herhangi bir kayıt yok. Yunan komünistlerinin cephedeki faaliyetleriyle ilgili yaptığım (ve bir kısmını yakın zamanda yayımladığım) çalışma esnasında böyle bir katliama dair bir atfa hiç rastlamadım” diyor. Merak edenlere bu mesele için Foti Benlisoy’un inceleme yazısının linkini de koydum.
..................................................................................

Roboski Katliamına Tepki Olarak Dağa Çıkmıştı


ANF'nin verdigi habere göre YPS savaşçısı Roboskili Bedel Encü (20) Silopi'de yaşanan şehir savaşında yaşamını yitirdi. Roboskili Bedel Encu'nün  ailesinin demesi ile bir Nisan ayında doğmuştu ve yine bir Nisan ayında yaşamını kaybetti. Acılı ailesine ve Kürt halkına başsağlığı diliyorum.

Savaş seviciler pek neden ile ilgilenmez, onlara ölüler ve cenazeler yeter. Yaşamak için ölüler ve cenazeler yetmeyenler için soruyorum Bedel Encü neden dağa çıktı, sıcak yatağını, dizinin dibinde oturduğu annesini bırakıp neden dağa çıkmıştı?

Bedel Encu, 28 Aralık 2011’deki Roboski katliamında birçok yakınını kaybetti. Kuzeni katliamda yakınlarını kaybeden Bedel'in çok değiştiğini gece gündüz kaybettiği yakınlarını düşündüğünü, katliamın ardından birkaç ay sonra kimseye söylemeden dağa gittiğini söyledi. Eğer onurlu bir barış süreci geri gelmez ise bugün de Roboski'de yakınları olan Bedel için mutlaka başka birileri de dağa çıkacak. Şimdi Bedel'in dağa gitmesinin bu şekilde yaşamını kaybetmesin de tek nedeni, sebebi devlet değil midir? Aksini kim düşünebilir ..

Bu konuda şu an Türkiye devleti tarafından esir alınmış olan HDP Eşbaşkanlarından Selahattin Demirtaş ne demişti: "Hukuk dışına çıkmış, yasa dışına çıkmış, ahlak dışına çıkmış bir devlet şiddetini destekleyerek, biz nasıl şiddeti bitirebiliriz? Silopi'de 35 gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 'Şiddeti bitireceğiz, PKK'nin belini kıracağız' dediler. Silopi'de 35 gün sonra sokağa çıkma yasağı kalktı. Şu anda, elimizde yüzde 100 net rakam yok ama 500'den fazla Silopili genç dağa çıkmış. Cizre'de sokağa çıkma yasağı bitecek, kaç Cizreli çocuk dağa çıkacak? Bu operasyonlar başladığında kaç PKK'li vardı bilmiyoruz, ama şundan artık eminiz, operasyonlar veya sokağa çıkma yasağı bittiğinde bunun birkaç katı daha genç dağa çıkmış olacak."

Devlet şiddetinin doğurduğu sonuçlara değinirken de Demirtaş yine çözümün sadece silahların susması olmadığını belirtmişti. Çözüm Kürt halkının ve diğer halkların haklarının teslimi ile mümkün. Bir gram dahi sizde samimiyet ve insanlık kalmışsa bu savaşı harlamak yerine ölümleri durdurmak için uğraşırsınız, bu yüzden tekrar başlayan savaş bir an önce durmalı, rehin alınan Kürt siyasetçiler serbest bırakılmalı, çözüm süreci kaldığı yerden devam etmeli.

Bugün belki bu savaşın üzerinden tekrar iktidarınızı inşa ettiğinizi zannede bilirsiniz ki Sayın Abdullah Öcalan’ın dediği gibi çözüm olmasa darbe dinamiği sonsuza kadar devam eder .Yani bugün bu çetenin adı FETÖ olur, yarın işbirliği yaptığın Ergenekoncu ve Jitemci unsurlar olur, yani adı değişse de savaştan beslenip illegal şekilde varlığını sürdüren gruplar varlığınıza öyle bir yönelir ki sizi o zaman belki ne enişte kurtarabilir, ne de Rusya...

PKK ile mücadele adı altında Kürt halkının varlığına yönelen bu savaş sona ermezse bu yapılanlardan dolayı intikam almak için Haydar Goyi'ler, Tirej Zilan Roboski'ler dağa çıkmaya devam edecek.

90'lar, Roboski'ler, şehir savaşları bugün yaşanmasa Haydar Goyi'ler, Tirej Zilan Roboski'ler, yaşamlarını Cemil Cabbar Encü, Bedel Encü olarak, batıda olduğu gibi yaşayıp normal ölümler yaşayacaklardı. Ailelerin yası ise üç gün bilemedin beş gün sürer ve herkes normal yaşamına devam eder giderdi. Savaşın sürdüğü Roboski ve birçok yerde her yeni yaşanan ölüm bitmeyen bir travmayı ve yasları beraberinde getirmeye devam ediyor.

Bugün Roboski şehitlerinin sayısı ikinci katliamda yaşamlarını yitiren Yılmaz ve Vedat'tan sonra otuz yedi kişiye yükseldi. Bedel Encü'nün ailesi eğer yerinde bulabilirse Silopi kaymakamının izni ile çocuklarını alıp toprağa verecek. Roboski ailelerinden öğrendiğimiz kadarı ile birkaç gündür cenazeler verilmiyor. Bir an önce bu ayıptan vazgeçip Roboski ailelerinin çocuklarının cenazesi verilmeli ki geç olmadan cenazelerini toprağa verip, bitmeyen yaslarına bir yenisini ekleyebilsinler.

Bu vesile ile bir kere daha yetkililere sesleniyorum. Türkiye devleti artık bu coğrafyanın bağrına savaş tohumları ekmekten vazgeçmeli. Kutuplaştıran politikaları terk etmeli. Bin yıldır birlikte yaşıyoruz dediği Kürt halkının haklarını teslim etmeli, Kürt halkına karşı insanlığın en acımasız düşmanları olan Işid ve El-Nusra gibi teröristler ile ittifak yapmaktan vazgeçmeli ve bir arada yaşamanın gereği olarak Kürt halkı ile müzakerelere bir an önce geri dönmelidir.

Devletin içerisine girdiği bu yanlış yöntem ile çözülmeyen kangrenleşen Kürt halkının sorunları ile gelecekte hesaplaşmasının çok zor olacağını hatırlatmak isterim. Kürt halkı ile Türkiye devletinin hukukunun devam edebilmesi için bir an önce bu yanlıştan dönülmeli. Tüm bu yaşananlardan sonra devlet ile Kürt halkının hukukunun sonsuza kadar rezervinin garanti olmadığını artık söylemek gerekiyor. Işid, El-Nusra, Amerika ya da Rusya ile ilişkilerin sonsuza kadar böyle olmayacağını geçici olduğunu iyi biliyorsunuz, burada kalıcı olan ve birlikte yaşamak zorunda olduğunuz kesim Kürtler, bu yüzden nasıl bir deliliğe sürüklendiğinizi görün ve ona göre hareket edin, yoksa bu deliliğin dönüşü yok...

...............................................................................

Ferhat Encü Göğsümüzde Taşıdığımız Şeref Madalyasıdır


Roboski ailelerinden Şırnak HDP milletvekili Ferhat Encü tutuklandı. Sevgili Ferhat Encü'yü tutuklayanlara elbette bir çift sözümüz var.

Ferhat Encü her şeyden önce Roboskî için mücadele yürüten yürekli bir aktivistti. Roboski katliamın kaza olmadığını, tamamen siyasi bir cinayet hatta katliam olduğunu bildiği için Roboski ailelerinin, halkının, Şırnak halkının teveccühü ile 7 Haziran genel seçimlerinde vekillik için adaylığını koydu.

Şırnak halkının büyük teveccühü ile sevgili Ferhat Encü HDP'den Şırnak milletvekili seçildi . Daha önce Ferhat ile birçok kez adaylığı üzerine sohbet ettik. Roboski'de yaşadığımız katliam siyasi, politik nedenlerden dolayı akrabalarımız, köylülerimiz devlet tarafından öldürüldü.

Bu zamana kadar( yani vekillik öncesini işaret ederek) aktivist olarak mücadele yürüttüm. Elimden geldiği kadar Roboski için, yaşadığımız katliamın aydınlanması için mücadele yürüttüm. Başında ifade ettiğim gibi bu katliam ailemden önce Kürt halkı yani halkımızı ve kazanımlarını hedef alan siyasi bir katliam, o zaman ben de ailemi ve halkımızı böylece hunharca hedef alan politik katliama karşı politik alanda mücadele etmenin doğru bir karar olarak düşünerek ailelerimizin ve halkımın da desteği ile HDP ile, siyasete girdim demişti.

HDP Şırnak milletvekili Ferhat Encü verdiği bu kararın öncesinde ve sonrasında beni, belki benim gibi birçok kişiyi şaşırtacak şekilde 40 yıllık vekillere taş çıkaracak şekilde mücadele yürüttü. Roboski için yürüttüğü adalet mücadelesinden alın da, Şengalli Kürt halkının bölgemizde zorunlu misafirliğe, oradan Kobani sınırına ve Sokağa çıkma yasaklarının yaşandığı Şırnak ve ilçelerinde diğer üç Şırnak milletvekili ile birlikte insan üstü bir gayret ile devletin yarattığı bu büyük trajediye, sivil katliamlara karşı halkının yanında sonuna kadar kaldı.

Aslında devletin bugün Kürt halkına karşı yürüttüğü siyasi soykırım operasyonları feyzini Sri-Lanka'dan alır. Tamil halkının özgürlüğü için mücadele yürüten Tamil kaplanlarına karşı Sri Lanka devlet güçleri 2009 yılında uluslararası kamuoyunun gözü önünde soykırıma varan bir uygulama ile 40 bin'in üzerinde insanı katletti. O dönem AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı bu katliamdan dolayı Sri Lanka devletine kutlama mesajı yayınladı. O günden sonra PKK ve Kürt halkına karşı Sri Lanka modeli bu çevrelerden sık sık dile getirildi.

Devlet bu arada dönem dönem PKK ile barış görüşmeleri yapsa da o yıllardan sonra asıl düşündüğü şey hep bu Sri Lanka modeli oldu. Roboski ise uygulanmak istenen Sri-Lanka modelinin startı oldu. Daha sonrası ise adım adım bugüne kadar geldi. Devlet ve AKP hükümeti bu model için bir çok kirli güç ile işbirliği gerçekleştirdi. Bu modele karşı çıkanlar ise hep AKP hükümetinin ve devletin hedefi haline geldi.

HDP milletvekili Sevgili Ferhat Encü ise bu modelin startı olan Roboski katliamı için verdiği mücadele ile ön plana çıkmış daha sonra ise, HDP milletvekili seçilmesinin ardından devletin devreye soktuğu bu modelin yarattığı tüm tahribatlara karşı seçildiği bölgede diğer arkadaşları ile insan üstü bir çaba ile devletin devreye soktuğu siyasi ve fiziki soykırım operasyonlarını boşa çıkarmak için çaba sarf etmiştir.

Devletin Kürt halkına karşı devreye soktuğu bu soykırım savaşına karşı canını dişine takarak mücadele yürüten Roboski ailelerinden olan Ferhat Encü doğal olarak da devletin ve AKP'nin hedefi haline gelmiştir. Ferhat Encü ve arkadaşları tatlı su muhalefeti yapmış olsalardı. Halkına karşı yapılanlara göz yummuş olsalardı. Bugün her biri televizyon şovu ile tutuklanmayıp, Cumhurbaşkanının övgüsüne maruz kalacaklardı. Ferhat Encü ve arkadaşları 90'lı yıllarda olduğu gibi Orhan Doğan'ların onurlu yolunu seçtiler. Bugün mahkemede Hakim tutuklama kararı verdiğinde Ferhat Encü hakime gülümseyerek ; "Selahattin Başkanın içerde olduğu bir an dışarıyı ben ne yapayım" dedi. Selahattin Demirtaş ise Ferhat'tan bir iki saat önce tutuklanmış , adliyeye götürülürken çekilen fotoğrafında zafer işareti yapıyor ve gülümsüyordu.

Şimdi şartlar ne olursa olsun, hayata, yaşama karşı güler yüzlü siyaseti armağan edenleri yine koşulların en ağır olduğu Türkiye hapishanelerine gülümseyerek giden yürekli insanları esir aldığınızı mı sanıyorsun. Bu tür insanlar nerede yaşarsa yaşasın hep özgürdür, hep özgür kalıp, halkını ve yaşamı özgür kılacaktır.

Bu tür çağının özgür insanları İran'da boynuna asılmış idamlık ipini öperken ve çocuğuna gülümserken görürsün ya da Irak'ta insanlık düşmanı Işid celladının palasının altındayken bile gözlerinde tebessüm görüp korku izi göremezsiniz..

Ferhat Encü ve arkadaşlarının yani bir halkın temsilcilerin yaka paça meclisten içeriye atılmasını sağlayanlar nasıl bir onursuzluğu yaşıyorlarsa, her türlü zorbalığa ve saldırıya karşı kendilerini seçen halkına karşı görevlerini özveri ile yerine getirenler için ise tutuklanmak ancak ve ancak şereftir. Bu şerefi onur ile göğüslerine takip içeri de gönül rahatlığı ile gülümseyerek giderler. Yukarıda anlattığım gibi dışarıda nasıl özverili mücadele yürütmüşler ise içeride de aynısını yapmaya devam edecekler.

Roboski aileleri, Roboski, Şırnak, hatta Botan halkı bir kere daha onur ve şeref duymalı Kürt halkının hakları ve insanlık mücadelesine Ferhat Encü gibi insan güzeli insanı kazandırdıkları için, Ferhat Encu onursuz ve şerefsizlere karşı onur ve şeref madalyasıdır. Roboski aileleri, Roboski ve Şırnak halkı hatta ben benim gibi düşünenler bu onur ve şeref madalyasını gurur ve şerefle kalbimizin en değerli yerinde taşıyacağız. Kimse bunu unutmasın

Sevgili Ferhat ile vekil olmadığı dönemden beri birlikte mücadele yürütüyoruz. Aktivist Ferhat Encü'den milletvekili Ferhat Encü'nün verdiği mücadelenin şahidim ve her şeyimle onun ve arkadaşlarının verdiği mücadeleye kefilim söyledikleri her sözün, yaptıkları her eylemin altına imza atarım.

Ne kadar çırpınırsa çırpınsınlar kötüler, zalimler, diktatörler kaybedecek, özgürlük ve insanlık mücadelesi verenler kazanacak. Selam olsun bu uğurda mücadele verip içene düşene, Ferhat Encü ve birçok arkadaşı, yani arkadaşlarımız Türkiye'nin en tecritli hapishanelerine konuldu, o tecriti aşmanın ilk yolu bulundukları hapishanelere mektup yazma ile başlanmalı, daha sonra da, çağımızın Demirci Kawalarını, Prometelerini esir düştüğü devletin elinden kurtarmak için her şeyimizi seferber etmeliyiz.

Not :

Bu arada sevgili Ferhat Encu ve birçok arkadaşı Kandıra F Tipi ağır tecritli hapishanelere konuldu. Ayrıntıları yakında avukatları ve aileleri paylaşacaktır...

...........................................................................

Mustafa Kemal’in Hatırasına Hakaret Davası Savunmam


Gülyazı alayının hazırladığı fezleke ile harekete geçen Uludere savcılığı üzerinde “1914-1923 yılları arasında Amasya, Samsun, Giresun’da 134 bin 38, Niksar ’da 27 bin 216, Trabzon’da 34 bin 384, Tokat’ta 64 bin 582, Maçka ’da 17 bin 479 ve Şebinkarahisar’da 21 bin 448, mübadele sonrası sürgün yollarında katledilen 50 bin kişi ile beraber toplam 353 bin 237 insanın Mustafa Kemal’in emri ile Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa ve çete reisi Topal Osman tarafından katledildi“ sözlerinin yazılı olduğu bir fotoğrafı paylaştığım için hakkımda Mustafa Kemal’e alenen hakaret etmek suçlaması ile ilgili soruşturma başlatmıştı

Uludere savcılığının başlattığı’ Mustafa Kemal’in hatırasına alenen hakaret ‘ soruşturması bir süre sonra Uludere Asliye Ceza Mahkemesi tarafından aldığım tebligat ile davaya dönüştü. Bugün ise açılan davanın ilk duruşması vardı.

Uludere Asliye Ceza Mahkemesi Hakim değişikliği sebebi ile dosyanın incelemeye alınmasına karar vererek mahkemeyi 02 Mart 2017 tarihine erteledi.

Uludere Asliye Ceza Mahkemesinde ‘Mustafa Kemal’e alanen hakaret ‘suçlaması ile devam eden mahkemenin birinci duruşmasında hakime sunduğum savunmam aşağıdadır :

ULUDERE ASLİYE CEZA MAHKEMESİ HAKİMLİĞİNE

Dosya: No:2016/117

Şüpheli: Yannis Vasilis Yaylalı

Konu: Savunmamın sunulmasından ibarettir

’Bütün Rumlarda bir devlet mefkuresi vardır. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır’’ .(1)

Savunmama kadınlarımızın üzerinden halkımıza karşı bu şekilde nefret söylemi içeren bir cümle ile başlamak istemezdim, lakin bu ırkçı sözler, bu ırkçı bakış açısı Karadeniz’de Rum halkının varlığına karşı oluşturulan Merkez Ordusu ve komutanı Sakallı Nurettin Paşa’nın nasıl birisi olduğunun anlaşılması anlamında gerekliydi. Halkımız için korkunç sonuçları olan o süreçte Mustafa Kemal’in kimleri kollayıp koruduğunu başka türlü göstermenin de yolu yok gibidir. Göstermelik olsa dahi Sakallı Nurettin Paşa hakkında Koçgiri ve Pontos’da işlediği savaş suçlarından dolayı 11 Agustos-4 Ekim 1921 yılında BMM’de (Büyük Millet Meclisi) [2] gerçekleşen gizli oturum ile soruşturma başlatıldı. O yıllarda Pontos bölgesinde ki tüm uygulamaların genel doğrultusuna baktığınızda bu uygulamaların Rum halkının varlığını korumaya dönük meşru savunma için kurulan partizan birliklerinden çok Rum halkının varlığına yöneldiğini görürsünüz.


Uludere savcılığı üzerinde “1914-1923 yılları arasında Amasya, Samsun, Giresun’da 134 bin 38, Niksar ’da 27 bin 216, Trabzon’da 34 bin 384, Tokat’ta 64 bin 582, Maçka ’da 17 bin 479 ve Şebinkarahisar’da 21 bin 448, mübadele sonrası sürgün yollarında katledilen 50 bin kişi ile beraber toplam 353 bin 237 insanın Mustafa Kemal’in emri ile Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa ve çete reisi Topal Osman tarafından katledildi“ sözlerinin yazılı olduğu bir fotoğrafı paylaştığım için hakkımda Mustafa Kemal’e alenen hakaret etmek suçlaması ile ilgili soruşturma başlatmış, oysaki yaşanan o büyük tehcir ve katliamlar da birçok yakınını kaybetmiş olan biziz. Yani Uludere savcılığı ve Sulh ceza mahkemesi o dönem suç işlemiş ve işlediği suçlar bir bir üstü örtülen suçlular yerine geride kalan son Pontos Rumları olarak bizlere dava açmayı yeğ tutuyor. Biz o dönem birçok yakınını katliam ve tehcir sürecinde kaybedenler ise yıllardır bizlere neler yapıldığını anlatabilmek için çabalıyoruz.

Mahkemenize imkânlar doğrultusunda, Merkez Ordusu komutanı Sakallı Nurettin Paşayı ve önce çeteci, sonra milis alayı komutanı, daha sonra da Merkez ordusunda Nurettin paşa emri altında cinayetler işlemeye devam eden Topal Osman’ı ve onları her seferinde yargılanmaktan kurtaran, kurtardığı ile kalmayan onları koruyup kollayan Mustafa Kemal’i tüm yaşananlardaki sorumluluğunu anlatmadan önce Pontos’dan, halkımızdan, kendimden ve ailemden kısaca bahsetmek sureti ile suçlular ile mağdurlar arasındaki farkı gösterirken, geçmiş ile bugün arasında ki bağı da kurmuş olacağım. Belki o zaman biraz neler yaşadığımız anlaşılır diye düşünüyorum

Bizdeki mitolojiye göre Gaia toprak anadır, doğadır, her şeyi doğurandır ve Pontos’u da o doğurmuştur. Bizde Gaia’dan olma Pontos’un çocuklarıyız. Toprağımıza, doğamıza, insanımıza bağlılığımız bu yüzdendir. Yaşadığımız topraklara, yani varlığımızı borçlu olduğumuz Pontos’a değinmek istiyorum. Savcı aslında cezalandırılmamız için böylesi bir soruşturmayı başlattı, biliyoruz. Savcı kendi niyetinin dışında kendimizi bir kere daha ifade etmemiz için, mahkeme de olsa, sonunda ceza almak da olsa, bize yapılanları bir kere daha anlatmak için bir platform imkanı sağladı. Her ne olursa olsun böylesi bir imkanı bize sağlayan Uludere savcısına müteşekkiriz. Dediğim gibi savcının kendi niyeti bu olmayabilir fakat bu mahkemenin böyle bir işlevi olacağına inanıyorum.
Ben Samsun’un Bafra ilçesinde dünyaya geldim, Babamı soracaksanız o da öyle, dedem ve dedemin babası ve onların ataları da öyle, yani Karadeniz’e Pontos’a hiçbir yerden gelmedik, hani derler ya biz de yedi göbek Pontos Rumlarındanız, daha açık ifade etmek gerekirse yaşadığımız toprakların yerlisiyiz. Yaşadığımız yer Pontos Karadeniz bölgesinin içerisinde Trabzon’dan başlayıp, Sinop’a kadar uzanan bölgenin adıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi biz Pontos’da yaşayan Rumlar tarihte bilinen en eski halklardanız. Pontos’da ki varlığımız M.Ö 7. Yüzyıla kadar dayanıyor. Dilimiz ise kaybolmak ile yüz yüze olan [3] Antik-Yunanca’dır. Bugün Pontos’da dilimizin konuşulduğu yerler Çaykara : (23 köy) ,Of : (bazı köyler) ,Tonya: (15 köy), İkizdere (Rize): (13 köy), Köprübaşı: (5 köy),Dernekpazarı: (10 köy),Bulancak (Giresun) : (3 köy), Maçka ve Of’un bir çok köyü ,Beşikdüzü: (1 köy) Yağlıdere, ve Dumanlı’dır.

Doğu Pontos’da az çok dilimiz konuşulurken Trabzon Rum imparatorluğu Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet tarafından1461 de yıkıldıktan sonra sürekli uygulanan asimilasyonlar yüzünden Orta ve Batı Pontos’da nerede ise dilimiz hiç konuşulmamaktadır. Varlığımız gibi bize ait olan her şeyi bugün kaybetmek ile karşı karşıyayız. Osmanlı girmeden önce neredeyse Pontos’un çoğunluğunu biz Rumlar oluştururken, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine izlenen inkarcı-asimilasyoncu ve katliamcı politikalar yüzünden bugün Pontos’da varlığımız tartışılır duruma gelmiştir.

AİLEM YASAMAK İÇİN KİMLİĞİNİ RET ETTİ

Yukarı da belirttiğim uygulamaların sonucunda ailemiz hem korkudan hem de Karadeniz Pontos’da küfür haline getirilen Rum kimliğinden olduğunca uzak durmaya çalıştı. Hatta o kadar uzak ki halkımız katliamdan ve tehcirden sonraki biz üçüncü kuşaklara Türk ordusu ve çetecileri tarafından öldürülen büyük babamız ve ailesini, ‘sözde kurtuluş Savaşı’nda öldüğü ve cenazesinin ise getirilemediği söylendi. Kraldan daha kralcı olmak deyimi vardır ya, bizimkiler bunun ile yetinmemiş ve bizleri sözün tam manası ile kendi değerlerine sırt çevirmiş birer Türk ırkçısı olarak yetiştirdiler. Öyle tanınmaz hale gelmiştik ki her zaman bir bahanemiz vardı Türk olmayan diğer inanış ve halklardan nefret etmek için, elbette biz Pontos Rumları için bu gördüğümüz ve yaşadıklarımız ne ilk baskıydı ve biliyoruz ki sonuncusu da olmayacaktı. Çok çeşitli kavimler ve imparatorluklar üzerimizde, topraklarımız da hâkimiyet kurmak istedi. Belki uzun yıllar da kurdular da fakat hiç biri varlığımızı yok etmeyi amaçlayan hâkimiyet ve egemenlikler olmadı. Ta ki Osmanlı imparatoru Fatih sultan Mehmet 1461 yılında topraklarımızı ilhak edinceye kadar, bizim Pontos’da ki varlığımızı tehdit edecek yönelim söz konusu değildir. Elbette topraklarımız birçok kez ilhak edilmeye çalışıldı, hatta ilhaklar da oldu fakat varlığımıza yönelimin miladı Osmanlı’nın topraklarımıza gelmesi ile oldu. Osmanlı’dan başlayıp günümüze kadar topraklarımız ve Pontos’da ki varlığımızı yok etmek için her türlü baskı, şiddet, nüfus değişimi, Tehcir, daha açık yazmak ve söylemek gerekirse soykırım politikaları bilinçli şekilde üzerimizde uygulandı. Uygulanan bu politikalar başarıya ulaştı mı sorusuna vereceğimiz cevap, sadece ailemiz ve kendi üzerimden yorum yapmam bile gerekirse, bu politikalar yüzde bin işe yaradı. Ailem Pontos’da fiziki olarak yaşayabilmek için tüm varlıklarını yok saymak zorunda kaldı. Sırf yaşayabilmek için yıllarca bizleri insanlıktan çıkartacak nefret söylemlerinin birer yaşayan abidesi haline getirdiler. Tabi ben ve benim gibiler hiçbir durumun farkında olmadan, kendi halkımız olan Pontos Rumları da dahil, herkesten nefret ediyor ve bunu en doğal vatanseverlik olarak görüyorduk.

Yaşıtım olan bir çoğumuz bu ezber yaşamların sonucunda hiç bilmediğimiz bir savaşa dahil olup, 90’lı yıllarda Kürt halkına yapılan soykırım denemesinin birer parçası olduk. O dönemin elebaşları bugün teker teker mahkemelerce aklansa da o yıllarda Kürt halkına yapılanları kimse unutmayacak. Özellikle hiçbir şey bilmeden, ezbere dayalı bilgiler ile bu savaşa dahil olup Kürt halkına benim gibi kötülük yapanlar asla unutmayacak ve unutturmayacak da, uzun uzun o dönemleri elbette anlatmayacağım fakat empati yapmanız anlamında söylüyorum. 15 Temmuz gecesi Boğaz köprüsüne zorla götürülen askerlerden hiçbir farkımız yoktu. Bir farkla tabi 15 Temmuz hükümete yönelik bir darbe girişimiydi, ya da öyle söyleniyor, hala işin iç yüzünü bilmiyoruz, uzun zaman da gerçekten 15 Temmuz gecesi neler yaşandı herhalde bilemeyeceğiz. Zorla emir altında oraya göreve götürülen askerler vatan haini muamelesi gördü. Birçoğuna da işkence edilerek televizyonlara görüntüleri servis edildi. PKK bahane edilip Kürt halkını üzerine sürülenler bizler ise o dönem de kahraman ilan edildik. Köyleri yakıp, insanlara işkence edip, kafa kol, bacak kestiğimiz dönemlerdi. Ben o dönem 94 senesinde Şırnak’ta görevli komando askeriydim. Bunu övünerek değil utanarak söylüyorum ki bu akıl tutulmasının yaşandığı devasa histerinin içerisinde ben de yer aldım. Hatta bir çatışma da yaralanarak PKK’ye esir düştüm. Bir dönem o meşhur antlaşma da 1000 Hamaslı ile bir İsrailli askerin takasında rol oynayan Kızılay’ın bizleri almak için arabuluculuğa soyunmasını yıllarca bekledim ki, boş bir beklentiymiş, yine yıllarca bizler için vatan haini diye düşündüğümüz fakat gerçekte insan hakları mücadelesi yürüten kuruluşlar sesimize kulak vermişti. Bu kuruluşlar (İHD-Mazlum-DER ) İki küsur sene PKK’nin elinde esir kaldıktan sonra Türkiye’ye dönmemize yardımcı oldular. Sonra arkamızda bir on yıl bıraktıktan sonra gördük ki Kürt illerinde sadece savaş suçu değil, büyük bir insanlık suçu işlemiştik. O dönem bu insanlık suçunu işleyenler ve o gün gizli olmayan sonrasın da ise gizli diye adlandırılan sözde Jitem ve Ergenekon yargılamaları yapıldı. Dün tüm askeri vesayet ile hesaplaşacağız diyenler, 90’lı yılların katillerini maalesef bir bir mahkemeler yolu ile aklıyorlar. Aşağı da anlatacaklarımdan sonra göreceksiniz ki, bu savaş bu şekilde devam ederse tarih bizim için hep tekrardan ibaret olacak. Nasıl ki bugün 90’lı yıllarda savaş suçu işlemiş katiller tek tek aklanıyorsa, geçmişte 90-100 yıl önce de aynı şeyler yapılıyordu. Belki savaş karşıtı barışseverler devreye girmese, bugün yapılan birçok şeyin zanlısı gelecekte benzer şekilde aklanarak, tarih hiçbir şey yokmuş gibi akmaya devam edecek. Bir avuç mutlu azınlık için, her yirmi, otuz yılda bir yüz binlerce insanı kurban vereceğiz. Bu dediklerimi unutmadan, geçmişin değerlendirmesini yapmaya Sakallı Nurettin paşadan başlayarak devam edelim.

MERKEZ ORDUSU KOMUTANI SAKALLI NURETTİN PAŞA SORUŞTURMASI VE MUSTAFA KEMAL’İN SAKALLI NURETTİN PAŞAYI HİMAYE ETMESİ

Mustafa Kemal Nutuk’ta Merkez ordunun kuruluşunu şu şekilde anlatıyor : ’…dahilî isyanları bastırmak, Yunan taarruzunu tevkif etmekten elbette daha mühimdir.’’ Anadolu merkezindeki asayiş meselesini halle memur kuvvetlerimizi büyücek bir kumanda altında tevhit etmekte fayda tasavvur ettiğimizden 9 Kânunuevel (aralık) 1920 de Sivas’taki Üçüncü Kolorduyu lâğvederek onun vazifesini yeni teşkil ettiğimiz Merkez Ordusu’na tevdi ettik. Bu orduya da Nurettin Paşayı kumandan yaptık.’’

Elbette Mustafa Kemal Nutuk’ta niyetini açıkça ifade etmiyor fakat 19 Mayıs 1919 tarihinde İngiliz vizesi ile Samsun’a çıkışından itibaren amaçladığı şey Pontos’da yaşayan Rum varlığına son vermekti. Mustafa Kemal Samsun’a ayak basar basmaz Topal Osman dahil bölge de Rum halkına karşı savaşan ne kadar Türk çetecileri varsa onlar ile görüştü. T ürk çetecilerinin faaliyetlerini açıkça destekledi. Mustafa Kemal için bu çete faaliyetleri de yeterli olmayınca Pontos’da yaşayan Rum halkının tümünü yok etmeyi hedefleyen Merkez Ordusu’nu kurdurdu.

O merkez ordusu komutasında kimler yoktu ki, merkez ordusunun Kurmay Başkanı daha sonra 1936’da Dersim’e 4. Umumi Müfettiş olarak atanan Hüseyin Hüsnü yani Korgeneral Hüseyin Hüsnü Abdullah Alpdoğan’dır ki kendisi Dersim celladı olarak da tarihe geçmiş birisidir. Sakallı Nurettin’in bir diğer komutanı da 42. Piyade Alay Komutanı Topal Osman, hem Pontos hem de Koçgiri imhasında birlikte olduğu çete reisiydi. Merkez Ordusu ,Rumların, Ermenilerin ve Kürt halkının katliamlarında yer aldı, telafisi çok zor olan çok büyük acılar da rolü var. Geçmiş ile hesaplaşmak ve doğru bir yüzleşme için mutlaka bu merkez ordusunun Rum, Ermeni, Kürt halkına karşı top yekun uygulanan katliamlarda ki rolü sonuna kadar gidilerek araştırılmalı ve gereği yapılmalıdır.

Nurettin Paşanın kendini savunmak için hazırladığı izah namede merkez ordusu ile sadece 11 ay içerisinde neler yapıldığı daha net gözükür ‘’ Eşkıya 3 bin 342 maktul, 78 mecruh vermişlerdir, 457 kişi yakalanmıştır. Bir o kadar da şurada, burada kalan mecruh ve maktul vardır. 50 bini mütecaviz Rum bölge dışına çıkarıldı.’’ 9 Aralık 1920 ile 3 Kasım 1921 tarihleri arasındaki 11 aylık sürede Nurettin Paşa’nın kontrolünde ki bölge de 7 bin’i partizan olmak üzere 57 bin Pontoslu Rum ne olmuştur. Kendisinin izah ettiği gibi öldürülen 7 Bin insanın dışında kalan 50 bin Pontos’lu Rum tehcir mi edilmiştir? Gerçekten Nurettin Paşa’nın açıkladığı gibi 50 bin insan sağ salim Pontos dışına mı çıkarıldı? Daha iyi kavranması için bu tehcir uygulamaları üzerine birkaç şeyi de paylaşmak istiyorum.

Ermeni soykırımında yer almış Teşkilat-ı Mahsusa reisi Dr. Bahattin Şakir Samsun’da

Postos’ta sistematik ölüm yolculukları ve köylere saldırılar Teşkilat-ı Mahsusa reisi Dr. Bahattin Şakir’in Samsuna gelmesiyle başlar. Öncesinde de Türk çetelerinin Samsun bölgesinde köylere saldırıları artmıştı. İstanbul’daki Avusturya Büyükelçisi Johann Markgraf von Pallavacini 1916 Aralık’ında Samsun civarında olup bitenleri özetler: 11 Aralık 1916: Beş Rum köyü talan edilip yakıldı. Köy sakinleri sürüldüler. 12 Aralık 1916: Kent çevresindeki köyler de yakıldı. 14 Aralık 1916: Köyler, içindeki okul ve kiliselerle birlikte ateşe verildi. 17 Aralık 1916: Samsun sancağındaki onbir köyü yaktılar. Yağmalar sürüyor. Köylülere kötü muamele ediliyor. 31 Aralık 1916: Yaklaşık 18 köy tamamen yakıldı, 15’i kısmen yakıldı. 60 kadar kadının ırzına geçildi. Kiliseler de yağmalandı.( Wien Haus-, Hof- und Staatsarchiv, PA, Türkei XII, Liasse 467 LIV, Griechenverfolgungen in der Türkei 1916- 1918, ZI. 97/pol., Konstantinopel (19.1.1916), (2.1.1917).)http://www.greekgenocide.net/index.php/overview/documentation/311-the-samsun-deportations-1916-17-and-1921 (27.12.2015)

Tekrar Merkez ordusu ve Nurettin Paşa’ya dönecek olursak, Yunan büyük taarruzu öncesinde Karadeniz kıyıları, Sovyetler Birliği’nden Ankara’ya gönderilen silah ve cephanenin zorunlu geçiş yolunda yer aldığı için büyük bir önem kazanmıştır. 9 Haziran 1921’de Yunan kruvazörü “Kılkış” Ankara hükümetinin başlıca limanı olan İnebolu’yu bombalaması üzerine Merkez Ordusu kumandanı Nureddin Paşa aynı gün Pontos’da sürgün talep eder. Ankara’da ayın 12’sinde toplanan Bakanlar Kurulu, bir Yunan çıkarmasının gün meselesi olduğu sonucuna vararak bütün Karadeniz şeridini “savaş bölgesi” ilan eder. Ertesi gün Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Nureddin Paşa’ya şunları yazar: “Bakanlar Kurulu eli silah tutan Rumların Karadeniz kıyısından uzaklaştırılmalarına karar vermiştir; bu karar uygulamaya konulmak üzere size hemen bildirilecektir; Rumların çeteciliğe katılmak üzere dağılmalarını önlemek için gereken önlemleri almanızı rica ederim.” Karar 16 Haziran’da alınır.

Aynı gün Samsun, Bafra ve Alaçam şehirlerindeki 15 ile 50 yaş arasındaki bütün erkekler tutuklanır. Ertesi gün ilk göçmen kafilesi iç bölgelere gitmek üzere Samsun’dan yola çıkarılır. İlk kafile, Kavak’ta kafileye eşlik edenlerce kurşun yağmuruna tutularak büyük çoğunluğu katledilir. 700 kadar kişiden oluşan ikinci kafile Samsun’u 17 Haziran’da terk etti ve salimen Amasya’ya ulaştı. Buna karşılık bin kadar erkekten oluşan üçüncü kafile, 20 Haziran’da Topal Osman’ın çetelerinin saldırısına uğrayarak büyük bölümü katledildi. Samsun’dan 25’inde hareket eden dördüncü kafile ile Bafra’dan 17, 21 ve 24 tarihlerinde hareket eden ve her biri 500-600 kişiden oluşan üç kafile ile Alaçam’dan 18, 21 ve 22’sinde yola çıkan üç kafileyi de aynı son bekliyordu. Arkasından korumasız kalan kadınlar, yaşlılar ve çocukların sürgününe sıra gelmişti.

Aslında birçok misyon görevlisi o dönemde yaşananları anlatmıştı. Bu aktarımları burada yazmaya kalksak mahkeme olarak sizin zamanınızın yeteceğini düşünmüyorum. İstenirse hem resmi kayıtlar da, hem de resmi olmayan dış kaynaklı belgelerde yaşadıklarımız çokça detaylandırılabilir. Fakat ben şimdilik sözü edilen Tehcir üzerine bu kadar anlatımın yeterli olacağını düşünüyorum. Merkez ordusu komutanı Nurettin Paşa’nın açıkladığı 7 Bin’i partizan olmak üzere 11 aylık süre içerisinde 57 bin Pontos Rum’unun başına neler geldiğini yukarıda yaptığım aktarımlar ile az buçuk anlaşıldığını düşünüyorum.

Merkez Ordusu komutanı Nurettin Paşa’ya soruşturma açılıyor

Merkez ordusu komutanı Sakallı Nurettin Paşa hakkında Koçgiri ve Pontos’da işlediği suçlardan dolayı 11 Agustos-4 ekim 1921 yılında BMM’de gerçekleşen gizli oturum ile soruşturmaya başlatıldı.

BMM gizli görüşmesinde Koçgiri’de , Pontos’da yaptığı katliamlar üzerine söz alıp konuşan oldu. Hatta Sakallı Nurettin Paşa’yı idam ile yargılanması dahi istendi. 11 Ağustos 1921 günü TBMM gizli oturumunda söz alan milletvekilleri (İsmail Şükrü Efendi, Osman Fevzi Efendi, Zekai Bey) Koçgiri’de yaşananların sorumluluğunun Nurettin Paşa’ya ait olduğunu söylediler. [4] Koçgiri’de yüzlerce insan sorgusuz sualsiz tutuklanıyor, teslim olanlar dahi kurşunlanıyorlardı. O gün mecliste öyle şeyler konuşuldu ki bugüne ışık tutucak tarzda konuşmalardı. Erzurum Mebusu Mustafa Durak Bey yaşananlar üzerine aynen şöyle der: “Memleketimizde yapılan mezalimi herkes duymalıdır. Çünkü efendiler, memlekette yapılan bütün felaket, bütün mezalim, bütün seyyiat (kötülükler) bunların milletten saklanmasından doğmaktadır.”( “http://www.mustafaarmagan.com.tr/ataturk-bir-pasayi-meclisin-elinden-nasil-kurtardi/” http://www.mustafaarmagan.com.tr/ataturk-bir-pasayi-meclisin-elinden-nasil-kurtardi/ )

Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ise üstü örtülmeye çalışılsa da zulmün Avrupa kamuoyu tarafından bilindiği ve aleyhimize kullanıldığı kanaatindedir. Şunları ekler: “Bir adam görevini kötüye kullanmış, cezasını görsün.”

Erzincan Mebusu Fevzi Efendi ise daha da ileri gider ve Koçgiri’de halka yapılan mezalimin ancak Cengiz Han’ın ordusu […]tarafından işlenebileceğini dile getirir. Yakılan evler, ırzlarına saldırılan kadınlar, öldürülen çocuklar ve siviller. Söz alanlar dur durak bilmeden Nureddin Paşa’nın gaddarlığından söz eder. Bir imha hareketine girişildiğinden söz edenler bile çıkar.

Daha sonra bu söylenenler BMM’nin tozlu raflarında unutulsa da milletvekili Emin Bey o günler de yapılanlar için öyle bir örnek veriyor ki kan donduran cinsinden “Efendiler, dünyanın hangi yerinde böyle bir harekât görülmüştür ki, babasını bir evladın eline bir ip, diğer evladın eline bir ip alarak çektirerek tam altı saat zarfında bu suretle feci bir şekilde öldürülmüştür?” (Bunu yapanların da Topal Osman’ın adamları olduğunu açıklar.)( “http://www.mustafaarmagan.com.tr/ataturk-bir-pasayi-meclisin-elinden-nasil-kurtardi/” http://www.mustafaarmagan.com.tr/ataturk-bir-pasayi-meclisin-elinden-nasil-kurtardi/ )

4 Ekim 1921 günü BMM gizli oturumunda ise bu kez Koçgiri’nin yanı sıra Pontoslu Rumlara yönelik uygulamalar gündeme getirildi ve tartışıldı. Milletvekillerinden bir kısmı yapılanlarda Nurettin Paşa’yı sorumlu tutarak görevden derhal alınmasını isterken, bazıları da Nurettin Paşa’nın asılmasını istediler. Mustafa Kemal’in karşı çıkmasına rağmen Meclis, Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve muhakeme edilmesine karar verdi. Ayrıca Koçgiri ve Pontos ’İsyanları’nı yerinde incelemek için bir araştırma heyeti kurulmasını kararlaştırdı. [5]

BMM Sakallı Nurettin Paşa’nın Cevaplandırması için şu on soru hazırlandı, bu sorular şunlardı :

1) Koçgiri, Samsun ve sair yerlerde gayr-i mesul kuvvetler kullanmak,

2) 30 bin liralık rüşvet almak,

3) Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılığın yapılması,

4) Pontusçuların dağlara çıkmasına meydan vermek,

5) 56 kişiyi Samsun’da alıkoymak,

6) Meclis Başkanlığı’ndan tasdik edildi diye beyanname neşretmek,

7) Üstlerini ve astlarını dikkate almadan iş yapmak,

8) Kardeşini Tokat Mutasarrıfı, damadını erkan-ı harbi yaparak aile hükümeti kurmak,

9) Ümraniye İsyanı’nda halk dehalete hazır iken, Topal Osman’a milleti kırdırmak,

10) Ordu mutasarrıfına yetkisi olmadığı halde emir vermek. [6]

Yukarıdaki 10 maddelik soruların hepsini tek tek elbette ele almayacağız fakat Sakallı Nurettin Paşa’nın Pontos Rumlarına bakış açısını özetlemesi açısından birkaç maddeye verdiği cevabı sizlerle paylaşmanın yararlı olacağını düşünüyorum

1.Madde: Koçgiri, Samsun ve sair yerlerde gayr-i mesul kuvvetler kullanmak

Rum halkına karşı korkunç katliamlar gerçekleştiren Türk çetelerinin kullanımı ile ilgili bir soru ki Sakallı Nurettin Paşa , aslında bu çetelerin bir çok yerde Erkanı Harbiyeyi Umumiye(Osmanlı Genel Kurmayı) gözetiminde kullanıldığını da itiraf ediyor bakın bu söylediklerini izahname de söyle ifade ediyor: ‘’Ümraniye ve Koçgiri hadiselerinde kullanılan Osman Ağa’yı, ordu davet etmiş değildir. Şark mıntıkasına dahil Giresun’da, E.H.U. (Erkanı Harbiyeyi Umumiye) emrindeki Giresun Alayı EHU’ce verilen emirle isyancılara karşı getirildi. EHU önce Giresun Alayı’nın büyük kısmını Kocaeli’ne gönderdi. Fakat, 15. Fırka Garp Cephesi’ne gidince, Giresun alayı burada kaldı. Bir taburla Osman Ağa kuvvetleri Ümraniye’ye gelmiştir. 4. Taburun kumandanı olmakla beraber, Osman Ağa Giresun Alayı’nın Fahri Kumandanı’ydı. Kendisine bu unvanı Merkez Ordusu dahil, EHU ve Müdafaai Milliye Vekaleti vermiştir. Merkez Ordusu emrine ithal edilmiştir. Mevcudu dolgundur. Onun nizamiye kıtası haline sokmak için, Samsun’da Giresun Alayı’ndan, bir taburdan üç taburlu bir alay teşkili ile 47 numarasını verdik. Samsun’da iki taburlu Giresun Alayı da bir tabur ilavesi ile 42. Alay adını alarak, Giresun Alayı namı kaldırıldı. İki alay yapılmıştır. Ümraniye ve Pontus asilerinin tedibi ve Samsun sahillerinin muhafazasında ve Garp cephesinin ihtiyacı üzerine, Sakarya muharebesinin kazanılmasında faydalı oldular. 42. Alay Kumandanı Hüseyin Avni Bey, Sakarya’da şahadet, Osman Ağa da 47. Alay Kumandanı olarak Garp Cephesi emrinde ve cephededir.’’ Kullanılan Türk çeteleri üzerine şimdilik bu kadar yararlı bilgi yeterli diye düşünüyorum. Çünkü ilerleyen bölümde bu şanlı katil Topal Osman üzerine de değineceğim. Yararlı bilgilere orada devam etmeyi düşünüyorum.

SÖZ KONUSU TÜRK OLMAYAN HALKLAR VE İNANÇLAR OLUNCA KEMALİZM VE İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ RUH İKİZİDİR

3. Madde: ile Ermeni soykırımına karışan İttihatçı kadroların Ermeni halkından sonra Pontos Rumlarına bakış açısını Nurettin Paşa şahsında da özetlemiş olacağız.

Sakallı Nurettin Paşa 3. Maddeye yani ‘’Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılığın yapılması’’ suçlamasına yönelik ‘’izahlarının’’ bir bölümünde yaptıklarını aklamak için kadınlar ve yaşlılar üzerinden yaptığı açıklamalar Pontos katliamına ve tehcirine katılan Kemalist kadroların zihin yapısını ortaya koyuyor. Nurettin Paşa : ‘’Kadınlara gelince: Pontusculukla meşbu, erkeklerine fikren, bedenen, malen muavenet ettikleri hakikattir. Yataklık, muhbirlik, cinayete teşkar kadınlar da mahkemelere sevk edildiler. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır. Bu yüzden erkeklerle aynı şeyi yaptık. Çocuklarından da ayırmadık. İhtiyarlara gelince; Gümenez’de ihtiyardır diye sevk edilmeyen 65 yaşındaki bir Rum, Yunan torpidosuna bayrak sallamış, onlar da sandallarla sahile çıkmışlardır. Bafra’dan bir grup ahali kuvvetleriyle yetişmişler. İhtiyar Kel Nikola astırılmış ve düşman donanması def edilmiştir.’’ [7] Der. Şimdi ‘Rumlar bir yılandır, kadınlar ’da bunun zehridir’ diyen kendisi de Mustafa Kemal’in en sevdiği kadrolardan olan Nurettin Paşa’nın bu yaklaşımı ister istemez bizi bir sorgulamaya götürüyor. Çok zamandır bilerek ya da bilmeyerek yapılan bir yanlış ya da dezenformasyon olan İttihatçılar ile Kemalistler aynı değildir, aralarında çok fark vardır diyenler için, Kemalizm ile İttihat ve Terakki arasındaki ruh ikizliğini ortaya koyan Tamer Akçam’ın yeni kitabı olan Naim Efendinin hatıratı ve Talat Paşa telgrafları adlı eserinde 22 Eylül 1915 tarihli bir telgrafta Talat Paşa’nın çektiği iki telgrafa beraber bakalım : “Ermeniler için Türkiye arazisinde yaşamak, çalışmak gibi haklar tamamıyla kaldırılmış ve bu bâbda hükümet bütün mesuliyeti kabul ederek beşikteki çocuklarına varıncaya kadar bırakılmaması emrini.” 29 Eylül 1915’te Halep Vilayetine çektiği bir telgrafta ise : “Türkiye’de mevcut bütün Ermenilerin tamamen mahv ve imha edilmelerinin Cemiyetin emriyle Hükümetçe kararlaştırıldığı evvelce de bildirilmişti… Kadın, çocuk, sakat diye düşünülmeyerek imha önlemleri ne kadar feci olursa olsun, vicdani duygulara kapılmadan varlıklarına son verilecektir.” Kemalist kadro olan Nurettin Paşa’nın söylemlerine ve yaptıklarına bakıldığında, Ermeni soykırımının da başat rol almış İttihatçılar ve yine onların liderlerinden biri olan Talat paşa ile arasında herhangi bir nüans farkı gören var mı? Bildiğim bir şey varsa o da laf ile tarih yazılamayacağıdır, slogandan öteye gitmeyecek olan şu çarpıtma gibi ‘onlar ırkçı, biz yurtseveriz’ diye tarih okuması mı olur. Dediğim gibi laf ile söz ile tarih yazılmaz, icraat ile gelişen koşullara göre o an da yaptıkların ile tarih yazılır. Hal böyle olunca sloganlar tarihte ne yaptığınızı saklayamıyor. İttihat ve Terakki cemiyeti Ermeni halkına karşı nasıl bir soykırım politikası hayata geçirmiş ve uygulamış ise Kemalist kadrolar ’da benzer uygulamaları Pontos Rum halkına karşı hayata geçirmiştir. Hatta hatta ittihat ve Terakki cemiyetinden devşirilen birçok Kemalist kadro da Pontos Rumlarına uygulanan tehcir ve katliama katılmıştır. Yıllardır bilinçli yapılan bir çarpıtma için açtığım parantezden sonra kaldığım yerden değerlendirmelerime devam ediyorum.

Merkez ordusu komutanı Sakallı Nurettin Paşa aslında göstermelik yargılanıyordu. Ermeni soykırımı ve tehciri daha birkaç sene önce gerçekleşmiştir. Ulusal olmasa da Uluslararası kamuoyu bu konuda çok duyarlıdır. Ermeni soykırımından ders çıkaran BMM ise göstermelik olsa da Rum soykırımı ve tehciri devam ederken bu tür soruşturmalar gerçekleştirdi. Zaten bu sorgulamaların ne kadar göstermelik olduğunu da şimdi paylaşacağım o döneme ait alıntı gayet açıkça gösterecektir. Nurettin Paşa’nın izah namesi Meclis’in 16 ve 17 Ocak 1922 tarihlerindeki gizli oturumlarında üyelere okundu. Başkomutan ve TBMM başkanı Mustafa Kemal, yaptığı konuşmada; söz konusu izah nameyi okuduktan ve araştırma heyetiyle konuyu görüştükten sonra Nurettin Paşa hakkında verilen muhakeme edilme kararının ağır olduğunu ve bu kararın kaldırılmasını istediğini söyler. Üyelerden bazılarının itirazına rağmen, meclis Nurettin Paşa’nın muhakeme edilme kararını kaldırır. [8]

MUSTAFA KEMAL ASKERİ OLAN NURETTİN PAŞAYI BİR ÇOK KEZ KURTARMIŞTIR

Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa hakkında da Pontos Rumlarına ve Koçgiri’de Kürtlere yönelik insanlık dışı uygulamalar yaptığı için meclisçe soruşturma açılmış olsa da, daha sonra Mustafa Kemal tarafından soruşturma kapatılmış ve ceza alması engellenmişti. Mustafa Kemal yazdığı Nutuk’ta da buna şu şekilde değiniyor ’’Nurettin Paşa, merkez mıntakasında bir seneye karip ifayi vazife etti. Fakat, salâhiyeti haricinde ahaliden bazılarının hukukuna tecavüz ettiği hakkında meb’usların vuku bulan şikâyetleri ve Dahiliye Vekâletinden istizahları ve Vekâletin de şikâyatı muhik görmesi üzerine, Meclîsin talebile Teşrinisani 1921 bidayetinde azledildi. Meclis, Nurettin Paşanın tahtı muhakemeye alınmasına karar verdi. Bu husus, benimle Heyeti Vekile arasında da bir meselenin hudusunu intaç etti. Ben, Nurettin Paşa hakkında tatbik olunması talep olunan muameleye iştirak etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benimle hemfikir oldu. İkimizle Heyeti Vekile aramda tahaddüe eden ihtilâf Meclisçe hali olundu. Mecliste Nurettin Paşayı müdafaa ettim. Ağır muameleye maruz kalmaktan kurtardım’’[9]

Nurettin Paşa’nın suçları elbette Pontos ve Koçgiri ile sınırlı değil, daha öncesinde ve daha sonrasında da birçok suç işlemişti. Bunların başında da İzmir’in yakılması ve talan edilmesi vardır ki o konulara zamanın darlığı nedeni ile burada değinmeyeceğim. Merkez ordusu komutanı Nurettin Paşa’nın yaptıklarını ve Mustafa Kemal’in Nurettin’i nasıl koruduğuna ilişkin yaptığım değerlendirmelerin kafi olduğunu düşünerek artık çete reisi Topal Osman değerlendirmesine başlamak istiyorum

MUSTAFA KEMAL’İN SADIK MİLİS ALBAY’I TOPAL OSMAN

TOPAL OSMAN VE ADAMLARININ GİRESUN’DA SUDAN SEBEPLER İLE KATİP YORGİ VE DOKTOR TOMAYİDİS CİNAYETİ

Falih Rıfkı ve diğerlerinin bizleri dehşete düşüren anlatımlarına başlamadan önce Topal Osman’ın kendi memleketinden Giresun’dan işlediği iki cinayet vakasını sizler ile paylaşmak istiyorum. Bu iki örnek ile Topal Osman ve adamları için halkımıza karşın cinayetlerin ne kadar sıradanlaştığını göreceksiniz. *Ümit DOĞAN’ın Mustafa Kemal’in muhafızı TOPAL OSMAN’ adlı kitabının Üçüncü Bölüm başlığı “1920 yılı olayları, Osman Ağa ile Ankara arasındaki ilişkiler ve Osman Ağa tarafından kurulan gönüllü Giresun alayları “. Bu bölümün içerisinde bir çok alt başlık bulunuyor, ben bu kitabın 100-101.sayfasında ‘ Osman Ağa’nın Acente Katibi Yorgi’yi Cezalandırılması ve Doktor Tomayidis Olayı ‘ adı ile açılmış başlığın altında Giresun’da Topal Osman ve arkadaşlarının vahşice işledikleri iki cinayetleri sizler ile paylaşmak istiyorum. Bu bölüm de Ümit Doğan iki Pontos Rumu’nun Topal Osman ve adamları tarafından katledilmesini normal bir durummuş gibi anlatıyor. Ümit Doğan bize nasıl sudan sebepler ile Pontos Rumlarının Türk çetecilerinin inisiyatifine bırakıldığını ve ne tür katliamlara maruz kaldığını gösteriyor. Elbette Doğan’ın amacı Rumlara karşı yürütülen çete faaliyetlerini, alenen işlenen cinayetleri göstermek değil, Topal ve adamlarının Türklük için nasıl yararlı işler yaptığını ispat etmek, fakat sadece bu iki örneğe bile baktığımızda Pontos’da halkımıza karşı nasıl acımasızca saldırı politikası izlendiği görüyoruz.

Hiç bir suçu olmayan Katip Yorgi ve Doktor Tomayidis Topal Osman ve adamları tarafından sudan sebepler yüzünden hunharca katledildi. Eğer tarafsız bir heyet oluşturulup o gün olup bitenler incelenirse, binlerce, on binlerce benzer vakanın olduğu ortaya çıkacaktır. ..

Acente katibi Yorgi ‘Türk Hükümeti olmaz Yunan Hükümeti olur bunda ne var?” Dediği için Topal Osman tarafından infaz edildi

‘Türk hükümeti olmaz, Yunan hükümeti olur, bunda ne var’ dediği için Topal Osman ve çetesi tarafından işlenen Acente Katibi Yorgi cinayetini Mehmet Şakir Sarıbayraktaroğlu ‘’Osman Ağa ve Giresun uşakları konuşuyor’’ adlı kitabında şu şekilde anlatıyor “Acente Katibi Yorgi ve Ahiskalioğlu Ahmet Ağa’nın arasında önceleyin iyi bir dostluk varken, izmir ve istanbul’un işgalinden sonra tıpkı Çıtroğlu Sava gibi, katip Yorgi’nin de hal ve hareketleri değişmeye başlar. Bir konuşma esnasında Ahmet Ağa’ya Türk Hükümeti olmaz Yunan Hükümeti olur bunda ne var?” der. Bu sözleri içine sindiremeyen Ahmet Ağa, durumu Osman Ağa’ya anlatur. Osman Ağa Yorgi Efendi yanına çağırr. Yorgi Efendi demek Türk Hükümeti olmaz Yunan Hükümeti olur, bunda ne var değil mi? (Mehmet Şakir Sarıbayraktaroğlu. Osman Ağa ve Giresun uşakları konuşuyor – sayfa 88 ) der. Yorgi, “evet Ağa hazretleri” diye cevap verirken başına geleceği anlamıştır. Yorgi’yi o günden sonra gören olmamıştır ”

Doktor Tomayidis yanlış yazdığı söylendiği ilaçlar yüzünden Topal Osman ve adamları tarafından infaz edildi

Yanlış yazdığı reçeteden dolayı hunharca katledilen Dr Tomayidis’in hikayesini de Sarıbayraktaroğlu’nun anlatımlarından dinleyelim “1920 yılının Mayıs ayında, iki Rum doktor Türk hastaları muayene etmemeye başlar, ettikleri zamanda başka hastalığa ait reçeteler verirler. Türk hastalar, Türk doktorlara muayene olup ellerinde reçeteyi gösterip, bu ilaçlar kullandık fakat şifa bulmadık, derler. Türk doktorlar bu reçetelerin başka hastalıklara ait olduğunu hastalara anlatirlar.( Mehmet Şakir Sarıbayraktaroğlu. Osman Ağa ve Giresun uşakları konuşuyor- sayfa 105) Osman Ağa’nın yeğeni ile evli olan Türk doktor Hicabi Bey durumu Osman Ağa’ya anlatır. Ağa’nin bu duruma pek canı sıkılır. Gümüşreisoğlu Mustafa Kaptan’a bu iki doktora gerekli cezanın verilmesini emreder. Mustafa Kaptan hasta numarası yapar ve doktoru eve çağırırlar.

Olayın devamını Osman Fikret Bey’in anılarından aktaralım : ‘Kaptan Mustafa hasta olmuş, Hacı Hüseyin Mahallesi’nde bir evde yatıyordu. Osman Ağa’dan baktırmasını istemiş. Ağa bir doktora güya baktırmış, hastalık teşhis edilememiş. Doktor Hicabi Bey konsulteye lüzum göstermiş ve Ağa’nın emir ve tavsiyesi ile şehir doktorları hastanın evine gönderilmiştir. Kimi münferit kimi meslektaşları ile gitmişlerdi. Eve ilk giren Doktor Tomayidis ve yanında ihtiyaten giden babasi Doktor Savlidi ve hükümet doktoru Ali Hikmet beylerdir Salona ve sedirin üstüne oturuyorlar Bitişik oda da güya hasta var ve kapısı yarı açıktır. Bu arada doktor Şaban bey eve girmiş Hicabi Bey de girmek üzeredir silahlar patlıyor Dr. Tomaydis, babası ve Hikmet Bey vuruluyor.( Osman Fikret Topallı Müdafaa-i Hukuk ve İstiklal harbinde Giresun sayfa 188) Evet, Hikmet Bey de yanlışlıkla vurulmuştur. Türk doktorların, Osman Ağa’nın adamlarının Rum doktorlara öldüreceğinden haberleri yoktur. Silahlar patlayınca kaçmak isteyen Hikmet Bey, Osman Ağa’nın onu hiç tanımayan bir adamı tarafından yanlışlıkla vurulur. Osman Ağa çok üzülür ve sinirlenir “Bu hatayı hanginiz yaptınız?( Mehmet Şakir Sarıbayraktaroğlu. Osman Ağa ve Giresun uşakları konuşuyor-sayfa 105) . Diyerek adamlarına bağırıp çağırsa da ne yazık ki iş isten geçmiştir”

Ermeni halkının da katili olan birinci Dünya savaşında asker kaçağı durumuna düşen Topal Osman’ı tüm çıplaklığı ile anlattığına inandığım Tarihçi-Yazar Ayşe Hür’ün Birikim dergisine yazdığı ‘Çağımızın bir başka kahramanı Topal Osman’ makalesinden uzunca alıntılar yaparak Topal Osman’ı anlatmak istiyorum. Hür Topal Osman’ın tarih sahnesine çıkışını şu sözler ile anlatıyor ‘’ Topal Osman’ın tarih sahnesine ilk çıkışı 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Giresun’dan topladığı 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin kapısını açtırıp 150 mahkumu çetesine ilave etmesiyledir. Kendi ifadesine göre 1. Balkan Harbinde yaralanarak topal kalmıştır. Topal Osman’ın gönüllüleri (!) Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin yöresindeki Ermeni tehcirinde görev (!) yaparlar. Nisan 1916’da Borçka’da Ruslara karşı savaşan Türk ordusuna katılan Topal Osman, orduda olduğunu unutup kabadayılığa devam etmekle kalmayıp, sıcak çarpışmaları görünce kaçma emareleri gösterince, komutanı kendisini affetmez ve 50 değnekle cezalandırır. Değnekler, kahramanımızın alelacele çürük raporu alıp memleketine geri dönmesine yeter de artar bile. ‘’ Der (Arif Cemil, 1. Dünya Savaşında Teşkilat-ı Mahsusa) [10]

Ermeni katili ve Asker kaçağı Topal Osman bir süre sonra Giresun-Samsun taraflarında ortaya çıkar. Ermeni halkına yaptıklarından sonra, halkımıza karşı çete faaliyetleri yürütmeye başlar. Elbette yürüttüğü bu çete faaliyetleri Samsun’a gelen Mustafa Kemal’in de dikkatini çeker, halkımıza karşı Ermeni soykırımında ki tecrübelerinden yararlanmak ister. Bakın Hür o süreci nasıl anlatıyor. Hür’ün anlatımları sadece Topal Osman ile Mustafa Kemal’in ilişkisini ortaya koymuyor, aynı zaman da İstanbul hükümeti ile Mustafa Kemal’in ilişki düzeyini ve söz konusu Rumlar olunca nasıl birlikte hareket ettiklerini de açıkça gösteriyor. Ermeni tehcirinde ve katliamında yer aldıktan bir süre sonra Giresun ve Samsun da ortaya çıkan Topal Osman’a ilişkin Hür şunları söylüyor: ‘‘Bölge uzun süredir bağımsız Pontus Devleti’ni kurmayı hedefleyen Rum çeteleri ile uğraşmaktadır. İttihatçıların gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’e göre Mustafa Kemal’in Samsun’a gelir gelmez Havza’da Osman Ağa ile görüşmüştür. (İki Devrin Perde Arkası) Halbuki bu sırada Topal Osman İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarına katılmaktan aranmaktadır. Anlaşılan bu alandaki maharetlerinden Rumlara karşı yararlanmak ihtiyacı doğmuştur ki, 8 Temmuz 1919’da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırılır. Topal Osman, Muhafazai Hukuk-u Milliye Cemiyeti Giresun Şube başkanı olur ardından Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal’e muhalefet edenleri sindirme görevini başarı ile yapar. H.İ. Dinamo’ya göre Mustafa Kemal “Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine” bırakmıştır. Topal Osman da “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” der. (Kutsal İsyan, 2. Cilt) [11]
Çete reisi Topal Osman’ın Rum halkına yaptıkları ile ilgili Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı olan gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın da söyleyecekleri var. Topal Osman ile ilgili Atay’ın söylediklerini yine Tarihçi-yazar Ayşe Hür bizlere söyle aktarıyor.’’ Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı 3 Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkenceleri ile bölgeyi Rumlardan tamamen temizler.’’ [12]

Topal Osman’ın yaptıklarından dolayı sadece şikâyetçi olan sürekli saldırılara maruz kalan halkımız değildir. Halkımızı acımasızca yönelirlerken, canımıza kastedenlerin nasıl malımıza da kast ettiklerini ifade etmesi açısından yine Tarihçi Hür’ün Topal Osman yüzünden Mustafa Kemal’e çekilen telgraflar ve yine Mustafa Kemal’in bu telgraflara kayıtsızlığını gösteren, hatta bu olaylardan sonra Mustafa Kemal’in Topal Osman’ı iyice himayesine aldığını kanıtlayan alıntıları o dönem neler yaşandığının iyice anlaşılması için sizler ile paylaşmak istiyorum.

TEHCİR ZENGİNİ

‘ 1921’de Lazistan mebusu Osman Bey Topal Osman ile ilgili Mustafa Kemal’e bir telgraf gönderir “Bu cahil adamın şimdiye kadar Giresun’da yapmadığı rezalet kalmadı. Rumlardan ve ahaliden aldığı yüz binlerce liranın hesabını kimse soramıyor. Şimdi eşkıyalığını Trabzon liman içinde yapmaya başlıyor ki bu halin devamı pek çok çirkin olaya sebebiyet verecektir.”

Giresun Sancağı Reji Müdürü Rükneddin Bey daha da cesurdur. Topal Osman ile ilişkili Uzun şikayet mektubunda şöyle der:

“Osman Ağa tümden cahil biri olup, geçmişte bir hiç olduğundan bahsetmeye gerek yoktur. 1. Balkan Harbinde bir ayağının sakat kalması sonucu gördüğü iltifat ve yardımlardan başlayarak kahvecilik, balıkçılık yaparken, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda milyonerliğe çıkan bu zatın kurduğu zenginliğin…. zorla ele geçirme olduğunu gözler önüne arz ederim. Memleketi terk ederek başka bir ülkeye kaçan Rumların mülk ve bahçelerini kendine, akraba ve soyuna sopuna ve dalkavukları arasında böldüğü gibi, bunların İslam halktan alacaklarına karşılık kasalarında sakladıkları senetleri (…) çaresiz köylülere geri vereceği yerde (…) senetleri zorla ödetmek veya karşılığında bir bölüm Müslümanların bağ ve bahçelerini zapt etmiş ve tapularını elde etmiştir (…) Batı cephesinde görünüşte vatan hizmeti ile uğraşırken bile memleketi hâlâ pençesinde tutmak için her araca başvurmakta ve acımasız işler yaptırmaktadır.”

Aynı tarihlerde hazırlanan resmi bir rapora göre Topal Osman, Samsun havalisinde 900 kişiyi bir mağaraya koyup öldürmüştür. Bu bilgiyi de bizler ile paylaştıktan sonra Hür Bu raporlara Mustafa Kemal’in cevabının ise şu şekilde olduğunu aktarır.

“Osman Ağa hakkında şikayet edilen hallerden bittabi pek müteessir oldum (…) Bu biçim hareketlerin onaylayıcısı ve destekleyicisi olmadığımı bu vesile ile hatırlatmak isterim (…) Ancak şikayetnamenizin son fıkralarında ‘kendi kendimizi müdafaa ederiz’ tarzındaki lüzumsuz ve yersiz görmekteyim efendim”

‘’Aslında işlediği suçlar hakkında adeta bir referans mektubu işlevi görmüş gibidir, çünkü bir ay sonra Topal Osman BMM tarafından Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı olarak Ankara’ya davet edilir . Osman Ağa yolda da boş durmaz ve Çorum-Alaca civarında evlere tecavüz eder, bazı hayvan ve malları gasp eder. Olayları rapor eden içişleri ve savunma bakanlığı telgrafları üzerine Mustafa Kemal’in Topal Osman’a yazdığı kısa telde “Yol boyunca müfrezeniz erlerinden bazıları uygunsuz hallere baş vurduklarından bahisle şikayet edilmektedir. Buna kesinlikle ihtimal vermiyorum…” sözcükleri anlayana çok şey söyler. (Cemal Şener, Topal Osman Olayı’nın ekindeki Cumhurbaşkanlığı arşiv belgeleri) 28 Ocağı (1921) 29 Ocağa bağlayan gecede, Kazım Karabekir’in son derece mahir manevrası sonucu, Rusya’dan ülkeye dönüş yapmaya kalkan, TKP üyesi Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının hançerlenerek Karadeniz’in karanlık sulara atılmasının sorumlusu balıkçı kahyası Yahya ve adamları da Topal Osman’ın yoldaşlarıdır. Kayıkçı Yahya da daha sonra Mustafa Kemal’in emri ile öldürülmüştür. Bu olay da hala aydınlatılmayı beklemektedir.

Mustafa Kemal’in artık en yakın adamı olan Topal Osman’ın oluşturduğu 47. Alay, Mart 1921’de patlak veren Koçgiri Kürt isyanını bastırırken öyle zalimane yöntemlere başvurur ki, Meclis’te büyük tartışmalar yaşanır. Topal Osman sadece isyancı Kürtleri değil, Suşehri, Koyulhisar, Reşadiye, Niksar ve Erbaa’daki Ermeni ve Rumları da öte dünyaya havale etmiştir.’’ (Ahmet Emin Yalman’ın Topal Osman’la Mülakatı, Vakit, 19.2.1922) Birliği ile oradan Sakarya Meydan savaşına katılmak üzere yola çıktığında son bir hamle yapar ve Merzifon’un Rum ve Ermeni ahalisini katleder. Kahramanımız, ideolojik önderi, Tirebolulu Binbaşı Hüseyin Avni Bey komutasında Sakarya’da savaştıktan sonra sağ salim geri döner. (Bugün çok yaygın olan ve Topal Osman’ın cepheye 6000 kişilik Giresun gönüllü ile gittiği, bunların 5500’ünün şehit olduğu efsanesine gelince: Falih Rıfkı ve Alptekin Müderrisoğlu gibi ciddi kaynaklara göre Sakarya Meydan Savaşı’nın tüm şehit sayısı 3282’dir. Yani Topal Osman hayranlarının verdikleri rakamlar tamamen uydurmadır.)’’ [13]

ÇETE REİSLİĞİNDEN CUMHURBAŞKANLIĞI MUHAFIZ ALAYINA

Topal Osman Kürt halkına karşı ,Ermeni halkına karşı ve Rum halkına karşı yaptıklarından dolayı yargılanıp tutuklanacağına, adeta ödüllendirilerek Mustafa Kemal’i koruyan Cumhurbaşkanlığı muhafız alayı komutanı yapılmıştır.
Topal Osman’ın Ankara’da BMM’de 1.Grup’a yani Mustafa Kemal’in de içerisinde bulunduğu guruba karşın, sert muhalefeti ile tanınan 2.Grup lideri olan Trabzon milletvekili Ali Şükrü’nün BMM’de Lozan görüşmelerinin hararetli şekilde devam ettiği günlerde öldürülmesi olayına da adı karışır.

Mustafa Kemal-Topal Osman ve Trabzon milletvekili Ali Şükrü cinayetin detaylarına girmeden Şu tesadüfü Anayasa’nın eşitlik ilkesini düzenleyen maddesini sizlere bir kere daha hatırlatmak için paylaşmak istiyorum. Mustafa Kemal’in hatırasına alenen hakaret davası ile ilgili savunmamı hazırladığım dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Lozan görüşmelerini yine tartışmaya açmış ve dönemin Trabzon milletvekili olan Ali Şükrü gibi o dönem görüşmelere katılanları pasiflikle suçlamıştı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Lozan’ı açmasını fırsat olarak gören Yeni Akit gazetesi kendi yazarlarından olan Yavuz Bahadıroğlu’nun daha önce kaleme aldığı ‘Lozan konusunda M. Kemal’e karşı çıkan Ali Şükrü Bey nasıl katledildi’ yazısını 01 Ekim 2016 tarihinde tekrar yayınladı. Mahkeme isterse o yazıyı internetten bulup detaylı şekilde inceleyebilir. Ben size o yazının özetini kısaca anlatayım, kendisine sıkı muhalefet eden Trabzon Milletvekili Ali Şükrü’nün Mustafa Kemal tarafından öldürtüldüğünü tanıklar aracılığı ile söylüyor. Buraya kadar bir şey yok çünkü benzer bir açıklamayı Topal Osman’ı anlattığım bölümde yine aşağı yukarı o döneme tanıklık etmiş olan benzeri kişilerin görüşleri ve tanıklıkları üzerinden bende yaptım. Mesele yukarıda söylediğim gibi anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen maddedir. Hükümete yakın olduğu için Yeni Akit gazetesi Ali Şükrü olayında olduğu gibi benim de dile getirdiğim Mustafa Kemal ile ilgili ithamda bulunduğunda hiçbir savcı bunun için harekete geçmezken, bizzat o dönemin mağduru olan bizler ise yargı kıskacına alınıyoruz. Bu arada söylediklerim münferit şeyler de değil , bir çok şeyde maalesef bu durum aynı, mesela ben özerklik ile ilgili bir şey paylaştığım için üniter devlette böyle şeyler istenilemez denilerek yargılanırken , Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan fiili başkanlık dönemi başlamıştır dediğinde yine hiçbir savcının çıkıp da Cumhurbaşkanına sen yaptığın açıklamalar ile suç işliyorsun deyip soruşturma başlattığını hatırlamıyorum. Yani sözün kısası Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen maddesi egemenler-güçlüler için başka, bizler için başka çalışıyor. Bu kadar tesadüf bir araya gelmişken bir kere daha bu duruma dikkat çekmek istedim Şimdi kaldığım yerden Ali Şükrü cinayetinin detaylarını anlatmaya devam edebilirim. Bu günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Lozan polemiğinde olduğu gibi Trabzon milletvekili Ali Şükrü’de o dönem Lozan heyetinin pasifliğine karşı amansız bir muhalefet yapmıştı. Hatta hatta İsmet İnönü’nün dış işleri bakanı olmasını eleştirerek meclis görüşmelerini kilitlemeye çalışmış bu yüzden Mustafa Kemal ile birbirlerine girmişlerdi. Silahların ateşlenmesine ramak kala kavga zorla ayrılmıştı. Tam öylesi bir süreçte Trabzon milletvekili Ali Şükrü ortadan kayboldu, Ali Şükrü’nün kayboluşundan üç gün sonra kardeşi bakanlar kuruluna başvurdu.

Bir çobanın ihbarı ile Ankara yakınlarında bulunan Mühre köyünde cesedi bulunan Trabzon milletvekili Ali Şükrü cinayetinin geri kalan ayrıntılarını yine tarihçi Ayşe Hür’den aktarmaya devam edelim ’ Kurulan bir komisyon bazı somut delillerden (örneğin Ali Şükrü Bey’in sıkılmış yumruğunun arasında bulunan hasır parçasının Topal Osman’ın evindeki sandalyeden kopmuş olduğu tespit edilmiştir) hareket ederek Topal Osman’ın suçlu olduğuna karar verir. Anlaşıldığı kadarıyla, Topal Osman, Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’i sürekli üzmesine tahammül edememiş, (yani durumdan vazife çıkarmış) ve Ali Şükrü Bey’i, Mustafa Kemal tarafından kendisine bağışlanan Papazın Bağı denen yerdeki evine davet ederek öldürmüştür. Olayın ortaya çıkması üzerine Topal Osman’ın nasıl teslim alınması gerektiğine dair harekat planını bizzat Mustafa Kemal hazırlar ardından eşi Latife Hanımla birlikte Çankaya Köşkü’nden ayrılıp, İstasyon civarındaki eve çekilir. Alınan tedbir yerindedir, çünkü Topal Osman Ağa teslim olmayı kabul etmediği gibi Çankaya Köşkü’ne gidip öfke ile her yeri kırıp döker. (Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, C.4) Fakat 1 Nisan’ı (1923) 2 Nisan’a bağlayan gece sabaha kadar süren çatışmada yaralı olarak ele geçirilecek, hastaneye götürülürken yolda ölecektir. Nedense başı kesilerek alelacele gömülmüştür. Ancak Meclis daha önce Ali Şükrü Bey’in katillerinin yakalanarak Ulus Meydanı’nda idam edilmesi kararını oybirliği ile aldığı için, başsız ceset mezardan çıkarılır, Ulus Meydanı’nda ayağından darağacına asılır. Olayın arkasında kim vardır sorusu o günlerde herkesi meşgul etmiştir. ’’[14]

ALİ ŞÜKRÜ VE TOPAL OSMAN CİNAYETLERİNİN ARKASINDA Kİ İSİM KİM ?

Tarihçi Ayşe Hür her konuda sıkılmadan konuşan Mustafa Kemal’in bu konuda ki sessizliğini sorguluyor. O dönemin liderleri ,yazarları ve tanıklıkların söylediklerini takip ederek ile Ali Şükrü’nün daha sonra da Topal Osman cinayetlerini ‘bir taş ile iki kuş vurmak ‘ misali Mustafa Kemal’in yaptırmış olabileceğini şu aktarımlar ile yapıyor ‘’ Mustafa Kemal’in neden İstasyondaki eve geçtiği, Topal Osman’ın neden Çankaya Köşkü’nü talan ettiği, yaralı halde yakalandığı halde neden kafasının hemen kesilip gömüldüğü gibi konular şüphe çekmiştir. İlginçtir, hemen her konuda bir şeyler söyleyen Mustafa Kemal, bu konuda suskunluğunu korumuştur. Ali Fuat Cebesoy Mustafa Kemal’in Topal Osman’ın ‘tepelenmesi’ sırasında sessiz kalışını biraz imalı biçimde anlatır. (Siyasi Hatıralar) O dönemde TBMM zabıt katibi olan Mahir İz Yılların İzi adlı anı kitabında hem Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefetinden hem de artık hizmetine lüzum kalmayan Topal Osman çetesinden kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğunu söyler. Türkiye Cumhuriyeti adlı kitabında Mahmut Goloğlu’da benzer bir kanıda olup, Mustafa Kemal’e ömrü boyunca sadık kalmış olan Falih Rıfkı Çankaya kitabında, “Topal Osman da en sonunda nizamlı ordunun kıta kumandanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur” der. Rıza Nur gibi yeminli Mustafa Kemal düşmanının bu konudaki daha ağır ithamlarını tekrarlamaya gerek yok.’’[15]

Fazlaca yoruma yer bırakmayan açıklıkta Ayşe Hür her şeyi sade sade anlatmış, peki Hür’ün de şüphe duyduğu yönlü her hangi bir kovuşturma ya da soruşturma olmuş mudur? Daha açık ifade etmek gerekirse Mustafa Kemal bu yönlü herhangi bir soruşturmaya maruz kaldı mı? Elbette hayır, öyle bir şey olmadı. O dönemde öyle bir şeyin olabilme ihtimali dahi yoktu.

SON SÖZ YERİNE ;

Öncelikle Mustafa Kemal üzerine oluşturulmuş sahte mitlerin kırılabilmesi gerçeklerin dışında oluşturulmuş resmi söylemin aşılabilmesi için yargıdaki bu koruma zırhının kaldırılması lazım. Daha sağlıklı bir eleştiri için, Türkiye’nin yakın tarihini daha sağlıklı öğrenebilmemiz için bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ne zaman Rum soykırımı üzerine, Süryani soykırımı üzerine, ya da Ermeni soykırımı üzerine bir satır yazmaya kalksak, bu yasaklar önümüze bir set gibi duruyor, o zaman da hiçbir şey ile yüzleşemiyoruz. Yüzleşmeyi geçtik iki kelam derdini anlatmaya kalksan, bugün olduğu gibi konjonktürde uygun ise hop hapishane de nefes alıyorsun, doğru ifade etmek gerekirse, seni nefessiz kılmak için içeri tıkıyorlar.

MUSTAFA KEMAL’İN 19 MAYIS 1919 KIRIK DÖKÜK GEMİ İLE GİZLİCE SAMSUNA ÇIKMASI DA TAMAMEN BİR EFSANEDİR

Samsun Bafralı bir Rum olarak Mustafa Kemal’in kırık dökük bir gemi ile gizlice Samsun’a çıktığına dair efsane için de bir iki söz söyleyerek istemlerim ile birlikte savunmamı bitirmek istiyorum. Mustafa Kemal İngilizlerden ve İstanbul hükümetinden gizli saklı Samsun’a gidişi tamamen şehir efsanesidir. Mustafa Kemal Samsun’a İngilizlerin olurunu alan İstanbul hükümeti tarafından gönderilmiştir. Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesinin nedeni ise Türkçü çetelerin devamlı şekilde Pontoslu Rumların hem canına hem de malına kastetmesinden dolayıdır. Türk çetelerinin bu saldırılarından iyice bunalan Pontos Rumları, telgraflar aracılığı ile bu durumdan kaynaklı İngiliz yüksek komiserliğine yoğun şekilde şikâyetçi olurlar. Bunun üzerine İngiliz Yüksek Komiserliği, Nisan 1919’da Damat Ferit Paşa’ya bölgedeki Türk çetelerinin Rumlara karşı yaptığı katliam olayları ile ilgili bir rapor vermişti. Raporda “Karadeniz bölgesinde Türk çetecilerin Rum vatandaşlara zulüm ve katliam yaptıkları, bu olaylarn derhal sona erdirilmesi ve eğer sona erdirilmezse kendilerinin bu bölgeye müdahale edecekleri”ni bildirilmektedir. İngilizlerin raporu üzerine Hükümet Türk çetelerinin yani Topal Osman ve arkadaşlarının bölgede yaptiğı baskı ve zulüm olaylarını “(Mustafa Kemal’in muhafızı Topal Osman- Ümit Doğan sayfa 68 ) durdurması ve bölgedeki Türk çetelerinin faaliyetlerinin etkisiz hale getirmesi ve çetelere ait silahların toplanması için Mustafa Kemal Paşa’yı görevlendirmiştir. Olayların seyrine bakıldığın da durdurmak bir yana Samsun’a çıkışından bir süre sonra Mustafa Kemal bu çetecilerin en azgını olan Topal Osman ile Havza’da buluşur. Topal Osman’a ‘Pontosçuların imhasını durdurma, bilakis hızlandır’. Der (Hasan İzzettin Dinamo kutsal isyan sayfa 130)der.

Mustafa Kemal ve diğer 34 asker arkadaşı için vize veren İngiliz gizli servisinden yüzbaşı John Goldolphin Bennett ile Yazar Nezih Uzel 1972 yılında Özbekler Tekkesinde söyleşi yapmış o söyleşinin ses kaydının çözümüne baktığımızda Bennett Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile ilgili bakın neler söylüyor : ”Padişahın emin olduğu bir adam olduğunu anladık. Padişah Vahidettin ona çok güveniyordu ancak heyet çok büyük olduğundan 3-4 kişi yerine 35 kişi büyük zabitler, miralay, mirliva falan erkan-ı harptan en mühimler gidiyordu. Yalnız bir müfettişlik için çok gördüm ben. bunların hepsine vize vermek benim mesuliyetimdeydi. Bana 3-4 kişi çıkacak diye talimat emir verildi ben 35 kişiye vize verdim. Bütün evrakı bütün dosyayı aldım ingiliz kumandanlığına gittim 3-4 kişi yerine 35 kişi gitmek ister vizeyi verebilir miyim diye. Padişah bu kişilere itimat eder, vizeyi veriniz dendi. onlar cevap verdiler: mustafa kemal gitsin ne lazımsa yapsın dendi. ben de bu vizeyi verdim imza ettim ve teslim ettim.”[16] Vize çıktıktan sonra, Genelkurmay’ın karşılaması için dört madde sunuyor. Bu dört madde karşılandıktan 3 gün sonra Mustafa Kemal sarayın ve sömürge valisinin gözetiminde Samsun’a geliyor.

Mustafa Kemal’in istediği dört madde ise şöyle;

1) 7 Mayıs’ta istediği karargâh mensuplarının üç aylık tahsisatlarının şimdiden ve buradan ödenmesi,

2) Müfettişlik görevi sırasında ortaya çıkabilecek olağanüstü masraflar için 6 Mayıs’ta para istenildiği halde henüz karar verilmemiştir. Karar verilip hesaplanarak kendisine bir miktar meblağ ödenmesi,

3) En az iki binek otomobil temini,

4) Kendisine verilecek tahsisat ile karargâhının “seferî karargâh” olarak kabul edilmesi hakkında ayın 12’sinde bir başvuruda bulunduğunu ama bu konunun da henüz işlemden geçmediğini, bir an önce geçirilmesi.

“MUSTAFA KEMAL EMPERYALİZME KARŞI ÇIKMADAN ANTİ-EMPERYALİST SAVAŞ VERMİŞTİR ? “

Mustafa Armağan.Com sitesinde ‘Mustafa Kemal Paşa Samsun’a kaçarak mı gitti’ yazısında Mustafa Armağan[17] Samsun’a çıktıktan üç gün sonra Mustafa Kemal’in kurmayları aracılığı ile İngilizler ile buluştuğunu ve İngiliz mandası önerisine karşı Mustafa Kemal’in Manda teklifi eden İngilizlere şu cevabı verdiğini yazıyor : “Türklüğün ecnebi idaresine tahammülü olmadığı, İngilizler gibi en medenî ırklardan müşavir ve teşkilatçı olarak zevat-ı mütehassısa ve marufenin hüsn-i kabul göreceği…” Yani bugün anlayacağımız Türkçe ile diyor ki ; ‘Yabancıların mandasına karşı olduklarını ve İngilizleri en medeni “ırklar”dan kabul ettiklerini, onlardan danışman ve teşkilatçı olarak uzman ve meşhur kişilerin alınmasının iyi karşılanacağını ‘ söylüyor. Mustafa Kemal Samsun’a hiç te gizli çıkmadığı gibi, İngilizler ile nasıl padişah ve İngilizler ile nasıl pazarlık yaptığı da ortada, bu durumu Doğan Avcıoğlu[18] bir adım daha ileriye taşıyarak ‘Milli Kurtuluş Tarihi’ni anlattığı kitapta açtığı başlık gibi Mustafa Kemal ‘Emperyalizme karşı çıkmadan anti-emperyalist savaş’ vermiştir der.

Türkiye’nin yakın tarihi ile çalışmaları olan Fikret Başkaya’da yine paradigmanın iflası adlı çalışmasında o süreci kısaca söyle anlatıyor : ‘’ Emperyalizmin genel çıkarları ve emperyalistler arası çelişkiler, 1.Paylaşım Savaşı’nın bir Türk Yunan savaşı biçiminde sürmesine neden oldu. Başlangıçta Yunanlılara destek vermelerine rağmen, İngiliz emperyalizminin çıkarları Sovyet tehdidinin söz konusu olduğu koşullarda [..]artık bundan sonra İngiltere’nin temel siyaseti, doğu’da Bolşevizm’in yayılmasını durdurmaktı. İngiliz desteği kalktıktan sonraysa Yunanlıların Anadolu’da barınma şansı yoktu.’’[19] Bu süreçten sonrası malumun ilanı, Türk yönetiminin Rum halkına karşı yaptıkları görülmezden gelindi. Sovyetlere karşı desteklenen Kemalistler ise kendi vekillerini bile dehşete düşeceği kötülükler yaptı. Mustafa Kemal’in silah arkadaşları olan İsmet İnönü ve Kazım Karabekir bu durumun farkındaydı

İsmet İnönü Cumhuriyet’in ellinci yılı dolayısıyla verdiği bir demeçte: ”İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur” (Milliyet, 29 Ekim 1973) der.

Kazım Karabekir ise Doğan Avcıoğlu’nun söylemeye çekindiği şeyi açıklıkla ifade ediyor. Yani yedi düvele karşı savaş tamamen şehir efsanesinden ibaret Emperyalist devletler çelişkilere göre hareket edip çıkarlarını korumak istediler. Bu yüzden önce Yunanistan, daha sonra da Sovyetlerin ortaya çıkması ile de Kemalistler açıkça desteklendiler Tekrar Kazım Karabekir’e dönecek olursak : ”… İtilaf kuvvetlerinden korkmayınız. Daha geçen hafta Londra’dan memleketimize gönderilmek istenen alaylar, biz gitmeyiz diye silah çatılarını bırakıp sıvıştılar. İtilaf milletleri harbi umumiden o kadar yorgun çıktılar ki, memleketimizde tek bir nefer bile öldürmeye razı değiller. Karşımızda Rum ve Ermeni’den başka kimseyi görmeyeceğiz. İstanbul’da İtilaf Kuvvetleri bostan korkuluğundan başka bir şey değildir” (İstiklal Harbimiz, sayfa 19-20)

”Güçlü yönetimi merkeziyetçi temellere oturtmuş bir Türkiye, Avrupa kapitalizminin planlarını gerçekleştirme konusunda ihtiyaç olan her türlü savunma görevini üzerine getirecektir” (Scheidmann, ”Milli Mücadele” Sürekli Devrim, Sayı 3, Ekim 1978, sayfa 34)

Fikret Başkaya yedi düvel efsanesi üzerine son noktayı da şu sözler ile ne şekilde koyuyor: ‘’Yani İngiliz ve diğer İtilaf devletlerine karşı bir kurtuluş savaşı verildiği bir uydurmadır. Yanında (Almanya gibi güçlü bir devlet başta olmak üzere) ittifak devletleri varken yenik düşen imparatorluğun bir başına bunların tamamıyla başa çıkması o günün koşullarında mümkün değildi. ”Yedi düvelle savaş” bir masaldır. Zaten emperyalistler Anadolu’ya yerleşmek niyetiyle girmediler ve savaşmadan da çekildiler. Çekilirken de Fransızlar Türklere, Yunanlılara karşı kullanacakları silahları sattılar. Bazı Fransız subayların kurtuluş savaşı ordusu saflarında savaştığı rivayet edilir. İtalyanlar da kendi bölgelerindeki silah depolarını açarak, Kuvayi Milliye’ye yardım ediyorlardı.’’

Görüldüğü üzere resmi ideoloji sorgulanmaya muhtaçtır, tabii bunu burada uzun uzadıya yapmak istemiyorum. Buna zamanımız da yok zaten, yüzleşme olmadığında yalan yalanı üretiyor, bizler de bir ömürü bu yalanların getirdiği yasaklarla geçirmek zorunda kalıyoruz. Tüm bu uzun alıntılamalarım aslında bir yasağın neleri gizleyebildiğini göstermek amacını güdüyordu.

DÜN YAŞANAN SAVAŞ SUÇLARI İLE HESAPLAŞILMADIĞINDA, YASAKLAR VE YARGILAMALAR DEVAM EDECEK

Tüm bu paylaştığım bilgilerin ışığında tekrar başa dönecek olursak : “ 1914-1923 yılları arasında Amasya, Samsun, Giresun’da 134 bin 38, Niksar ’da 27 bin 216, Trabzon’da 34 bin 384, Tokat’ta 64 in 582. Maçka ’da da 17 bin 479 ve Şebinkarahisar’da 21 bin 448, mübadele sonrası sürgün yollarında katledilen 50 bin kişi ile beraber toplam 353 bin 237 insanın Mustafa Kemal’in emri ile Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa ve çete reisi Topal Osman tarafından katledildi“ sözlerinin yazılı olduğu bir fotoğrafı paylaştığım için hakkımda Mustafa Kemal’e alanen hakaret etmek suçlaması ile ilgili hakkımda dava açıldı.:

1) Yukarıda bir kısmını paylaştığım BMM’nin gizli görüşmelerinden anlaşılacağı üzere Merkez Ordusu’nun ve onun komutanı olan Sakallı Nurettin Paşa’nın hem Pontos topraklarında hem de Koçgiri’de rahatlıkla savaş suçu diyebileceğimiz suçlar işlediği, bunun üzerine o gün ki Meclis’in Nurettin Paşayı görevinden aldığını fakat hakkında vekiller tarafından mezalim yapmak ile suçlanıp idam dahi istenen Merkez ordusu komutanı Nurettin Paşanın yargılanması Mustafa Kemal tarafından önlenmiştir. Mustafa Kemal meşhur Nutuk’unda Nurettin Paşa’yı nasıl yargılanmaktan kurtardığını da açıkça anlatmıştır

2) Artvin ve civarında Ermeni halkına yaptıklarından dolayı İstanbul hükümeti tarafından aranan Ermeni katili ve asker kaçağı çete başı Topal Osman ile Mustafa Kemal Samsun’a çıktıktan bir ay sonra Havza’da bir araya gelirler. Bu görüşmenin ardından Artvin’de Ermeni halkından sonra ,Rum halkına karşı da çete faaliyetlerine devam etmesini istediği Topal Osman için Mustafa Kemal Padişah Vahdettin’den Topal Osman’ın tutukluluk haline son verdirdi. Giresun ve Samsun’da Rum halkına karşı korkunç şeyler yaptı. Her şeyi bir kenara bırakın Topal Osman’ın Samsun’da bir sefer de 900 Rum’u bir mağaraya koyarak öldürdüğü söylenir. Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı olan Falih Rıfkı ve daha bir çok yazar, vekil, memur, Rum halkına karşı Topal Osman’ın yaptığı mezalimden bahseder. Mustafa Kemal bu kadar çok şikayet gelen çete başı milis albayına karşı yine koruyucudur ve genelde de gelen tüm eleştiri ve raporları görmezden gelmiştir. Hatta meclis Topal Osman’ın en yoğun katliam ve mezalim yaptığı yer ile ilgili de araştırma heyeti oluşturur fakat göstermeliktir hiçbir sonuç alınmaz. Yukarıda da anlattığım gibi Topal Osman’ın yargılanması yerine Mustafa Kemal kendi muhafız alayına komutan olarak Ankara’ya çağırır. Topal Osman Ankara’ya gidiş yolunda da rahat durmaz ve BMM vekillerinin de gizli oturumda dilendirdiği Koçgiri katliamını yapar.

3) Lozan görüşmeleri esnasında Mustafa Kemal’e en ağır eleştirileri Trabzon milletvekili olan Ali Şükrü yapar. Hatta iş Meclis’te birbirlerine silah çekmeye kadar varır. Mustafa Kemal ile Ali Şükrü’yü Meclis’te zor ayırırlar. Tam bu günler de Ali Şükrü kaybolur, kardeşi bakanlar kuruluna başvurur ve bir çobanın ihbarı ile Ankara’da Topal Osman’ın köyüne yakın bir bölge de cesedi bulunur. Tahkikat yapılır ve Topal Osman’ın Mustafa Kemal’e sert muhalefet yapan Ali Şükrü’ye kızıp öldürdüğü söylenir. Yukarıda anlattığım gibi Topal Osman teslim olmaz, yaralı ele geçirilir ve her ne hikmetse yaralı iken başı kesilerek öldürülür. Tarihçi Ayşe Hür’ün Ali Şükrü ile ilgili yazısında şu sorular hale cevaplandırmayı bekliyor:

1) Mustafa Kemal’in neden İstasyon’daki eve geçtiği, 2)Topal Osman’ın neden Çankaya Köşkü’nü talan ettiği, 3) Yaralı halde yakalandığı halde neden kafasının hemen kesilip gömüldüğü gibi konular şüphe çekmiştir. 4) Hemen hemen her konuda bir şeyler söyleyen Mustafa Kemal, bu konuda suskunluğunu neden korumuştur. O dönemin tanıkları da bu şaibeli cinayetler üzerine yorumlarda bulunuyor: Ali Fuat Cebesoy Mustafa Kemal’in Topal Osman’ın ‘tepelenmesi’ sırasında sessiz kalışını biraz imalı biçimde anlatır. (Siyasi Hatıralar) O dönemde TBMM zabıt katibi olan Mahir İz Yılların İzi adlı anı kitabında hem Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefetinden hem de artık hizmetine lüzum kalmayan Topal Osman çetesinden kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğunu söyler. Türkiye Cumhuriyeti adlı kitabında Mahmut Goloğlu’da benzer bir kanıda olup, Mustafa Kemal’e ömrü boyunca sadık kalmış olan Falih Rıfkı Çankaya kitabında, “Topal Osman da en sonunda nizamlı ordunun kıta Kumanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur” der.

4) Mustafa Kemal Samsun’a çıkışından itibaren komutasındaki asker ya da sivil çetelerin Rum, Ermeni, Kürt halkına karşı mezalim yapmasını hiçbir şekilde önlememiştir. Paylaşımlarımdan görüleceği üzerine engellemeyi bırakın teşvik dahi söz konusudur. Halkımıza karşı Yapılan çetecilik faaliyetlerini ve bir çok mezalimi raporlar ve telgraflar aracılığı ile şikayet edilmesine karşın Mustafa kemal neden sessiz kalmıştır. O dönem meclisinde bile mezalim yapmak ile suçlanan Nurettin paşa ve Topal Osman’ı neden sonuna kadar korumuştur. Bu asker ve sivil çeteler o dönem çok açık belli ki savaş suçu hatta insanlık suçu işlemişlerdir. Bu kadar zeki olan Mustafa Kemal’in tüm bu olup bitenlerden bihaber olması düşünülebilir mi ? Mustafa Kemal’i ya da devlet büyükleri adı altında koruma yasaları çıkarılacağına, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının o dönem koşullarını bahane ederek bize yaşattıkları büyük trajedi de ki rolü ya da rolleri çok açık şekilde araştırılmalıdır, o dönem siyasetçi, devlet memuru ve askerlerin sorumlulukları araştırılmalıdır. İnsanlık suçlarında zaman aşımı olmaz prensibi ile çok geç kalınmış olsa da o döneme ilişkin kovuşturma-soruşturma ve yargılamalar yapılmalıdır. O dönem Pontos Rumlarına yapılanlar kabul edilmeli ,yapılanlardan dolayı da halkımızdan özür dilenmeli

5) 1914-1923 arasında Pontos bölgesinde Rum halkına karşı savaş suçu işleyenlerin değil de,o dönemde yapılanları ,gerçekleri arayan, dillendiren bir Pontos’lu Rum olarak benim yargılanmamı anlayabilmiş değilim . Ne ya da kim olursanız olun o dönemin yaklaşımı, hayata geçirilen resmi ideoloji oluşturulan algılarımız yüzünden bir çoğumuzun vicdanı sakatlandı. Bu yüzden söylediklerimize, ortaya koyduğumuz şeylere inanmayabilirsiniz. Söylediklerimin dışında da mahkemeniz ile bir kısmını paylaştığım BMM’nin gizli görüşme tutanaklarına bakın, her şey o tutanaklarda tüm çıplaklığı ile anlatılıyor. Her şeyi bir kenara bırakın benim büyük büyük babam nerede ,benim dedem üç yaşında Samsun’un Bafra ilçesi Asar köyünde babasız ve annesi kaldı, bir Türk ailesine verildi. Ya da bir Türk ailesi sahipsiz kalan bir Rum yetimini sahiplendi, Peki devlet olarak neden hiçbir zaman ailemiz ya da benim ailemde yaşandığı gibi binlerce çalınan Pontoslu çocuğun akıbeti ile ilgili bize ve bizim gibilere açıklama yapmadı. Ömrümüz bu Cumhuriyetin bize neler yaptığını kanıtlamakla mı geçecek. Biz Pontos Rumları olarak nasıl katliamlara, ne tür acılara boğulduğumuzu kanıtlamak ile geçti ömrümüz, hala da gördüğünüz üzere ömrümüz bize yapılanları kanıtlamak ile geçiyor. Devletler belli şeylerin ya da yaklaşımların etkisinde karar alır ve uygularlar. Bu kararın sonuçları ile ise hiç ilgilenmezler. En azından bizim içerisinde yaşadığımız devlet böyledir. Size, mahkemenize bir gerçeği daha anlatayım. O bizim için anlatması bile zor olan süreci o dönemin Kemalist ve ittihatçı kadroları belki kendileri için kurtuluş süreci olarak görebilirler fakat bugün iyice baktığımızda aslında kurtuldukları diye söz edilen şeyin bizler olduğu çok açık, varlığımız nerede ise yok olma ile karşı karşıyadır. Neyse ki devlet o döneme dair pek bir şey hatırlamak istemese de o dönemin sonucu olarak dağılan aile fertlerini arayan yüzlerce binlerce insan var. Bizim ailemiz bu duruma çok güzel örnek oluşturabilir. Düşünün dedenizin babası o korkunç yıllarda öldürülüyor ya da bir şekilde yok ediliyor ve onun üç ya da dört yaşında çocuğu alınıp bir Türk ailesine veriliyor . O Türk ailesi o küçük çocuğu kendi ailesini yok edenlerin değerleri ile büyütülüyor. Bu döngü benim askere gitmeme kadar onların istediği şekilde işliyor. Sonra kimsenin düşünmediği ya da düşünmek istemediği şeyler oluyor. Ben PKK gerillalarına esir düşüyorum.90’lı yılları bilen bilir Kürt halkının yoğun yaşadığı yerlerde PKK ile mücadele adı altında her türlü savaş suçu ve insanlık suçu işlendi. O süreçte yaptıklarımdan pişman olduğum için tek tek hangi suçları işlediysem uluasal ve uluslararası medyaya anlatmaya başladım. İşte o zaman devlet dedemizin çalınmış bir Pontos çocuğu olduğunu hatırlayarak, bu durum üzerinden ailemi tehdit etti. Devlet’in o dönem elbette ki amacı bir hak iadesi, iade-i itibar değil, bir Türk asla teslim olmaz, eğer teslim oldu ise o zaman o Türk değil, Türk’ün dışında nefret edilen her şey olduğunu kamuoyuna göstermekti, Yani amaç benim üzerimden bir kere daha halklara ve yeni savaşa dahil olacaklara gözdağı vermekti, tekçi yapının, PKK ile mücadele adı altında sürdürülen haksız savaşın, ezberin sorgulanmaması için şarttı. O günün gazete kupürlerine bakılırsa dediklerim oldukça anlaşılır. Ben yaşadıklarım ile bize zorla öğretilen ezberi bozmuştum, bu asla kabul edilemezdi, devlet ben ve benim gibi PKK’nin eline esir düşenleri hiçbir zaman yukarıda söylediğim nedenlerden dolayı iyi karşılamadı ve dediğim gibi elindeki tüm imkânları kullanarak topluma karşı bizi teşhir etti, bizi toplum içine çıkamaz duruma getirmek için dediğim gibi her şeyini seferber etti . Belki ben ve birkaç kişi hariç o dönem PKK’nin eline esir düşen askerler hala bu durumun korkunç travması ile yaşıyorlar. Bir çoğu evden çıkamaz duruma geldi. Konuyu çok da uzatmadan devam etmek gerekirse o süreçte yaşadıklarım benim ve ailemin miladı oldu. Devlet’in sadece günlük bir propaganda için ortaya çıkardığı şey bizim yaşamımızı tamamen değiştirdi. O gün bu gün ailemizin diğer fertlerini arıyoruz. Hem sadece burada değil, Pontos Rumlarının sürgün edildiği, tehcire maruz bırakıldığı her yerde arıyoruz Yerel, gazetelere, televizyonlara ilanlar veriyoruz. Belki ailemizden birilerini bulsak devletlerin yol açtığı bu büyük acıyı bir nebze azaltabileceğimizi düşünüyoruz. Şimdi görebiliyor musunuz, bu yasaklar neleri altında gizliyor saklıyor, hangi acıların gün yüzüne çıkmasını engelliyor

6) Mahkemenize soruyorum adalet denen şey mağdurun yanında olması gerekmiyor mu.? Sizin beni ya da benim gibi geçmişini sorgulayanları yargılamak yerine o dönem suçlularının peşine düşmeniz gerekmiyor mu , İnsanlığa yapılan suçlar da zaman aşımı olmaz, bunu bir yargıç bir adalet insanı olarak benden daha iyi bildiğinizi biliyorum.

7) Savcının hakkımda başlattığı soruşturma sonucunda devam eden bu dava ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir, Ben aynı zamanda insan hakları aktivistiyim. Bırakın Mustafa Kemal’i hiç kimseye hakaret içerecek davranışta bulunmam, bu benim varoluş değerlerime, doğama aykırıdır. Savcının iddia ettiği gibi de Kastım da zaten hakaret değil bir gerçekliğin ifade edilmesidir, uzunca savunmamda da aslında bunu göstermeye çalıştım. Bu neden ile Sosyal medya aracılığı ile yaptığım paylaşımlar Anayasanın 24-25 maddeleri yani düşünce ve kanaat hürriyeti, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti ayrıca bugün OHAL nedeni ile rafa kalksa da AİHS’nin 9. Maddesi kapsamında korunan din ve vicdan özgürlüğü ile yine AİHS’nin 10. Maddesinde korunma altına alınmış olunan ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilerek hakkımda açılan mahkemenin düşmesini ve beraatımın verilmesini talep ediyorum
_______________________
Kaynaklar
1) İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 275
2) TBMM Gizli Celse Tutanakları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 2, 1985 Ankara, Sayfa 252-287
3)  https://tr.wikipedia.org/wiki/Pontus_Rumcas%C4%B14
4) TBMM Gizli Celse Tutanakları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 2, 1985 Ankara, Sayfa 204, 205
5) TBMM Gizli Celse Tutanakları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 2, 1985 Ankara, Sayfa 252-287
6) İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 272-273
7) İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 275
8) TBMM Gizli Celse Tutanakları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 2, 1985 Ankara, Sayfa 626-650
9) Nutuk, Cilt II, 1920-1927, Mustafa Kemal, Sayfa 612
10)  http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/70/cagimizin-bir-baska-kahramani-topal-osman#.V_II54-LSUk
11)  http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/70/cagimizin-bir-baska-kahramani-topal-osman#.V_II54-LSUk
12)  http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/70/cagimizin-bir-baska-kahramani-topal-osman#.V_II54-LSUk
13)  http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/70/cagimizin-bir-baska-kahramani-topal-osman#.V_II54-LSUk
14)  http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/70/cagimizin-bir-baska-kahramani-topal-osman#.V_II54-LSUk
15)  http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/70/cagimizin-bir-baska-kahramani-topal-osman#.V_II54-LSUk
16) https://www.uludagsozluk.com/k/samsun-i%C3%A7in-vize-veren-ingiliz-subay%C4%B1n-ses-kayd%C4%B1/
17) http://www.mustafaarmagan.com.tr/mustafa-kemal-samsuna-kacarak-mi-gitti/
18) http://yakintarihimiz.org/paradigmanin-iflasi-doc-dr-fikret-baskaya.html
19) http://yakintarihimiz.org/paradigmanin-iflasi-doc-dr-fikret-baskaya.html
20) http://yakintarihimiz.org/paradigmanin-iflasi-doc-dr-fikret-baskaya.html

.................................................................................

Şırnak Cumhuriyetine Sessiz Kalmayın



Şırnak şehrinin komple yok edilmesi ve yüzlerce insanın ölmesi yetmez gibi, Şırnak Valiliği şimdi de evleri barkları yok olan Şırnaklıların çadırlarına göz dikti. Çadırda kalan Şırnaklılara çadırları boşaltmaları için valilik tam üç gün verdi.

Şırnak halkına karşı her şeyi, her türlü eylemi yasaklayan Şırnak Valisi Ali Ihsan Su kendisi bir kaç gün önce Uludere'de Kuran kursu ve benzeri bir kaç kompleksin açılışındaydı. Halkın hiç bir ilgisi olmayan valiye yüzlerce polis koruması ve bölgenin aşiret liderleri eşlik etti.

Halka her türlü eylemi -etkinliği hatta çadır bile kurmayı yasaklayan Şırnak Valisi Ali Ihsan Su iş kendisine gelince demokrasinin nimetlerini ve devletin olanaklarını sonuna kadar kullanması ise gerçekten acınacak bir durum. Sekiz aydır şehirleri yok edilen Şırnaklılar kendi imkanları ile her türlü zorbalığa karşı yaşama mücadelesi verirken, devletin şehirlerini yıkması yetmez gibi, halkın zor bela yaşamlarını devam ettirdikleri çadırlara da göz dökmesi akıl alır. Bu halk yaklaşan kış koşullarında nasıl yaşamlarını devam ettirecek, insan bu yapılanlara inanamıyor, bu nasıl bir düşmanlık anlamak zor. Hani bin senedir beraber yaşıyorduk değil mi?

Gözüme çarpan bir benzerliği sizler ile paylaştıktan sonra tekrar Uludere ve orada yaşananlara döneceğim. Bu günlerde Kürt aşiret liderleri Şırnak valisi ile birlikte Uludere'de boy gösterisi yaparken , aynı günlerde valilik talimatı ile şehirleri yıkılan ve çadırlarda yaşamak zorunda kalan Şırnaklılara çadırları terk etmeleri için 3 gün müddet verilmişti. Yerel böylesi şeyler yaşanırken devletin zirvesinde farklı şeyler mi oluyordu. Yine aynı günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Saray'da Uludere ki aşiret liderleri ile benzerlikleri olan Kürt aşiretleri ile toplantı düzenledi. Bu toplantının olduğu saatlerde ise Suriye-Rojava'da bulunan Afrin kantonunu TC bağlı savaş uçakları vurdu ve kendi demelerine göre 100 ile 200 arası Kürt ya da Kürt savaşçısı yaşamını yitirdi. Bu benzerlikler ve bu cüret herhalde şansa olmasa gerek diye düşünüyorum.

Hal böyleyken Şırnak'ta büyük bir yıkımın parçası olan Şırnak valisine Uludere’de Kuran kursu açılışında eşlik eden aşiret liderlerinin bu davranışı nasıl açıklanır anlamak zor. Tabi Cumhurbaşkanı RTE ile de bir araya gelen aşiret liderlerinin de tutumu aynı, açıklanabilir gibi değil . Uludere halkı baskılardan ve yasaklardan sinmiş olsa da Şırnak valisine açık tepki gösteremeseler de , Uludere'de Valinin de katıldığı açılışlara katılmayarak tepkilerini göstermiş oldular. Şırnak Valisi yanındaki aşiret reisleri ve devlet memurları ki herhalde çoğu korkudan katılmış olsa gerek ki ile birlikte Uludere'nin sessizliğinde dile gelen tepkinin eşliğinde gösterisini tamamlayıp şehirden ayrıldı.

Bu vesile ile bir iki çağrı yapmak istiyorum ilki bölgede yaşayan aşiret reislerine olacak. İyi günde halkın yanında olup, kötü zamanda devletin zulmünün yanında olmak ne ile açıklanabilir. Bugünler inanın kalıcı değil, bu hükümet, bu devlet bu süreci sonsuza dek böyle sürdüremez. Benim Uludere'de gördüğüm manzarayı yarın kimseye açıklayamazsınız, bir an önce kendinize çeki düzen verip bulunduğunuz yeri sorgulayıp, bugün Kürt halkına zulüm yapanların yanını terk edip, tekrar size belli payeler veren halkın yanına dönün yoksa zaten ikili tavrınızdan dolayı halkın gözünde günden güne kaybettiğiniz itibarınızdan geriye hiç bir şey kalmayacak.

İkinci çağrım ise yaz süreci boyunca bir şey yapmayıp, kış koşullarının bugün kendini iyice göstermeye başladığı bu günlerde 3 gün sonra yeni bir zorbalığa imza atacak olan Şırnak valisine karşı hem bölge de, hem de Türkiye kamuoyuna olacak. Bugün hiç beklenilmeden Türkiye ve Kürdistan kamuoyu kış koşullarının yaşandığı Şırnak'ta bu insanlık karşıtı tutumu için Şırnak Valisine gecikmeden tepki göstermelidir.

Elbette yaz ayında dahi olsa şehirleri yerle bir olan Şırnaklıların çadırlarının kaldırılması hiç mi hiç insanı bir tutum değildir fakat soruyoruz böyle bir zorbalığı yaz ayında yapabilecekken hangi anlayış ve yaklaşım ile kış şartlarının bugün daha yakın olduğu bir dönemde böyle bir şeyi Şırnak Valiliği yapabilmektedir. Bu durumu nasıl ne ile izah edilir anlamak zor.

Tüm duyarlı kamuoyu şehirleri yok edilmiş ve bir çok evlatlarını Şırnak ve ilçelerinde kaybetmiş olan halk için demokratik yollardan tepkilerini dillendirmeli ve bu kış koşullarında halka yapılan bu zulüm Şırnak valiliğine İç işleri bakanına faks -telefon-e mail gibi iletisim araçları ile sorulmalıdır. Unutmayın toplumsal tepkiler gelişmez ise Şırnak Valiliği kış koşullarının kapımıza dayandığı bu günlerde Şırnak halkını çadırlardan atacak.

.....................................................................................................

Halkı Askerlikten Soğutma Diye Bir Suç Tanımıyorum


Roboski katliamının 4. yıl dönümünde vicdani ret çağrısı yaptığımız gerekçesiyle ben ve Roboski ailelerinden vicdani retçi Necdet Encu hakkında ‘halkı askerlikten soğutmaktan’ dava açılmıştı. Davanın birinci duruşması 3 Mart 2016 da görülmüş, ikinci duruşma ise 26 Mayıs 2016 tarihinde yapılmıştı. Mahkemeden esasa ilişkin savunma hazırlayabilmek için süre istemiştik bu yüzden mahkeme üçüncü duruşmaya 20 Ekim 2016 tarihini verdi. Bu yüzden önümüzdeki perşembe ‘Halkı askerlikten soğutmaktan’ yine yargı önüne çıkacağız.

Savaş karşıtı, barış sever bir anti militarist olarak, hangi süreçten geçersek geçelim tavrımızdan milim adım bile geri atmayız. Hele hele bugün tavrı en net olması gereken kesim bizleriz ve gücümüz yettiği kadar militarizme ve onun getirdiği sonuçlara karşı durup mücadele vereceğiz. Bu minvalde Uludere Asliye Ceza mahkemesine hazırladığım savunmamı kamuoyu ile de paylaşmak istedim.

ULUDERE ASLİYE CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

Kısaca benim militarist geçmişim ve anti-militarist dönemime geçiş sürecim…

Daha önce mahkemenize kendi geçmişim ile ilgili bilgilendirme yaptığımı hatırlamıyorum. Bu yüzden kısaca militarist sistem ile bağlarımı ve nasıl anti-militarist olduğumu anlatmak isterim. Ben Samsun’un Bafra ilçesinde doğdum ve askerliğe gelinceye kadar Bafra dışına bir iki seyahat dışında nerede ise çıkmadım. Bizim oraların yakın tarihine baktığımız da pek de hoş şeyler ile karşılaşmayacağımızı sizde biliyorsunuzdur. Bunun son örnekleri ise Ogün Samast ile Hrant dink cinayeti ve Trabzon’da ve Samsun’da hiristiyan din adamlarına saldırılar ile görebilirsiniz. Bu gençler biz 90’lı yılların sıcağın da birçok kirli şeye bulaşmış olanların alt kuşaklarıydı. Bizler de belki Abdullah Çatlılarının bir alt kuşağıydık.

Bugün belki olmasa da hükümet bizim gibilerin 1937-38 dersim katliamında neler yaptığını kabul etmiş, yüzleşme için bir kapı aralamıştı. Hatta bu durumu daha yakın tarihe çekerek 80 darbecileri ile yüzleşmek için referandum dahi yapılmıştı. AKP Hükümetleri belki de bu zamana kadar hiç kimsenin yakalayamadığı tarihi bir fırsat yakalamıştı. Sol’un da bu anlamda bir kısmının desteğini dahi almıştı, işte ‘Yetmez ama Evet’ çiler bu kesimi ifade ediyordu. Hep beraber bu sürecin nasıl elimizden kayarak kaçıp gittiğinin canlı şahitleriyiz.

Ben hesaplaşılmayan 80’li darbeci yılların ürünü faşist kafatasçı bir birey olarak Bafra’da şekillendikten sonra askerlik dönemim geldiğin de yine bugün devlet politikası olarak düşündüğüm birçok Karadenizli gibi doğu’ya savaşa askere gönderildim. Gerçi o dönemde bu durumdan hiç de şikayetçi değildim, hatta bilakis ben de savaşmaya gitmeye can atıyordum. Nasıl bir sürecin parçası olacağımızı bilmeden yangın yerinin ortasına düştük. Sonrasını da ben anlatırım da buna zamanımız yetmez fakat o süreçte neler yapıldığını, savaş ve insani hukuk nasıl ayaklar altına alındığını bilmeyen yoktur. Bizim coğrafyamızda Kürt halkına karşı yürütülen savaşın nelere yol açtığını hepimiz iyi biliyoruz. O dönemin kirli savaş konsepti günümüzde ki birçok sorunun nedeni olduğunu söyleyebilirim. Tabi bu durumun daha da ağır arka planı var ki Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan daha önceki süreçlere gittiğini bugün rahatlık ile söyleyebiliriz. Belki bu durumdan rantlanan yani savaş sürecinden rantlanan kesimlerin işine geldiği için bu durumdan hiç rahatsız olmayabilirler. Benim için böyle bir durum söz konusu değil, Kürt halkına karşı yürütülen savaşa sadece ezber ve yanlı bilgiler yüzünden dahil oldum. Yine bu ezber bilgiler yüzünden o dönem kendimi Türk milliyetçisi MHP’li olarak adlettim. PKK ile mücadele adı altında aynı bugün olduğu gibi Kürt halkına karşı görülmemiş nefret ile kirli bir savaş yürütüldü. Ben o dönem asker olarak Şırnak bölgesinde yürütülen kirli savaşın bir parçası oldum. Belki bugün adil bir yargılama olsa tüm özürlerin dışında o süreçteki suçlarımızdan dolayı uzun bir hapishane süreci bizi bekliyor olurdu. Fakat böyle bir durum olmadığı gibi , bugün bizim 90’lı yıllarda işlediğimiz bir çok insanlık ve savaş suçu işlendiğini yine üzülerek bu bölgede yani Şırnak’ta yaşayan biri olarak görmekteyim.

Tüm bu süreçleri görüp hiç kendini özeleştiriye tutmayan kişi ancak tam bir taş olabilir diye düşünüyorum. Çünkü tüm bu yaşananlar karşısında taş olsa orta yerinden çatlardı. Ben de doğal olarak kendimi uzunca bir süreç alacak fakat Irkçı-militarist olarak başladığım bu hayatta ki yolculuğuma antimilitarist şekilde devam edecek bir özeleştiri sürecine tabi tuttum. 90’lı yılların sonundan itibaren halkların ve inançların canını okuyan savaşlara karşı tutum alarak anti militarist ve vicdan retçi oldum. Bu durumu anlamak zorundasınız, bu durum mesai saati gibi değil yani cezalandırmalara tabii tuttuğunuzda bu durum geçmiyor, ya da bu cezaların sonucu bizleri hapishanelere koyduğunuz da hiçbir şekilde bu durum değişmeyecek. Bazı insanlar şanslıdır koşulları uygun olduğu için sadece okumak sureti ile öğrenirler, bazı insanların doğduğu yeryüzünden böyle bir şansı olamaz ve benim gibi kötü deneyimler sonucu bir şeyleri bilince çıkarır. Bugün cansiperane çırpınışım ve mücadelem hiç kimse benim yolumdan geçerek savaşların militarizmin kötü olduğu sonucuna ulaşmasın, o günün kötü deneyimleri bugün yaptığım şeyleri önüme insanlık sorumluluğu olarak koyuyor. Bugün anti-militarist savaş karşıtı mücadele yürüttüğüm yerde olmamı sağlayan şey işte geçmiş kötü deneyimlerim olduğunu size rahatlıkla söyleyebilirim. Kısa bir geçmiş okumasından sonra sürekli aynı durumdan yargılanmamıza neden olan halkı askerlikten soğutma suçu denilen şeye kısaca bakalım

Avrupa konseyi Bakanlar Komitesi bu konu da 2011 tarihinden itibaren Türkiye devletinin adım atmasını bekliyor
Türkiye devleti kendisinin de bağlı olduğu Avrupa konseyi ülkelerinin de vicdani retti tanımayan bir iki ülkeden biridir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi (AKBK) 2011 eylül ayı toplantısında, vicdani retçi Osman Murat Ülke’nin Türkiye’ye açtığı ve kazandığı dava üzerinden hazırladığı raporda, Türkiye’nin aralık ayına kadar vicdani ret hakkı ile ilgili atacağı adımları belirlemesini istemişti. O dönemden beri Türkiye sürekli vicdani ret konusunda bir şeyler yapacağı taahhütlünü veriyor. Fakat yargılanmamızdan da görülecek üzere Türkiye devleti bu konu da hala bir adım yol almış değil, peki o dönemden günümüze yol alamadığımız TCK 318 madde yani Halk askerlikten soğutma suçu denilen garabete birlikte bir bakalım istiyorum

Halkı askerlikten soğutmak diye bir suç olamaz, halkı askerlikten soğutmak suçlaması varlığını asıl vicdan rettin hak olarak tanınmamasından alır.

Halkı askerlikten soğutma suçu: TCK md. 318, “(1) “Askerlik hizmetini yapanları firara sevk edecek veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde teşvik veya telkinde bulunanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.” (2) fiil, basın ve yayın yolu ile işlenirse ceza yarısı oranında artırılır.’’ diyor
TCK madde 318’in Anayasa’da var olan Anayasanın 2 maddesi yani hukuk devleti olması , Anayasanın 25. maddesi düşünce ve kanaat hürriyetini, 26.maddesi ise düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini güvence altına alması , Anayasanın 13 maddesinin Bu minvalde, TCK’nın 318. maddesinin Anayasanın 25 ve 26. maddelerinde güvence altına alınan temel hak ve hürriyetlere getirilmiş bir sınırlama hükmü niteliğinde olabileceği düşünülecek olsa dahi Anayasanın 13. maddesinde öngörülen sınırlama nedenlerinin hiç birine de uymadığı, Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu kararlarda da görülebileceği gibi “özgürlükler ancak; istisnai olarak ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlanabilir.

Demokratik hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük kısıtlamalarının bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeye vardırmaması gerektiği, Atılı suçun maddi unsurunun ‘Askerlik hizmetini yapanları firara sevk edecek veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde teşvik veya telkinde bulunmak’ olduğu düşünülecek olursa; ceza kanunu tarafından yasaklayıcı sonucu doğuran fiilin neyi kapsadığının açık olmadığı da ortaya çıkacaktır. Hukuken üzerinde uzlaşı sağlanamamış ‘teşvik’, ‘telkin’, gibi ifadelerin bireyin temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına sebebiyet verecek şekilde yorumlamaya cevaz verecek olması ihtimali -aşağıda belirtilecek başka gerekçelerle de- kanunun lafzının açık ya da belirli olmamasından ileri gelmektedir.
Bilindiği üzere, ceza hukukunun en kadim ilkelerinden olan ve Anayasanın 38. maddesinde de hüküm altına alınmış olan ‘kanunilik ilkesi’, ‘suç ve cezaların açıklığı/belirliliği ilkesini (lex certa)’ zorunlu kılar. “Suçun unsurları, suç karşılığında verilecek ceza, ağırlatıcı nedenler yasada açıkça belirlenmiş olmalıdır. Aksi takdirde yapılan hareketin suç oluşturup oluşturmadığı konusunda tereddüde yer verir ve bundan suç ve cezada keyfilik doğacağından (Centel, Zafer, Çakmut; Türk Ceza Hukukuna Giriş, s.56, İstanbul, 2005)”. Ayrıca TCK md. 318, dosya içinde mevcut beyanlarımız ve yukarıda izah edilen gerekçelerle usulüne göre imzalanıp yürürlüğe konulmuş uluslararası insan hakları hukuku sözleşmeleri ile bu sözleşmelerin uygulanmasına dair kararların içeriğine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Dolayısıyla Anayasa md. 90/son ile hüküm altına alındığı üzere bu düzenlemelerin iç hukukta doğrudan uygulanması ilkesi TCK md 318 ile ihlal edilmekte ve Anayasaya aykırılık ortaya çıkmaktadır.

Avrupa konseyi Bakanlar komitesinin 2011 eylül ayı toplantısında Osman Murat Ülke’nin davası üzerinden hazırladığı raporun ardından başlayan ve her sene aralıksız belirttiği üzere ve ayrıca Türkiye devletinin altına imzalar attığı uluslararası belgeler gereği de, anayasa md. 152 gereğince Anayasaya aykırı olup iptali gereken 6549. Sayılı yasanın 13. Maddesi ile değişik 5237 sayılı TCK’nın 318. maddesi Anayasa Mahkemesi’ne götürülmeli ve bu kanun maddesi kaldırılmalı , bu durum ile de yetinilmeyerek aynı şeyden sürekli yargılanmamız ile ortaya çıkan mağduriyetimizin asıl kaynağı olan Anayasa’nın 72 maddesi : – Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir maddesi ve ayrıca 21 Haziran 1927 günlü 1111 sayılı Askerlik Kanunu’nda “Askerlik hizmeti Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her erkek için zorunludur” diyen askeri kanununun ortadan kaldırılarak veyahut revize edilerek vicdani ret düzenlemesi gerekmemektedir.

Yukarıda açıkladığım üzere böylesi kanunların bir kısmını anayasal zorunluluk gereği olarak yargı gidermek zorundayken, diğer kısmını ise yasama ve yürütme organların yapması gereken şeylerdir. Tüm bunlar olup biterken yaşam devam edecek ve biz vicdani retçiler, savaş karşıtları, anti-militaristler, inancımız, politik düşüncemiz, ahlâki tutumumuzdan dolayı yürütülen savaşlara karşı sesimizi yükseltmeye ve hiçbir militarist organizasyonun silahını kaldırmamaya devam edeceğiz.

Bu ara dönem de mahkemeler ve yargıçlar pek alışık olmasak da var olan yasaları daha güvenlikçi değil, daha özgürlükçü yorumlarsa, yaşamımızın uzun bir bölümünü mahkemelerde geçmesini önlerken, Türkiye’nin geleceği için de olumlu adım atarak belki bir nebze de olsa siyasetçileri bile cesaretlendirmiş olurlar. Mahkemeden şahsım adına istediğim bir şey yok, çünkü yukarıda belirttiğim gibi ben halkı askerlikten soğutmak diye bir suç olabileceğine inanmıyorum.

..................................................................................

Bafra’dan Lefkoyia’ya: Sanki Ailemi Buldum


Yunanistan'dan dostlar bana bir fotoğraf ulaştırdı. Fotoğrafta geçmişe dair bir takım bilgiler de paylaşılıyor. Selanik'te bulunan Drama'nın Lefkoyia köyünde tıpa tıp bana benzeyen 94 yaşına gelmiş Lefter yaşıyor. Lefter Türkiye'den, Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Yayla köyünden gitme ve annesinin ismi Paraskevi, babasının ismi ise Konstantin..
 
Biz de Bafra'nın Yayla köyündeniz. Dedemizin ailesinin bir kısmı öldürüldükten sonra dedemiz üç yaşındayken bir Türk ailesine veriliyor, en azından öyle tahmin ediyoruz. Dedemizin babası Konstantin ve annesi Paraskevi hemen orada mı öldürüldüler, yoksa tehcir sırasında mi öldürüldüler, ya da Yunanistan’a mi geçtiler hiçbir zaman tam bilgi sahibi olamadık. Fakat şimdi katliam ve soykırımdan kurtulmuş olan akrabalarımı bulmak için bir şansım var. Anlaşılan o ki 94 yaşındaki Lefter benim dedemin kardeşi olabilir.


 
Yunanistan'da bulunan kadim dostlarım Drama'nın köyü olan Lefkoyia’ya gidip 94 yaşındaki Lefter ile bağlantıya geçecekler. Önce sevgili Lefter ile tanışacaklar, ondan sonra Lefter'e ailesinin Türkiye'de bir kardeşlerini bırakmak zorunda kalıp, kalmadığını soracaklar. Yaşanacak bu sürecin sonucunu büyük bir merak ile bekliyorum.
 
Hiçbir zaman aile fertlerimi bulmaya bu kadar yaklaştığımı hatırlamıyorum. Şimdi heyecanlanmıyorum desem kendimi ve yazıyı okuyan herkesi yanıltmış olurum. Bana benzeyen bu resim gönderildiğinde Diyarbakır’da halk otobüsü ile bir yerden başka bir yere gidiyorduk. Resmi gördüğümden yazıyı paylaştığım şu ana kadar sanki bulunduğum dünyanın dışında gibiyim. Tüm konuşmaları, sohbetleri “he, he” deyip geçiştirdiğimi hatırlıyorum. Hatta etrafımda bulunan eş dost bu duruma biraz kızmış da olabilir, fakat bir anda her şeyden kopup, bu durumun heyecanına kapıldığım için dostlar da lütfen bana biraz anlayış göstersinler. Böylesi bir süreci her zaman yaşamıyorum. Bizden çalınan ailemizi el yordamı ile, tamamen şansın yardımı ve dostlarımın özverisi ile bulmak üzereyim. Bu duyguyu anlatmak nerede ise imkansız gibi, fakat müthiş sarsıcı olduğunu itiraf etmeliyim.
 
Hayat yaşadığımız sürece olumlu ya da olumsuz birçok şeyi bize sunuyor. Önemli olan hayatın bize sunduklarına karşı biz neler yapabiliyoruz değil mi. Önyargılarınızın kurbanı olursanız, hayatın her sunduğunu ıskalarsınız ve ezber yaşamı yaşar ölür gidersiniz. Ya da benim gibi, iğne ucu ile sunulmuş imkanları bile değerlendirip sizi var eden köklerinize ulaşabilirsiniz.
 
Bu mücadeleyi Pontos'ta tüm çocukları çalınan aileler ve yetim kalmış Pontos çocukları için sonuna kadar götüreceğim. Tüm yapılanlara karşı hala buradayız demek için diasporaya sürülen ailemizi bulacağım.



Yayla köyü eski bir Rum yerleşkesi, Bafra’nın güney batısında yer alıyor. Köyün Bafra’ya uzaklığı 31 kilometre. Nebiyan dağının içindeki köylerden biri. Günümüzdeki adı Kestane. Köy olmaktan çıkarılıp Bafra’nın bir mahallesi oldu. Halkımıza karşı geçmişte uygulanan tehcir ve katliamlardan dolayı köyde bugün hiçbir Rum yaşamamakta.

.........................................................................................

Hurşit Külter Hakkında Doğruyu Mu İstiyorsunuz?


Doğruyu anlatmak bazen öyle dümdüz anlatılacak kadar kolay değildir.

Hurşit Külter'e gıyabında ölmüş gibi davranıp ağıtlar yakanlar, varlığında şeytan görmüş gibi taşlıyorlar. Keşke Hurşit Külter'e öldü gözü ile bakılıp ağıt yakılmasaydı, belki bugün de şeytan görmüş gibi taşlanmazdı.

Bakın, 90'lı yıllarda Şırnak'ta askerdim. Aklımın ucundan bile geçirmiyordum esir düşmeyi, ne oldu peki, Türkiye'de nerede ise herkesin nefret ettiğini düşündüğüm PKK'nin eline ayağımdan vurularak esir düştüm. 

Size bu zamana kadar hiçbir yerde söylemediğim, anlatmadığım bir gerçekliği anlatacağım. Kürt illerinde savaş gerçeğini, savaşanların ya da mücadele edenlerin psikolojisini, en azından o zaman devlet güçlerine bağlı olan bizlerin psikolojisini size anlatmak istiyorum. 

Bir zamanlar PKK gerillası olan ve barış gurubu ile Türkiye'ye giren, daha sonra tutuklanan ve hapishaneden çıktıktan sonra gazeteci olan Yüksel Genç ile bir söyleşi için konuşurken, gerilla ile asker arasında ilginç bir benzerlik ortaya çıkmıştı. Her iki güçte yer alan kişiler esir düşmektense ölmeyi yeğliyordu. En azından ben esir düşme anımı anlatırken, Yüksel Genç de "gerilla için de aynı durum söz konusu" demişti. 

Benim gerillanın eline esir düştüğümde yaşadığım utancı hiçbir kelime anlatamaz. Her şeyi ile lanetlediğimiz, dizanteri, sıtma gibi hastalıklı gördüğümüz bir gücün eline benim gibi vatansever birisi nasıl esir düşerdi. Ölseydim bundan bin kere daha iyiydi. Belki ben yaralı alınırken birçok arkadaşım öldürülmüştü, bende ne sorun var ki ölmedim de sağ ele geçtim, ve benzeri binlerce soru o günlerde beynimi kemirmiş ve kaç defa intihar eşiğinden dönmüştüm. Gerçekten o aşamadaki utancımı hiçbir şey anlatamaz. 

Bu zamana kadar eksik anlattığım birkaç şey var, onlardan biri çok önemli. Bugün Hurşit Külter vesilesi ile anlatmak istiyorum. Bu zamana kadar sorduklarında PKK'nin ailem ile görüşme imkanını üç ay sonra bana verdiğini anlatırdım. Bu anlatımda eksik olan kısım var. Aslında PKK ilk geldiğim günden itibaren bana aralıklarla ailen ile görüşmek istiyorsan seni görüştürebiliriz dediği halde utancımdan bu görüşmeyi üç ay boyunca erteledim. Aileme o zamanki aklım ile ne diyecektim, ki benim esir düştüğüm birlik benden sonra onlarca insanını kaybetmişti. Bunca insan yaşamını kaybetmişken, ‘son kalan bombaları üzerimde patlatmaya korktum’ mu? O zaman bunu söylemeye hazır değildim. 

Ta ki PKK yöneticileri yaşadığımız durumun savaş durumu olduğunu bana kavratıp, savaşlarda esir düşmenin de en az ölmek ya da evine geri dönmek kadar normal olduğunu kabul ettirdikleri güne kadar bu böyle sürdü. Ancak durumu biraz sağlıklı düşünebildiğim dönemde ailem ile görüşmeyi kabul ettim. Yine de derinliklerde öyle izi kalmış ki, bugünkü Hurşit Külter’in durumu üzerine yaşanan polemikler bu durumu açıklamama yardımcı oldu. 

Yüksel Genç arkadaş ile yaşanan savaş gerçekliğinde Kürt hareketi savaşçıları ile devlet güçlerinin benzerleştikleri yanları anlattığım kısmı hatırlayıp, benim anlatımlarımı bunun üzerine koyarak Hurşit Külter, ben ve benzeri durumu yaşayan bu savaşın mağdurları ile doğru empati yapılabileceğini düşünüyorum.

Bizde 40 senedir yaşanan savaşın travmalarını araştıracak, daha sonra bu travmaların atlatılması için uğraşacak kurumsal çalışmalar nerede ise yok. İç savaş inkar edilince buna bağlı olarak travma merkezleri yada çalışmaları da ya yok gibi, ya da çok az, o zaman da herkes el yordamı ile yaşanan savaşın travmalarını atlatmaya çalışıyor, en azından öyle düşünmek iyi geliyor. Travma iyileştirilmediğinde üst yapı unsuru olan kültür gibi kendini sürekli geleceğe taşıyor. 

Sonuç olarak bugün o yüzden tam bir faciayı hep beraber yaşıyoruz. Türkiye'nin batısı ve doğusu şunu unutmasın, biz 40 yıldır yaşanan ve sonu gözükmeyen bu savaşın kurbanlarıyız. Batısı ve doğusu bu savaşın deliliğe varan sosyal travmasını yaşıyoruz. Yaptığımız tüm söylem ve yorumlarımız bizim bu varlığımızdan bağımsız değil, unutmayın.
 
Hurşit Külter'e denmeyen, söylenmeyen şey kalmadı. Kızıldere katliamından kurtulan Ertuğrul Kürkçü muamelesinden tutun da, hayatta kalmasından utananlara kadar, daha birçok yorum var da yazmaya elim varmıyor. Her iki tarafta da ölüm hastalık derecesinde kutsanınca, asıl en kutsal hak olan yaşama hakkı teferruat oluyor. Aynı durumu biz 90'lı yıllarda esir düşen askerler de yaşadık. Bizden daha sonra esir alınan ve yurda dönen tüm askerlerde de yaşandı ölümü kutsayan genel mantık, 'keşke dönmeselerdi, keşke ölselerdi de bu durumu yaşamasaydık' deniyordu. 

Bugün Hurşit Külter gerçeğinde de şunu anladık ki savaşın yorgun, bitap düşürdüğü Kürt kamuoyunda da benzer homurdanmalar ve savaşın ölümde benzeştirdiği tepkiler görmeye başladık. Bu durumun hiç iyi olmadığını söylememe bile gerek yok. Bu durumun böyle sürüp gitmesi hükümetin işine gelir, biz birbirimizi boğazlamadan önce ölümde değil de yaşamda birleşen güçlerin bu insanlık dezenformasyonunu düzeltmek için bir an önce harekete geçmesi gerek. 

__________

Demokrat Haber'in notu: Yazarımız hakkında ilginizi çekebilecek bir söyleşi: Komando İbrahim 'Yannis Vasilis' olacak!

................................................................................

Devlet Misin Yoksa Memur Mu?


Her yerimiz, her günümüz trajedi valla. Ben amcaoğlum ile büyüdüm. Amcaoğlum dünya tatlısı ve sessiz sakin biriydi. Büyürken aramızda farklılaşmalar oldu. O liseden sonra polis okulunu kazandı. Tabii bir süre sonra da polis oldu. Ben de askerlik yaşım gelince Türkçü ve muhafazakar değerler ile donanmış biri olarak seve seve askere gittim.
 
Orijinali "wenn du lange in einen abgrund blickst, blickt der abgrund auch in dich hinein." olan nietzsche'nin güzel bir sözü var. Türkçesi 'Uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar". Bu söz tam da benim polis olan kuzenim için geçerli, kötülüklerle o kadar yanyana yaşadı ki zaman içerisinde tam bir işkenceci polis oldu çıktı. Ben ise hiç aklımın ucuna dahi geçmeyecek bir şey ile yüzleştim. Savaşmak için gittiğim Kürdistan'da PKK'ye esir düştüm. Yaşadığım bu olay benim miladım oldu. Tüm ezberim ile bu süreçte yüzleştim, yani PKK uzun süre baktığım uçurumun da bana bakmasını engelledi.
 
Tüm iyileşmelerin bu coğrafya da bedeli var. Bir şeyleri sormaya -soruşturmaya başladığında devlet de her şeyi ile bana yöneldi. Hapishaneler ve işkenceler sanki dostum oldu. Fakat yine de her şeye rağmen barış aktivisti ve insan hakları savunucusu olarak yaşamımı sürdürdüm.
 
Polis olan amca oğlumu her gördüğümde dikkatli olması konusunda uyardım. Sen devlet içerisinde memursun dedim. Amcaoğlum ise ben devletim dedi, her seferinde bu tutumunu sürdürdü. Zaman içerisinde Türk ve Müslüman olan nüfus hariç herkese düşman oldu. Bir gün sırf Kürt olduğu için bir kişiye işkence ettiğini söyleyince yollarımız ayrıldı. Kürt halkına karşı hükümetlerin hep gönüllü jopu oldu.
 
Birkaç gün önce ailemin bayramını kutlamak için eve telefon açtım. Bayramlaşma ve hal hatır faslı sona erince annem biliyor musun amcaoğlun Fethullahçı olmaktan açığa alındı dedi. Bu olay geçmiş bir yarayı da deşmiş oldu. Annem amca oğlumun babasını hatırladı, oğlum dedi sen PKK'ye esir düştüğünde ve oradan geldiğinde amcanlar bizden zatürreliyiz gibi kaçıyordu. Neden diye sorduğumda, oğlu polislikten atılmasın diye cevap vermişti. Annem deyince fark ettim ki benim olduğum dönemlerde amcam ve ailesi bize fazla gelmez ve benim yanımda görülmek istemezlerdi.
 
Ben yine de ailem ile olabilmek, kalabilmek için çok uğraş verdim. 'Terör' ile anıldığım için bu hiç kolay olmadı. Karadeniz'de Kürt halkı ile dayanışma içerinde insan hak ve mücadelesi yürüttüğümü anlatmak deveye hendek atlatmak kadar zordu. Neyse onlar beni 'beyni yıkanmış' akrabaları olarak kabul ettiler. Hiç kolay olmadığını söylemek gereğini bile söylemek istemiyorum.
 
Bana bu şekilde davranmalarına o kadar içerlemiş olacak ki annem, bana Bafra'dan ilk haber olarak bu açığa alınma olayını anlattı. Umarım bu olaylardan amcaoğlum ders çıkarmıştır, devlet değil de devlette memur olduğunu bilince çıkarmıştır. Tabii devletin de ne olduğu, ya da en azından devlet için çalışan memurların olmadığını biraz anlamış olmasını diliyorum.
 
Kendisine ya da arkadaşlarına yapılanlardan empati kurar da, nelere yol açtığını, Kürt halkına ne tür acılar yaşattığının muhasebesini yapabilir belki. Aslında amca oğlumun hikayesi babasının aç gözlülüğünde, hırsında, despotluğunda yatıyor.
 
Üniversite sınavını kazanıp kendini kurtarmak ister fakat bu olmayınca kendini tanınmayacak hale getiren polisliğe başvurur, kazanır ve zaman içerisinde de uçurum ona bakmaya başlar, yani kapitalizmin acımasız jopu haline döner.
 
Kapitalizmin körelttiği kişiliklerimizi yıllardır onun etkisinden kurtarmaya çalışan kişileriz, fakat her şeyimiz ile kurtulduğumuzu söylemek zor. Neden mi bu lafları ediyorum şimdi, çünkü annem bana amca oğlumun bu durumunu söylediğinde gülümsemedim desem yalan olur. Nedenini burada paylaşmayacağım, bilerek bir kötülüğe ortak olmayı seçti ve bunu en acımasız şekilde sürdürdü, bu yüzden ne olursak olalım duygularımıza hakim olamıyoruz. Bir süre sonra yaptıklarımdan utandım. Yıllardır kapitalizm bize bu kötülükleri yapıyordu, biz yıllardır bu kötülüklere karşı mücadele yürütüyoruz. Kendimi toparlar toparlamaz bu trajediyi anlatmak ve bu vesile ile bu cadı avı üzerine iki kelam etmem gerektiğini düşündüm.
 
Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın, adil sorgu ve yargılama hakkı insanın en temel hakkıdır. Bu yüzden değil miydi AKP'nin ajitatörü Cemil Koçak'ın beni 'Gülenci' ilan etmesi. Ne olmuştu polisler darp ederek nezarethaneye götürdükleri askerlerin videolarını kamuoyuna servis etmiş ve lehte ve aleyhte bir çok tepki gelişmişti. O dönemde bir barış ve insan hakları aktivisti olarak bu görüntüde olanlara karşı çıkmıştım ve Koçak işkenceye karşı çıktığım için beni Gülenci ilan etmişti.
 
Darbe ya da OHAL bahene edilerek kimse kovuşturma, soruşturma ya da yargılama olmadan öyle gayri ciddi listeler ile kimseyi görevinden uzaklaştıramaz, ayrıca gözaltı ya da tutuklananları peşinen suçlu ilan eden listeler kamuoyuna servis ederek teşhir edilemez bu tam bir insanlık suçudur.
 
Bana anlattıkları işkence hikayeleri olsa da, yaşam tarzını ve dünya felsefesini bilsem de, herkese karşı bilinçli bilinçsiz de olsa düşmanlık gütse de amcaoğlum diğer tüm göz altına alınanlar, tutuklananlar ve işinden uzaklaştırılanlar kadar adil bir idari ya da adli soruşturmayı hak ediyor. Bir soruşturma olmadan kim tarafından hazırlandığı bilinmeyen listeler ile bir insanın memuriyet hayatı sona erdirilemez.
 
Her zaman söylüyorum, adalet herkes için gerek, yıllar önce devlet himayesindeki memur için bu komik gelebilir ama bugün hiç komik değil tabi.
 
Amca oğlum ve benim hikayem biraz bu coğrafyanın özeti gibi, fakat asla tek olduğuna inanmıyorum. Bizim gibiler ve hikayeleri ile dolu bu coğrafya, şimdi günahlarımız ile yüzleşme için belki bir şans, ben zamanında kendi yanlışlarım ile yüzleşme şansı buldum. Bu yüzleşme iş olanaklarımı biraz sınırlasa da, dönem dönem hapishane ve işkenceler görsek de vicdanım rahat, gece yastığa başımı koyduğumda rahat uyuyorum. Bu huzurun tarifi yok, para pul bunu size sağlayamaz tavsiye ederim.
 
Sağı solu suçlayıp kendinizi avutmak yerine dediğimi yapın, o zaman biraz huzura kavuşabilirsiniz ki bunun bir de topluma yansımasını düşünün, kul köle olduğunuz devlet aygıtı hiç düşünmeden sizi kullanıp, son kullanma zamanınız geldiğinde çöp tenekesine attı, unutmayın. Ben tam öyle bir yerden çıkış yaptım sıra sende amcaoğlu, ne dersin sağa sola kılıf bulup kendini temize çekmeye mi çalışacaksın, yoksa dürüst olmaya mı çalışacaksın? Yani her şey bittiğinde bile merak ediyorum hala kendini devlet olarak mı göreceksin, yoksa memur olmak sana yetebilecek mi?
 
.................................................................................

Rusya ve Amerika’nın İt Dalaşı


Rusya ile Amerika Türkiye ve Suriye-Rojava üzerinde it dalaşına girdi. Önce Rusya ve ittifak halinde olan ülkeler Türkiye'yi Cerablus'a soktu ve daha fazlası da isteniyor. Amerika'da bu duruma bir yerde dur demek ve pozisyonunu kaybetmemek için Gri Spi ya da çok bilinen ismi ile Tal-Abyad'a birlik kaydırdı. Bununla da yetinmeyip varlığını göstermek için bayrak çekti.

Almanya ve İngiltere’nin uyarıları işte tam bu it dalaşında filler tepişirken, çimenlerin ezileceği korkusundan olsa gerek. Bakalım bunun karşısında diğer uluslararası aktörler ne yapacak, iş yerel aktörlerin kontrolünden çıkalı hayli oldu.

RUSYA..

Rusya daha önce dediğim gibi kendisine bağlı olan Esad'ın güçlü şekilde Suriye'nin başında kalmasını istiyor. Yerel aktörler ile bu duruma uygun şekilde ittifaklar geliştiriyor. Rusya Suriye üzerine Türkiye'ye uyarılar yapsa da Türkiye aracılığı ile ilk defa radikal dinci unsurlar ile işbirliği içerisine girdi. Bu Cerablus operasyonu ya da ilhakını bu şekilde okumak gerekiyor. Burada Amerika bende Türkiye'ye destek verdim dese de bu tamamen yalan, Amerika pozisyonunu kaybetmemek için bu duruma böyle katlanmak zorunda kaldı.

AMERİKA..

Amerika'ya gelirsek o niyetini başından itibaren açık etti zaten güçlü bir Suriye istemiyor. Ortadoğu'da kendi çıkarlarına göre başlattığı yeni düzenlemelerine göre Esad ve güçlü Suriye uygun bir partner değil, bir çok yerde yaptığı gibi radikal selefi-vahabi paramiliter güçler ile Rusya'dan uzak Suudi çizgisine yakın işbirlikçi bir düzeni Suriye'de hakim kılmak istiyor. Rojava Kürtlerine verdiği destek ise dediğim gibi güçlü bir Suriye ve Esad yönetimi istememesinden dolayı, elbette sahada en güvenilir iş yapılabilecek aktör olması da var. Tabi okurun en doğal sorusu şu olacaktır Amerika ne kadar güvenilir bir aktör , bence Amerika ile iş yapmak şeytan ile aynı yatağa girmek gibi bir şey çok dikkatli olmak gerekir.

TÜRKİYE..

Türkiye devletine gelince Kürt fobisi ona her türlü çılgınlığı yaptırabilir. Suriye'ye ve özellikle Rojava'yı geçmişten beri hep ilhak etmek istiyordu. Çok daha iyi durumda iken daha darbe ile gücü zayıflamamışken böyle bir imkanı ona uluslararası konjonktür sunmadı. Fakat uluslararası olduğu gözüken 15 Temmuz darbesi sonrası Rojava kapıları Türkiye'ye açıldı. Türkiye devleti gelecekte bu ilhakın neler getireceğini hesaplamadan bu işe direk atladı. Hem de televizyon şovları ile Cerablus fatihi olarak kendini lanse ettirdi. Onun amacı Kürt koridoruna izin vermemek, ayrıca iktidarını ve devleti yeniden bu süreçte organize edecek.

Amerika'nın bu hamlesinden kurtulmak için Türkiye devleti yine El-Nusra ya da IŞİD çetelerini devreye sokabilir. Bu süreçte herkes dikkatli olmalı, Almanya ve İngiltere'nin aldığı tedbirler yabana atılmadan kalabalık yerlerden ve hedef olarak düşündüğünüz her yerden uzak durun. Türkiye devleti yaptığı bu ilhak hareketi ile Ortadoğu'da yaşanan savaşı evimize kadar soktu. Bundan sonra fiili savaşın parçası olduğumuzu unutmadan da hareket etmeniz gerekir. Yani ilk başta belki kalabalık yerlerde olmamanız sizi kurtarır peki daha sonra ne olacak.

Bu yangın yerinden kurtuluş elbette mümkün, fakat bunu için herkesin azami bir çaba göstermesi gerekiyor. Türkiye devletine , AKP hükümetine öncelikle giriştiği Suriye-Rojava macerasından vazgeçmesi çağrısı yaparak, hükümet ve devket üzerinde baskı oluşturmamız gerekiyor. Elbette bu yeterli değil TC bağli askerlerin bir an önce geri Türkiye'ye dönmesi gerekmektedir. İlhak bitince her şey biter mi hayır ama en azından niyet belirtisi olarak olumlu olur yoksa zaten bugün herkes biliyor ki Türkiye'de bir çok IŞİD üstü var ve bir çoğunun ev sahipliğini bizzat TC devleti yapıyor. İlhak sona erdirildiğinde bu sefer IŞİD ve diğer Selefi-Vahabi El Kaideci çetelere Türkiye'nin ev sahipliği yapmaması için yine devlete kampanyalar ile baskı oluşturmak gerekiyor.

Yukarıda söylediğim şeyler yapılabilirse Türkiye yangın yeri olmaktan çıkabilir. Yoksa küçük çıkarlar için Afganli radikal dincilere destek veren Pakistan'ın hali bugün ortada, bizimde onlara benzememiz bugün gerçekten an meselesi. Uluslararası güçler it dalaşı da yapar, başka şeylerde yapar fakat baktı olmadı çeker gider. Peki soruyorum bizim gidecek yerimiz var mı cennette olsa cehennem de olsa yaşayacak yerimiz burası. Bu yüzden tüm çıkarları bırakıp bugün buna yoğunlaşmamız gerekmekte, eğer bir tercih yapmamız gerekirse insanlık düşmanı IŞİD ile yan yana olmayı değil, bin yıldır yan yana yaşadığımız dediğimiz Kürtler ile ittifakı daha fazla düşünmemiz gerekmektedir.

......................................................................................

Rojava İçin Kartlar Bir Kere Daha Karıldı


Cerablus üzerine yeni tezler gerekiyor. Amerika'nın bu sürece bu şekilde dahil olacağını herhalde kimse düşünmemiştir. Bakalım bundan sonra bu bilmece nasıl ilerleyecek? Yerel unsurların inisiyatifi şimdilik devre dışı kaldı.

Amerika'nın bu sürece dahil olması darbe girişimindeki rolünün diyeti mi sizce?

Yoksa Amerika inisiyatifin Rusya'nın içerisinde olduğu ittifaka geçmemesi için mi böylesi bir operasyona dahil oldu, hepsini ilerleyen zamanda göreceğiz.

Bildiğim tek şey varsa bu operasyon yerel güçlerin boyunu aşacak şekilde gelişti. Türkiye de, PYD-YPG de burada belirleyici aktörler değil.

Bu süreçte girişilen darbe girişiminden Türkiye'yi kurtaran Rusya'nın büyük payı olduğunu görmemek için kör olmak gerekiyor. Anlaşılan bu nasıl bir adım ya da koz ise Biden'ın Türkiye'ye gelip, Türkiye başbakanı ile açıklama yaptırılıp, şimdilik Türkiye'ye yakın güçlerin Cerablus'a yerleşmesine ve YPG'yi Fırat’ın doğusuna geçmeye zorladı.

Bundan sonrasını hep beraber göreceğiz. Elbette Amerika'nın PYD-YPG'yi öyle bırakıp yoluna devam edeceğini düşünmüyorum. Fakat yine de Rojava'da atılan bu adımın hiç etkisinin olmayacağını söylemek de doğru değil. Kısa vadede Türkiye istediğine kavuşmuş gibi görülse de orta ve uzun vadede işlerin bu şekilde yürümeyeceğini hep beraber göreceğiz..

Orta ve uzun vadede Kürtlerin kaybedeceğini düşünenler boş hayal kurmasın, bu süreç atlatılır atlatılmaz Rojava'da kalınan yerden yaşamın yeniden inşası devam edecek..

Çünkü uluslararası aktörlerin çekişmesinin doğası Türkiye'nin istekleri doğrultusunda akmıyor. Türkiye'nin de içerisinde bulunduğu Rusya -Suriye -İran ve Çin'in kısa süreli atağı ile bugün yaşanan koşullar ortaya çıktı. Orta ve uzun süreli konjonktürde ise Amerika ve Avrupa sermayesi bu tür çıkışa izin vermeyecek. Fakat şimdilik Amerika Rusya'ya kuyruğundan yakalanmış, tüm belirtiler onu gösteriyor. Büyük ihtimal ile bu yakalanma durumunun Türkiye'deki darbe girişimi ile ilgili olduğunu düşünüyorum.

Bundan sonrasını hep beraber yaşayarak göreceğiz.


...................................................................................


Aslı Mı Bu Ülkenin Bütünlüğüne Kast Eden?



Aslı Erdoğan’ın tutuklanmasındaki bahanelerden birisi de 'devletin birliği ve bütünlüğünü bozmak'mış ve bunu da hükümetin kontrolündeki yargı söylüyor. Bu hükümet insanlarda ne birlik ne beraberlik bıraktı. Geçmiş dönemlerde çocukları öldürülen ve kaçırılan, yok edilen barış anneleri herkesi şaşırtacak şekilde yine de barış istiyoruz derlerdi. Fakat en son hükümetin sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı bölgelerde yaptığı teşhirci soykırımından sonra görüştüğüm barış anneleri artık ne olacaksa olsun, savaş istiyorlarsa savaşalım noktasına geldiler.
 
Bu hükümet sayesinde Işid'in Antep'te bombaladığı bir mahallede çoğu çocuk 50'nin üzerinde can yaşamını yitirmişken yaşamaya doymamış çocukları aileleri toprağa verirken faşistler tarafından cenaze merasimi basılarak, cenazelerin toprağa verilmesi önlemeye çalışıldı. Düşünün anneler haykırıyor mahallede tüm çocukları öldürdüler diye, insan nerede olursa olsun bu tür acının karşısında boyun eğer karşısındakinin acısını anlamaya çalışır. Hükümet öyle ayrımcı ve devletin birliğine öyle dinamitler yerleştirdi ki Işid gibi dünyanın en cani örgütü bin yıl birlikte yaşadığık dediğiniz halkın çocuklarını hunharca katlediyor ve oradaI karşıtı devasa bir gösteri eylem olması gerekirken tam tersine tırnak ile et gibiyiz dediğin bin yıldır bir arada yaşadığımız dediğin Kürt halkının katledilerek paramparça edilmiş çocuklarının toprağa verilmesini önlemeye çalışıyorsun.
 
Aynı zamanda savaş karşıtı ve vicdani retçi olan, Özgür Gündem'deki köşesini bu minvalde kullanan barış sever Aslı Erdoğan devletin birliği ve bütünlüğünü bozacak, AKP hükümeti izlediği ve nerede ise tarihte örneği olmayacak halklar arasındaki kutuplaşmayı artıracak ve halkların yan yana yaşama duygusunu bu mezarlık örneğinde olduğu gibi ortadan kaldıracak sonra da devletin birliği ve bütünlüğünü koruduğunu ve savunduğunu söyleyecek.
 
Bugün aslında hükümet mahkemeler ile Aslı'nın şahsında bu ülkenin en güzide aydın, entelektüel, yazar ve çizerlerinin, soykırım operasyonları ile bitirmeyi önüne hedef olarak koyduğu Kürt halkı ile bağlarını koparmak istiyor. Bu yüzden Özgür Gündem'in birçok çalışanı bırakılırken Aslı Erdoğan tutuklanmıştır.
 
Bu hükümet daha önce söylediğimiz gibi maalesef yanlışlarından asla ders çıkarmamak gibi bir iktidar sarhoşluğunun içerisine düşmüş durumda. Eski kirli ortağı Gülen hareketi ile mücadele edebilmek için tarihinin en kirli ittifakı ile yola devam etme kararını aldığını bu günlerde yaptıklarını izleyerek görmekteyiz.
 
Bu yüzden her günden daha fazla Aslı'nın yükseltmeye çalıştığı anti-militarist savaş karşıtı barış tutumunu yükseltmemiz şart. Barışı kazanmak için daha fazla zamanımız yok, AKP hükümeti darbe girişimi sonrası devleti neredeyse tamamen reorganize etti, şimdi tekrar devleti tamamı ile bu cumhuriyetin mantığına uygun (Misak-i Millici, Suriye de buna dahil), inkarcı ve buna dayalı katliamcı şekilde yeniden organize etmek istemekte.
 
O yüzden ne kadar ittihatçı artığı varsa hükümete biatini açıkladı. Egemenler çok iyi bilir ki barış zamanında ırkçı şovenist bir devlet aygıtını organize edemezsiniz, bunun için iç savaş gerekir, iç savaş çıkar ve herkes savaş ile meşgul iken sen ise elini kolunu sallayarak bize yüzyıl daha kaybettirecek devleti organize edebilirsin.
 
Şimdi aslında yaptıklarından dolayı yargılanması gereken Aslı Erdoğan değil tam tersine darbe girişimi sonrası tarihi bir fırsatı elinin tersi ile itip, ülkede yeni bir kaos sürecinin fitilini ateşleyecek ittifaklar içerisine giren AKP hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan olduğunu düşünüyorum. Fakat ben liberal bir analizci ya da yazar değilim. Yargı ve diğer tüm mekanizmaların kontrolünün kimde olduğunu çok iyi bilecek kadar yaşam deneyimine sahip birisi olarak Sevgili Aslı Erdoğan'ı savunmak ve onu hapishaneden kurtarmak istiyorsak, Aslı'nın antimilitarist savaş karşıtı barış söylemini 7 Haziran ruhu ile sahiplenmeliyiz.
 
O zaman Aslı'yı da Zana'yı da , Haydar'ı da kurtarabilir, hatta Öcalan’ın üzerindeki tecridi kırabilir ve hükümet tarafından esir alınmış barış sürecini de onu savunan tüm yoldaşları da kurtarabiliriz.
 
Her zaman dediğim gibi, barış ile kalabilmek için barış için mesai harcamamız gerekiyor.

...............................................................................

Her Şey Değişiyor Suriye'ye Kürtsüz Barış Yaklaşımı Değişmiyor


Hürriyet’ten Murat Yetkin’in aktardığına göre Numan Kurtulmuş, önceki gün görüştüğü bir grup gazeteci, öğretim üyesi ve düşünce kuruluşu temsilcisiyle 15 Temmuz’daki darbe girişimi sonrası süreci konuştu. Kurtulmuş, Türkiye’nin Suriye politikasıyla ilgili şunları söyledi: “Ben bunu yıllardır söylüyorum. Keşke zamanında geçerli bir barış perspektifi geliştirilebilseydi. Yakında inşallah dışarıdan zorlamayla değil, Suriye halkının kabul edebileceği bir çözüm bulunacaktır. Böyle bir süreç yaşanmaktadır. Burada Rusya ile ilişkiler önemli.”

Peki gerçekten Rusya-Suriye-Türkiye-İran, Suriye'de barışı tesis edebilecek mi?

Türkiye bu güne kadar gerçekten Suriye-Rojava politikasından ders çıkarmış mıdır, bu duruma her aklı başında insanın vereceği yanıt maalesef hayır olacaktır.

Türkiye içerisinde Işid ve El-Nusra gibi insanlık düşmanlarının da olduğu bir ittifak ile Suriye politikasından istediği sonucu alamamıştır. Bu yüzden Amerika'nın başını çektiği koalisyondan ayrılarak, yukarıda bahsi geçen ittifaka geçmiştir.

Kurtulmuş'un Suriye'de bahsettiği barış 'zorlamayla değil, Suriye halkının kabul edebileceği bir çözüm bulunacaktır’ demesi bir kabulü de beraberinde getiriyor. Herkesin bildiği sırrı ifşaa ediyor. Suriye’ye dışardan getirilen El-Kaideci katilleri desteklediklerini ve bununla sonuç alamadıklarını itiraf ediyor.

Kurtulmuş aslında devletin 100 senelik politikasını bu söylemle bir kere daha yineliyor. Hiçbir şeyi değiştirmemek için değişim gerekiyor diyor. Yani Selefi-Vahabi-El-Kaideci sapıklar ile istedikleri sonucu Suriye'de alamadıklarını görüyorlar. Peki AKP hükümeti Suriye'den ne istiyor, nasıl bir dönüşümü destekliyor. Başından itibaren hükümetin temel istediği şey Esad'ın gidip ya da kalması değil, bu istek sadece bir emperyal isteğin örtülmesi için paravan, asıl AKP hükümetinin ve devletin istediği şey Kürt halkının olabilecek kazanımlarını Suriye -Rojava'da da önlemek.

Kurtulmuş'un şahsında AKP hükümeti ve şu anki devlet yapılanmasının söylediği tek doğru, bugüne kadar izledikleri Suriye politikalarının yanlış olduğudur. Yoksa yeni kurulan Türkiye -Rusya-Suriye-Türkiye-İran ittifakı tam da Kurtulmuş'un dediği gibi bir dayatma ile Suriye'ye Kürtsüz barışı öngörmektedir. Suriye-Rojava’da Kürt halkını görmeyen hiç bir denemenin başarısı yoktur. Her türlü kirli ilişki ile Suriye'ye deli gömleği giydirmeye çalışan Türkiye yönetimi bunu en iyi bilenler arasında olması gerekir.

Türkiye devleti ve AKP hükümeti başından itibaren izlediği Suriye-Rojava politikasını asla terk etmiyor, sadece aktörleri ve ittifakları değiştirerek kaldığı yerden Kürt inkarına dayalı politikasında ısrar ediyor.

Kurtulmuş’un yine aynı kişilere verdiği mülakatta Türkiye'nin de bugünkü düştüğü durum bu yüzdendire gelecek açıklaması var. Bu durum da başından itibaren HDP'nin ve PKK'nin işaret ettiği tehlikeye değiniyor. Türkiye'nin Rojava ve Suriye politikası aynı zamanda Türkiye'deki birçok durumu da etkiliyor. Bir kere Kürtler çeşitli tarihlerde sömürgecilik anlaşmalarına bağlı olarak yaşadıkları topraklar dört parçaya da ayrılsa duygudaşlıkları asla sona ermedi ve bu durumu asla kabullenmediler. Yani Kobane'de bir cana bir şey olduğunda Diyarbakır, Cizre, Hakkari’de yangın başladığını gördük . Bu durumu işgal altındaki Kobane'ye destek eylemlerinde hep beraber gördük.

Yani Türkiye'nin Suriye'de izlediği Kürt karşıtı tutum Türkiye'de yaşayan Kürtleri de ilgilendiriyor ve onları direkt etkiliyor. Zaten AKP hükümetinin içeride ve dışarıda izlediği Kürt halkına karşı politika birbirini tamamlar. O yüzden sonuçları olarak da Suriye'de izlediği politikanın içeride ne tür izler bıraktığını görmemek için kör olmak gerekir.

Öcalan’ın Kürt sorunu ile ilgili çözümsüzlük büyürse ve Kürt halkı ile onurlu barış yapılmazsa darbe gelir belirlemesi tarihi bir belirlemedir.

AKP hükümeti çözüm sürecini Suriye-Rojava'da çeteleri beslemek ve Kürt halkının kazanımlarını hedef alan bir süreç için kullanınca, önce dışarıda, sonra içeride başlayan savaş sürecinden cesaret olan güçlenen darbe odakları ya da AKP karşıtı güçler harekete geçti. Bu sürecin dehşete varan sonuçlarını hep beraber gördük ve yaşadık . Şimdi AKP hükümeti bu darbe girişiminden söylenen ve yazılanlara göre Rusya'nın da yardımı ile kurtulmuştur.

Şimdi AKP hükümeti içeride ve dışarıda kendi izlediği politikalarının sonuçlarına karşı başında olduğu gibi savaş başlatmıştır. İçeride bu darbe girişimini fırsata dönüştürmeye çalışıp, 12 Eylül’de dahi görülmeyecek şekilde devlette tasfiyeye başlamış ve bunun ardından Kürt halkına ve kurumlarına karşı da aynı şeyi layık görmüştür. Dışarıda ise adeta hükümet hiçbir şeyi değiştirmemek için değişim içerisine girmiş ve yine Kürt halkının kazanımlarına göz dikmiş bir dış siyaseti izlediğini bize göstermiştir.

AKP hükümeti sayın Öcalan’ın söylediklerini doğrulayan bir süreçten kıl payı kurtularak çıksa da yine de başından itibaren izlediği yanlışları devam etmekte ısrarcı olduğunu gösteriyor. Hükümet Gülen cemaatini devletten tasfiye için çok kişiliksiz ittifaklar kurmuştur. Geçmişin ne kadar katili, ne kadar savaş suçlusu çetesi varsa baş köşeye oturtup işbirliği içerisine girmiştir. Şimdi bu yaklaşım başka bir darbe girişiminin ebesi olacaktır. AKP ya da uzun adam zannediyor ki bu çetelerin kendilerine yaptıkları biat karşılıksızdır, bu durum biraz gururlarını okşayabilir ki buna çok açık yapıda olduklarını gördük fakat bu gerçekleşen biat törenleri celladının baltasını öpen ve katledilmeyi bekleyen kişi tadında olduğunu söylemek için kahin olmaya gerek yok.

Bir kere daha Öcalan’ın her şeyin başında yaptığı uyarıyı tekrarlayalım. Kürt halkına karşı çözümsüzlüğü besleyen her politika geri teper ve her zaman da kurtulmak için konjonktür bu kadar uygun olmayabilir, bu yüzden içeride ve dışarıdaki politikalarınızı derhal değiştirip, kendi celladınızın baltasını yalamak yerine kaçınılmaz olan çözümün bir parçası olun. Bugün Suriye rejiminin bu durumda olmasının tek nedeni sizin de izlediğiniz inkar siyasetinde ısrarcı olmasındandır.

Bu yüzden fındık kabuğunu doldurmayan ve söylediğinize kendinizin de inanmadığı boş ittifaklar ve açıklamalar yerine, gerçekten dönüşümü esas alın ve Kurtulmuş'un dediği gibi dışarıdan zorlama ile değil halkların çağrısına kulak asın ve buna göre çözüm üretin. “Yoksa” demek istemiyorum fakat, tarihin göreceği en büyük insanlık mahkemesi yaptıklarınızı bekliyor olacak. Nürnberg yargılamalarını insanlık unuttu mu zannediyorsunuz?

...............................................................................

Barış İle Kalmak İçin Barış İçin Çabalamak Gerekir


7 Haziran yenilgisi ile AKP tüm gücü ile Kürt halkına saldırdı. Gençler Kürt halkına yönelmiş bu saldırıya karşı  tüm onuru ile mücadele etti.

Büyük oranda gençlerin savunması üç beş keleş ile oldu. AKP bu gençlere karşı ordular ile mücadele etse de Kürt halkının şahsında gençler öldü fakat boyun eğmedi. Zamanı geldiğinde  devasa orduların bir işe yaramadığını bu süreç bize gösterdi.

Şimdi AKP hükümetinin kendini kurtarmak için başlattığı bu savaş başka bir dinamiği de harekete geçirdi. Hükümete  karşı bir darbe girişimi yaşandı. Şu an gururlarından söylemek istemeseler de hükümet yerinde dursa da devlet aygıtı ehliyet işlemini dahi yapamayacak duruma geldi.

Bazıları bu süreçte PKK'nin savaşı daha da yükselterek devlete son fiskeyi vurup çözülmesini hızlandırmak gerektiğini düşünüyor. Bazen neyin devletin çözülmesini  sağladığını ya da tekrar güçlenmesini sağladığını doğru tesbit etmek gerek, çünkü içerisinde yaşadığımız devlet aygıtı ve huükümetler varlığını en kolay militarizmin olduğu koşullarda sürdüregelmişler .

Bu kliklerin zehiri düşünüldüğü gibi şiddete karşı şiddeti yükseltmek değil, hiç anlamadıkları yerden yani savaş karşıtlığını yükseltmek ve barış mücadeseni tesis etmek için en iyi dönemdeyiz. Bunların isteği kendilerine yönelmiş klikten kurtulduktan sonra bağnazca bağlılık gösteren bir devket aygıtı kurmak, kervan yolda dizilir şiarı ile hareket ediyorlar yani böylesi bir bağnaz devlet aygıtı durup dururken yapılmaz, ancak yeni bir düşmana karşı savaşırken yapılabilir. Bu yüzden bu süreç bu savaş aygıtının sürekliliğini sağlayan devletin küçültülmesi için  elimize büyük bir fırsat sağladı. Bu devletin yeniden militarist bir dönüşümüne izin vermemek için her şeyi yapmamız gerekiyor.

Biz 40 yıldır savaş ile çözümü deniyoruz peki sonuç ne, devlet aygıtı bu kadar zayıfken  denenmeyen ve 7 Haziran sonrası hepimizi umutlandıran fakat  kesintiye uğratılan süreci tekrar hayata geçirmek bugün daha fazla mümkün unutmayın.

Bu sefer bence Selahattin Demirtaş şahsında HDP'nin savaş karşıtı çıkışı ve şehirlerde savaş istemiyoruz demesi çok önemli fakat eksik bir söylem.. 7 Haziran'ın tek galip'i olan HDP o süreçte yenilgi yaşamış bir partinin ruh halini yaşıyordu ve nerede ise yenilmiş olan güce karşı kamuoyunu harekete geçirmek için hiç bir şey yapamadı .Bu durum sarayından bir hafta çıkamayan sultanı ve pusuda bekleyen savaş yanlılarını harekete geçirdi. Dünyanın gözü önünde hükümet ve devlet elele ellerinde sadece keleşleri olan gençlere ve onların şahsında tüm Kurdistan'a soykırım denemesi yaptı.

Demirtaş'ın bu söylemi ve bu çıkışı  güzel ama yetersiz, HDP bu söylemin altını hem Türkiye için hem de Kürdistan için doldurabilmek için harekete geçmeli. Durduğu her an sistem kendisini toparlayacak olan yeni bir savaşın arka planı için uğraşıyor. Eğer barış çabası yoksa PKK bu savaş çağrısını kabul etmekten başka çaresi yok, bunu unutmamak gerekir. Demirtaş'ın şehir savaşları istemiyoruz söylemi bazı ucuz siyasetçiler için PKK karşıtlığı olarak değerlendirilse de yukarı da söylediğim gibi bu asıl hükümetin ve devletin savaş çağrısına karşı atılmış bir adımı ifade ediyor. Hükümet ve devket bu yeni başlatacak olduğu savaş ile zayıflamış gücünü toplamak istiyor bunu asla kulak ardı etmeyin.

Barış ile kalmak için, barış için çabalayın.

......................................................................................

Varlığımız Türk Militarizmine Kurban Olmayınca


Osmanlı Ocakları Genel Başkanı Hayrullah Beyazıt, “Fetullah Gülen Ermeni’dir demiş.

Geçmişte Rum olduğumu bilmediğim zamanlarda, bu devlet, bu bayrak ve millet için olduğunu düşünüp Kürt halkına karşı savaşın bir parçası olmuştum. İlk dönemde sorun yoktu, iyi yürüyor ve iyi nişancıydım çünkü.

Komando isen bu vasıflar çok önemlidir. Sonra bir büyük çatışmada ayağımdan vurularak birliğimden ayrı düştüm. Askeri birlik arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Ben ise “Vatan Millet Sakarya” şiarı ile göğsü dolu şekilde arkalarından baka kaldım.

Zamanında bu yaşadığım hikayeyi çok kez anlatmıştım fakat o dönemler asker böyle şey yapmaz, devlet böyle şey yapmaz diyerek birçok insan bana burun kıvırmıştı.

Osmanlı’dan beri asker hep siyasetin içerisinde olmuştur. Bu durum Osmanlının son döneminde daha görünür olmuştu. Ondan sonrasını da bilmeyen yoktur. Bugün başarılı olmayan bir darbe sürecinin ardından sık sık şunu duyuyoruz. ’Asker kendi insanını nasıl bombalar, nasıl kurşunlar’. Yani kamuoyu militarist bir kurum olan askerin ve ordunun belki de uzun aradan sonra gerçek yüzü ile karşı karşıya kaldı.

Fakat gerçek yüzü ile karşı karşıya geldi dediysem, kendisi de bu sürecin bir parçası haline geldi. Sivil gibi durup karşı bir çıkış yapsa da ordu ve gelenekçi militarist yapının aynı kodları ile karşı çıkış yaptı. O yüzden bunu fırsat bilerek Osmanlı Ocakları ‘Fethullah Gülen özbe öz Ermenidir’ çıkışı yapabiliyor.

Ben 90’lı yıllarda komando askeri olarak savaştığım sürece herkes tarafından gururum istemediğim kadar okşanıyor ve övgülere mazhar kalıyordum. Hatta iyi hatırlıyorum keskin nişancı eğitimi alırken bir kez ödüllendirilmiştim. Ta ki Kele Meme dağında yaralandığımda ulu orta öyle bırakılıncaya kadar.

Sonra mı, sonrası PKK’ye esir düşme sürecim ile birlikte tüm yaşanmış ezberlerim sona erecekti.

Militarizm ile hesaplaşma sürecimin miadını da ifade eder aslında o süreç, neyse devam edecek olursak, bugün toplumun yaşadığı ve tamamlanmış olan militarizasyonun biz de birer parçası olarak savaşa dahil olmuştuk.

Bugün askerin gerçekleştirdiği darbe sürecine karşı duranlar, nasıl asker ile aynı dilden konuşarak cadı avına başlamış ise o günlerde biz de benzer duyguya sahiptir. Aslında uzun bir süreç ile o duygu bizim içimize yerleştirilmişti. Türk hariç her şeyden nefret duygusu.

Biz de askere geldiğimizde PKK’nin arkasında Ermenilerin olduğunu düşünürdük. Hatta askerde sünnnetsizler avına dahi çıkmıştık. Çünkü PKK her ne kadar Kürt amacı ile yola çıktığını söylese de biz büyük Ermenistan için mücadele yürüttüklerini düşünüyorduk. Bizim sünnetsizler avımızın asıl nedeni oydu.

Zaman ile Kürt halkına ve Kürdistan’a devletin ve zamanın hükümetinin yöneliminin ne anlama geldiğinin farkına vardığımda, Kürt illerinde Kürt halkına ve yaşadıkları köy ve şehirlerde devletin neler yaptığını anlatmaya başladığımda, devlet birden benim Rum olduğumu fark etti. Televizyonlarında bunu işlemeye başladılar. Bu aslında gerçekten benim Rum olmam ya da olmamam ile ilgili bir durum değildi. Türk halkına ve diğer halklara geçmiş tarihten beri yüklenen militarist kodlama ve anlam ile ilgili bir şeydi.

Bu militarist kodlamada "Türk, devleti için her şeyi, tüm varlığı ile savaşır"ken; "Rum, Ermeni, Kürt, alevi ve diğer inançlar tam tersi şekilde hareket ediyor"du. O yüzden darbeci olan askerin elbisesi çıkarılıp don külot bırakılıyordu. Nasıl o askerin elbisesine yüklenen kodlama anlam Türk’ü ifade ediyorsa, Fethullah Gülen de en az o darbeci askerler kadar çıplak bırakılmalıydı. Nasıl ki kapitalist militarizmin çıkarlarına 90’lı yıllarda ters düştüğümde yirmi sene içerisinde bana zorbalık ile giydirilen Türk deli gömleği bir anda benden yine o denli zorbalık ile alınıp Rum olduğum hatırlandı ise, şimdi Fethullah Gülen’e benzer şey yapılıyor.

Türk militarist sistemi için varlığımızın tek bir anlamı var o da ona hizmet etmemizdir. Ne olduğun, ne kadar varlıklı olduğun, daha önce ona ne kadar hizmet ettiğinin bir anlamı yok, onun çizdiği, onun belirlediği şeyden fazlasını isteğinin zaman, o zaman düşman hukuku devreye giriyor ve ne olsa bu sondan kurtulamıyorsun.

Yani ne idüğü belli olmayan Osmanlı Ocakları’nın kendisi yeni bir kurum olsa da devraldığı şey bu Cumhuriyet’ten de eski bir yöntemdir. Bu yüzden kapitalist militarizm ile tam olarak yüzleşmediğimiz sürece, bu ve benzeri şeyler ile sürekli karşı karşıya kalacağız.

Darbeciler başarılı olsaydı muhtemelen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “afedersiniz ama Rum” olacaktı ve her türlü açıklama yine oluşturulmuş bu nefret dili ile yapılacaktı. Bana yapılmak istenen bu militarist nefret dili ile kendi varlığımı inkardı. Ben devletin beni etki altına alacak mekanizmalarından uzak olduğum için bundan kurtuldum, bana ve aileme yüzyıllarca süren nefret saldırısı ile yüzleşme fırsatı buldum.

Şimdi Fethullah Gülen’in suçlu olup olmaması ayrı bir şey, fakat Gülen üzerinden topluma yapılmak istenen de aynı şey, kapitalist militarizm kendine yönelen saldırıya karşı, aynı dil ve yöntem ile savunmada: Irkçılık!
.............................................................................

Roboski Davası Üzerine Bir Önerim Var

Darbe girişimi sonrası tutuklanan eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Akın Öztürk ile eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in, Roboski’de katledilen 34 sivil köylünün hava bombardımanıyla öldürülmesi ve darbeye teşebbüs suçlarından yargılanması istemi ile Çağlayan'daki İstanbul Adalet Sarayı'na gelen avukat Müşir Deliduman, suç duyurusu dilekçesini Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmek üzere İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na sundu.

Şimdi darbe girişimi ile çok şey söyleyemiyorum, o duruma ilişkin bilgilere sahip değilim. Fakat uzun yıllardır Roboski için mücadele yürüten bir aktivist olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, sorumluluk açısından bakıldığında İdris Naim Şahin ve General Akın Öztürk'ün Roboski ile alakası aşağıdakilerden çok sonra gelir:

Roboski'nin katliamının en üst düzey sorumluları;

1) (Dönemin başbakanı) Recep Tayyip Erdoğan Roboski katliamı sonrası katliamı gerçekleştiren Genelkurmayı kutlayarak Roboski katliamını gerçekleştiren Genelkurmayı sahiplenmiş, böylece Roboski katliamının siyasi sorumluluğunu da üstlenmiş oldu. Recep Tayyip Erdoğan Roboski ile ilgili mücadele yürüten her kesimi birçok kez hedef aldı.

2) (Dönemin Genelkurmay başkanı ) Em. General Necdet Özel gelen tüm doneleri araştırdıktan sonra Roboski katliamının yapılmasına olur verdi. Genelkurmay eski başkanı Necdet Özel ise yine katliamı gerçekleştiren pilotların bağlı olduğu Hava Kuvvetleri komutanı Org. Mehmet Erten'e katliam ödülü vermişti.

3) (Dönemin Genelkurmay ikinci başkanı)Genelkurmay başkanı Org. Hulusi Akar da MGK toplantısında olan Necdet Özel'e var olan bilgileri ve haritayı göndermiş, hava hareketine onay istemiştir.

4) (Dönemin Genelkurmay İstihbarat başkanı ) Org.Yaşar Güler görüntüleri izleme merkezine giderek heron görüntülerini izlemdi. Genelkurmay’da bulunan 2. Analiz ve Değerlendirme Dairesi Başkanı olan Tuğgeneral Ali Rıza Kuğu tarafından bölge ile ilgili istihbari bilgiler ve bölgedeki son faaliyetler ile topçu atışının kabulüne ilişkin bilgiler verildi.

Daha sonra burada ne yapılması gerektiği tartışıldı, bu tartışmaların sonucunda Org. Yaşar Güler de oradakilerin PKK'li bir gurup olduğunu savundu ve yetkililerce hava harekatı için karar alındı. Yaşar Güler almış olduğu kararın ardından bu karara olur almak için dönemin Genelkurmay ikinci başkanı olan Org. Hulusi Akar'ın makam odasına gitti.

Roboski katliamı gerçekleştiğinde dönemin başbakanı Erdoğan ve nerede ise tüm hükümet kabinesi Roboski katliamını savunmuşlardı. O dönemde İdris Naim Şahin içişleri bakanıydı. Uzatmadan İdris Naim Şahin de sivil köylüler için bunlar PKK'nin kaçakçıları anlamına gelen bir cümle ile katliamı savunmuştu.

Uzun iktidar savaşları sonrası İdris Naim Şahin AKP'den ayrılarak ayrı bir parti kurdu. Daha sonra AKP karşıtı söylemleri ile gündeme gelmeye başladı. AKP ile birlikte hareket ederken Roboski katliamını savunan Şahin daha sonra Roboski katliamında Genelkurmay'ı yanıltan MİT'i sorumlu tutmuştu. Hatta bununla ilgili Meclis'te de bir açıklama yapmıştı.

Genelkurmay başkanlığı Roboski katliamının önce MİT'ten gelen bilgi ile yaptığını kabul etse de daha sonra, bu durumu önce Mit yalanlamış, daha sonra askeri yargılama esnasında nerede ise MİT görünmez hale gelmişti.

Acaba, yakalanan Gülen Grubu ile ilişkili bir binbaşının görev yerinin Roboski sınırındaki bir birlik olması ile harekete geçen hükümet ve ona yakın medya, bu binbaşıya Akın Öztürk ve İdris Naim Şahin'i de ekleyerek Roboski katliamını Gülen hareketine yıkmak mı istiyor? Bunun için mi, kim olduğu bilinmeyen bir avukat tarafından darbe sürecine dahil olmaktan ve Roboski katliamı da dahil birçok cinayeti gerçekleştirdikleri iddiası ile İstanbul adliyesine suç duyurusunda bulunuldu?

AKIN ÖZTÜRK DEĞİL MEHMET ERTAN

O dönemki hava kuvvetleri komutanı Org.Mehmet Ertan olmasına rağmen, sık sık Akın Öztürk ismini duyduk ve hala da duymaya devam ediyoruz. Oysa o dönem katliamdaki başarısından dolayı Genelkurmay başkanı Necdet Özel Hava Kuvvetleri komutanı olan Mehmet Ertan'a ödül dahi verdi. Dönemin başbakanı da yine katliamdaki başarısı yüzünden Genelkurmay başkanını tebrik etti.

Tüm bunlara rağmen ısrarla darbe girişiminde 1 numara diye adlandırılan Akın Öztürk Roboski katliamı ile ilişkilendirilmeye çalışıldı. İşte bugün de bir avukat tarafından hakkında suç duyurusu geldi. İdris Naim Şahin, tutumlarından dolayı pek de sempati duyduğum birisi değildir. Hatta döneminde yaptığı açıklamalardan dolayı yargılanması gereken bir kişi olduğuna da inanıyorum. Fakat iş hukuki sorumluluklara gelince orada durup iki kere düşünmek gerekiyor.

Hükümet ve ona yakın medya yıllardır verdiğimiz mücadeleyi istismar edip, bu durumun üzerinden geçmişte olduğu gibi rant devşirmeye mi çalışıyor acaba? Çünkü, Roboski katliamında askeri anlamda düşünüldüğünde Eski genelkurmay başkanı Necdet Özel ve yine döneminin genelkurmay 2. başkanı Hulusi Akar'dan sonra üçüncü sırada hukuki anlamda sorumluluğu olan eski Genelkurmay istihbarat dairesi başkanı Org. Yaşar Güler, dün yapılan YAŞ kararları sonrası Jandarma Genel Komutanı yapıldı.

EĞER SAMİMİYSENİZ HODRİ MEYDAN

AKP hükümeti ve beş sene aradan sonra bugün büyük bir hevesle Roboski katliamının çözülmesi için uğraşanlara bir samimiyet önerim var. Biz aradan beş sene geçmemiş gibi varsayalım ve Roboski aileleri dahil bizleri engellemek için hiçbir şey yapmadığınızı da varsayalım.

Demagoji ve diğer duygusal şeyleri bir tarafa bırakalım, bugün hiç olmadığınız kadar güçlüsünüz, her şeyi yeniden kendi istediğinize göre dizayn yapabilecek kudrete de ulaştınız. Biz bunu da demokrasi kazancı olarak varsayalım, o binbaşı da dahil olmak üzere kamuoyunun önüne taşıdığınız İdris Naim Şahin de dahil hiçbirinin bu katliamda hukuki sorumluluğu yok, fakat onlar da yargılansın, o dönem hava hareketi düzenleme kararını alan ve onay için Org. Hulusi Akar ve Org. Genelkurmay Necdet Özel'in de onayını alan bugün Jandarma Genel komutanı yapılan Org. Yaşar Güler de dahil tüm komuta kademesindeki isimler yargılansın.

Tabi dün olduğu gibi bugün de bu kişilere sahip çıkarak siyasi sorumluluğu kabul eden siyasi erk de beraberinde yargılansın.

Tüm bu dediklerime onay veriyorsanız, bizim de bugün yapılmaya çalışılan bu yargılamayı gönülden destekleyeceğimizi buradan duyuruyorum.

Bu söylediklerime bu güne kadar Roboski katliamının aydınlatılması için mücadele yürüten hiç kimse karşı çıkmayacaktır.

Sizin amacınız bağcıyı döğmek değilse, yani sadece adalet ise hodri meydan!

Bu önerime ne diyorsunuz?....
............................................................................................

Roboskililer Ders Vermeye Devam Ediyor

Çoğu ırkçının, ulusalcı şovenistin, dinci faşistin anlamayacağı bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bugün Roboski katliamında kardeşini kaybeden bir can ile sohbet ediyordum. Yine darbeciler ile mücadele adı altında histerik şekilde televizyonlarda ağzı burnu kırılmış asker görüntüleri vardı. Hatta darbecilerin lideri diye sunulan Akın Öztürk bir yanlış anlama ile Roboski katliamı ile de anılır olmuştu. Onun görüntüleri de vardı.

Kardeşini aldıkları emir doğrultusunda acımasız şekilde öldürenler askerler olsa da, onları o şekilde görmeye yüreği dayanmadı, bunlar insanlıktan çıkmış, bir insan nasıl bu şekilde davranır diye askerlere ayaküstü işkence edenlere karşı çıkıştı.

“Neyse suçu yargılansın ve gereği neyse yapılsın, bu şekilde işkencenin anlamı nedir” diye sordu. Fakat o soruyu yukarıda söylediğim gibi ne ırkçısı anlayabilir ne de diğer şovenist ve dinci faşisti.

Bir kere daha ne kadar doğru yerde mücadele ettiğimi anlayıp, çaktırmadan gururlandım. İnsanlığın kurtuluşunun Roboski'de kardeşini kaybeden bu kız kardeşin yaklaşımında olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İnsan hakları savunucusu olarak bir kere daha Roboski'de yakınını kaybeden ablanın çok naif ifade ettiği gibi, “işkence insanlık suçudur, kim olursa olsun işkenceyi hak etmez” diyorum. Her kim olursa olsun baştan suçlu ilan edilemez, herkes için adil yargılama yapılmalı. Hiçbir koşul işkenceyi ve işkenceciyi haklı kılmaz, bunu unutmamak gerekir.

Bu rejimin ve askerin mağduru olmuş birçok insan belki bu görüntüleri izlediğinde, bu az bile diyen bir çoğunluğun var olduğunu biliyoruz, keşke daha fazla yapsalardı denildiğini sosyal medyadan da izledik. Bu görüntüleri bize servis edenler, kamuoyu gözünde şiddeti, işkenceyi normal hayatın akışıymış gibi kabullenmemizi istiyorlar. Neyin mağduru olursak olalım asla böyle bir barbarlığı kabul etmeyelim.

Unutmayın geçmişte aynı şeyler yapılmış ve toplumun vicdanında gözaltında şiddet ve işkenceyi normal bir şeymiş gibi kabul ettirmişlerdi. Onların gözünde bir suça karışmış isen işkence ve şiddet görmeyi de hak ediyorsun anlamına geliyordu. Gözaltında bu tür gayri hukuki ve gayri insani şeylerin sona ermesini istiyorsak bu görüntüleri bize servis edenlerin oyununa gelmemek gerekiyor. İnsanlıktan çıkmak istemiyorsak ilkesel olarak gözaltında uygulanan her türlü işkenceye her ne nedenle olursa olsun karşı çıkmamız insanlık görevidir.

Roboski'de yaşanan katliamı anlatmaya dilimiz varmaz. Anneler çocuklarının parçalarını eteklerinde topladılar. Fakat toplumsal vicdanları öyle güzel oluşmuş ki sap ile samanı birbirinden çok güzel ayırmasını öğrenmişler. Bunda Kürtlerin özgürlük mücadelesini rolü çok büyük. Aralarında kendi çocuklarının katillerinin olabileceğini bildikleri halde adaleti sadece kendileri için değil herkes için istiyorlar.

Yıllarca süren savaştan Kürt halkı, Roboski halkı çok büyük deneyimler çıkarmış, biraz insan kalmak istiyorsak bu deneyime kulak vermeliyiz.
........................................................................................

Bu Bayram Kanlı Bayram


ildiğimiz faşist güruh gerilla öldürse zaferini ya başını, ya da kolunu keserek kutlar ve bildik kurt işareti yapar. Bugün ya da AKP hükümetinin Suriye-Rojava’da başlayan savaşa kendisini dahil etmesi ile yeni ortaya çıkan bir güruh var ki sivil, asker, gerilla onun için fark etmiyor. Her şeye kendisine yarıyor, ya da yaramıyor şeklinde yaklaşıp, faydalanamadığı her şeyi yok edebiliyor.
YENİ BİR İSLAMCI-FAŞİST BİR GÜRUH HORTLUYOR
Bu durum öncelikle AKP hükümetinin Rojava’da bulunan Kürt bölgesine karşı desteklediği radikal dinci paramiliter güçler tarafından daha önce Kobani-Gre Spi ve Afrin kantonlarına sızmak isterken kazara asker engellemeleri sonrası ortaya çıkan bir durumdu. Asker ile muhalefete düşen Işid ya da El-Nusra çeteleri askerlerin kafalarını keserek öldürmekten çekinmedi.
Bu çetelere özenen hatta bazen özenmenin ötesinde bizzat örgütleyicisi yine bu çetelerin olduğu bir anlayış Türkiye’de hayat bulmaya başladı. Radikal dinci grupların Türkiye’de bir geçmişi var fakat bu örgütlerin bu devletin kolluk güçlerine karşı bir yaklaşımı söz konusu değildi. En azından büyük olan çoğunluğun böylesi durumu söz konusu değildi. Işid çetelerinin Türkiye’deki yayın organı ‘Konstantiniye’ dergisi bundan sonra askerin de hedef olabileceğini gösteren birçok makaleye ev sahipliği yaptı.
15 Temmuz darbe girişimine karşı Devlet yetkililerinin halkı sokağa çağırma metotlarına bakarsanız aslında seküler yurttaşlardan çok şu an ki hükümetin var olan inancına mensup insanlara yapıldığı açıktır. Camilerden fetih anonsları eşliğinde Ankara ve İstanbul’da ne kadar irili ufaklı tarikat ve radikal guruplar varsa zikir ve şeriat özlemleri içerisinde sokağa indiler. Daha sonra ise bu yeni yaklaşımın, bu yeni güruhun davranış biçimlerini gördük. Eski milliyetçi güruh ile arasındaki farkları da yine aynı gün ki eylemlerde gördük. Bu yeni güruh ile eski güruh arasında bazı aynı özellikleri olmak ile beraber, yeni İslamcı güruhun çok daha provakatif özellikleri olduğu ortada, uzun vadede ise Türkiye’de çok kötü kamplaşmaların da habercisi olduğunu da kabul etmek gerekiyor.
Bunu neden mi söylüyoruz, aynı günün akşamında bu güruh hem Suriyelilere hem de alevi yurttaşların olduğu bölgelere saldırı yapmak istedi. Suriye ve Rojava bahane edilerek bu tür radikal guruplar geçmişten beri destekleniyor ve herkes çok iyi biliyor ki Türkiye’de birçok yerde artık bağımsız eylem yapacak düzeye geldiler. Bundan sonra bu güçleri belli zamanlarda devletin milis güçleri olarak da göreceğiz, gerektiğinde de bağımsız eylemler de yaptığını ve bundan sonra da yapacağını üzülerek söylüyorum ki göreceğiz.
Şimdi bu asker halkın çocuğu değil miydi? Zorunlu askerlik ile orada bulunan kişinin bu emiri uygulamaması gibi bir durum nasıl söz konusu olur? Bu asker Kürdistan’da ölse bu askerin annesi babası hatırlanmayacak mıydı? Bu askerin sevgilisi, nişanlısı yok mu, araştırılmayacak mıydı? 15 Temmuz günü bir şeyin miladıdır ama asla demokrasinin değil, AKP hükümetinin öngördüğü toplum modeline geçiş sürecinde dikenlerin ayrıştırılmasının miladıdır olsa olsa. Bu sokaklarda öldürülen, linç edilen askerler olsa olsa bu sürecin kanlı kurbanı olabilirler. Koparılan yaygaranın dışında AKP hükümeti için kim ölmüş dertleri değil. İster gerilla olsun, ister asker olsun, yeter ki işleri görünsün.
15 TEMMUZ’A BAŞKA BİR BAKIŞ
Muhtemelen 15 Temmuz girişimine neden olan süreç ileride aydınlanacaktır. Fakat yeni çıkan bilgilere göre Cumhuriyet Savcılığı’nın 15 Temmuz girişimcilerine karşı operasyon hazırlığı varmış. Kolaylıkla kontrollü şekilde bu operasyon bu subaylara daha önce sızdırılarak harekete geçmeleri noktasında bazı güçler ile ikna edilebilirlerdi. Paniğe kapılan onlarca subayın harekete geçmeleri sağlanacak ve daha sonra sızdırılan ve güvenilir dedikleri bazı bölgeleri geri çekip şov eşliğinde demokrasinin zaferi şiarı ile bir taş ile bir sürü kuşu vurmuş olacaklar. Bu elbette sadece bir iddaa belki sadece kendileri ile ilgili operasyon yapılacağını biliyorlardı. Bu yüzden de bunu önlemek için önce onlar hareket etti ve hazırlıklar tam olmadığı için de darbe girişimi yarım kaldı.
Hükümetin dünya ülkeleri tarafından bu kadar tecrit edildiği bir süreçte, böylesi bir manevra alanı AKP hükümetine can suyu gibi olacaktı, aslında aylar öncesinde Washington Post böylesi bir olasılığa değinmiş ve hükümetin de destekleyeceği bir darbe yapılabilir demişti. Biz hükümetin içerisinde mi yoksa dışında mı olduğu bir darbe girişimi bunu bilme imkanımız şimdilik yok. Fakat hükümete kazandırdıkları imkanları söyle söyle bitmez. Mesela ülke de artık Cumhurbaşkanını demokrasi kahramanı ilan edilecek, başkanlık sistemi her zamandan şimdi daha yakın, her zamandan daha fazla polisiye tedbirler geliştirilecek, yetkilerin tek adamda toplanması için altın tepside bir çok imkan da beraberinde gelecek, demokrasi zaten rafa kaldırılmıştı, artık o raflarda unutulacak.
KANUNSUZ EMİR DE NE?….
Tekrar Türkiye’de asker içerisinde işleyen ve birçok kez teşhir edilen hiyerarşi zulmüne geri dönelim. Sakarya valisi gözaltına alınan askerlere bağırarak “kanunsuz emir diye bir şey duymadınız mı?” diyor. Ey Sakarya valisi 90’lı yıllarda binlerce köy yakılırken, on binlerce insan öldürülürken kanunsuz emir aklınıza geldi mi? Her şey işinize nasıl gelirse öyle, kanunsuz emirin ordu gibi katı hiyerarşisi olan yerde tamamen kadük olduğunu bilmeyen mı var?  Hele bir de askere zorunlu gelmişsen yapabileceğin hiçbir şey yok.
Bunu en iyi ben biliyorum, Roboski anması için katliamın 500. Günü Roboski sınırına katliamın olduğu bölgeye gidiyoruz. Sınıra yaklaşık bir kilometre kala önümüz askerlerce kesildi. Askere ne yapmak istediğimizi defalarca anlattık. Asker biz de emir kuluyuz dedi ve bize dönerek askerlik yapan varsa beni anlar, hiyerarşi var ve verilen emiri uygulamama gibi bir durumum yok . Ben de ileri atılarak Yarbay’a ben de bu bölgede 90’lı yıllarda askerdim ve sizin dediğiniz gibi her verilen emri harfiyen yaptım ve ne çıktı ortaya biliyor musunuz ?milyonlarca insan göç etti benim yaptıklarımdan dolayı, binlerce insan yaşamını yitirdi. Binlerce köy boşaltıldı. Tüm bunlar ben tüm verilen emirleri uyguladığım için oldu. Aslında belki biraz cesaretimi toplayabilsem ve bu emir kanunsuzdur desem belki bugün yaşananların çoğu olmayacaktı. Şimdi siz belki de şimdi olduğu gibi Roboski katliamında, Roboski sınırından Türkiye’ye geçmek isteyenlerin sivil olduğunu bildiğiniz halde, emri uygulamayı ret etmediniz ve katliamın sorumluluğu ve Roboski şehitlerinin kanı elinize bulaşmış oldu. “O gün bu kanunsuz emiri uygulamasan gençler yaşıyor olacaktı” dedim. Yarbay yutkundu ve cevap veremedi.
Düşünün ki bu basit bir er değil orta rütbeli bir subay ve kanunsuz emiri uygulayamıyor. Ve bağırıp, çağırıp, sokaklarda kafasını kesip başında poz verdiğiniz asker sadece erbaş olan kişilerdir. Nasıl bir ruh hali ile sokaklara çıkmış iseniz gözünüz kimseyi görmüyor.
İnsanlıktan çıkmış durumdayız, bu kutladığınız neyin zaferi, bu kanlı bayram fakat senin için değil, egemenler bu kanın üzerinden rantını toplarken, sen küçük adam evet sen öldürdüğün askerin başında köpek işareti yapan sen, yarın yine emek koşulları en berbat işyerine dönüp, aç olan karnını doyurabilmek için günde 12 saat, 14 saat çalışıp aldığın asgari ücret ile ay sonunu getiremeyeceksin.
Birgün canına tak ettiğinde bu gidişata dur demek için meydanlarda hak aramak için yürümek isteyeceksin, sonra seni gaza getirip bu askeri öldürüp başında poz vermen için meydanlara çağıranlar seni belki de o meydanlarda aynı şekilde öldürecekler ve birisi gelip bunu zafer sanıp senin ölü bedeninin yanında aynı bu şekilde poz verecek.
Ah bee küçük insan sana ne diyeyim, şimdi anlat bakalım asker çocuğunun kanlı bedenine sarılan babaya, neden öldürdün insanlığını anlat bakalım.
ASKERE GİTME İNSANLIKTAN ÇIKMA
Egemenler sık sık şu yalana sarılır, ‘asker ocağı peygamber ocağı’ en kutsal yer yaklaşımı sunarlar ve onlar için silah kuşanıp düşman gördükleri kişileri kendisi adına senden öldürmeni isterler. Egemenler kendi çocuklarını türlü yalanlar ile  bu’ kutsal ‘ yerlerden kaçırmak için her türlü tezgahı yaparken, savaşlardan hiç bir çıkarı olmayan emekçilerin kendi çıkarları için ölmesini bekler. Bazen de egemenler arasında savaşın orta yerinde kalırlar. Bugün olduğu gibi, aslında Kürdistan dağlarında bir başka halkı yok etmek için yürütülen savaşta ölmüş olsaydı o asker, muhtemel ki, herkes önünde saygı ile eğilerek ve şehitliğin güzelliğinden ve nimetlerinden bahsedecekti. Olmadı ve tatbikata deyip çıkartılıp, egemenler arası bir çatışmanın orta yerinde terk edilince vatan haini diye linç edilerek öldürüldü. Hükümete yakın gazeteler, bu sefer askerin annesi ya da babasını hatırlamadı, tam tersine ölü asker resmi sunularak, darbe girişimcilerinin kafası koparıldı manşeti atıldı. Sanki orada olan askerin bir seçimi varda ona karşı zafer nidaları atıldı.
Aslında tüm bu kanunsuz emir bilmem ne safsataların dışında savaştan hiç bir çıkarı olmayan genel çoğunluğun bir seçimi mevcut, bu seçim aynı zamanda onların sürekli kullandığı darbe dinamiğinin sonu da olabilecek bir seçim bu. Toplumun bu delilikten çıkışının biricik seçimi mevcut.15 Temmuz’u herkes kendisine çeşitli nedenler ile milat alıyor.
Bizler de savaşın darbelerin ve militarizmin kötülüklerine bu vesile ile şahit olanlar, bu süreci kendimize milat alarak kötülüklerin kaynağı olan militarizmin tüm kurumlarını ret etmeliyiz. Başkaları için ölüp, öldürmeyi ret etmeliyiz, halkların şiddet yolu ile bağlarının koparılmasını ret etmeliyiz. 15 Temmuz’da yaşanan kötülükler bizi Sur ile, Cizre ile, Şırnak ile, Gever ile empati yapmaya götürmeli. Bugün vatan haini olarak yargılanacak birçok general dün sokağa çıkma yasağı uygulanan kentlerde ki yaptıkları katliamlar için kahraman ilan edilmişti unutmayın. Egemenler arası savaşın kazananı sadece bir avuç elittir, onun dışında kalanlar sadece bu savaşın bedelini öderler bunu unutmayın, orada kanlı gövdesine sarılmış olan babanın kucağındaki o asker bunun bedelini ödedi. Tabii elinde silah ve diğer savaş baltaları ile asker avına çıkan zavallı küçük insan da, insanlığından çıkarak bunun bedelini ödedi. Kazanan mı kim bir avuç iktidar oligarşisi, kaybeden ise tüm insanlığımız, bu yüzden savaşların böylesi kirli bir savaşın parçası olmak istemiyorsak militarizmin tüm kurum ve anlayışları ile ret etmemiz gerekmektedir. Bugün daha büyük bir ses ile askere gitme, egemenler arası savaşa ortak olma diyoruz. …
#AskereGitme #VicdaniRetHaktır

........................................................................................

Nerede Kalmıştık?


Türkiye hukuk sisteminde delilden zanlıya doğru  ilerleme devri tekrar askıya alınarak, zanlıdan delile gitme dönemi tekrar başladı. Dün sokağa çıkma yasağının başladığı Roboski'de ve Gülyazi köyünde evimize gelip, arama yapmanın başkaca açıklaması yok. 

Önceden bir şikayet mi  vardı. Ya da yaptığımız,  yazdığımiz  bir yazı mı  ihbar sayıldı. Elbette dün  evimizin basılmasınin nedeni bunlardan hiç biri değil. İnsan hakları savunucusu ve gazeteciler olarak Sevgili Meral Geylani ile birlikte yıllardır Roboski'de yaşıyoruz. Bu durumdan elbette rahatsız olan  kesimler de var . Şimdi  bu güçler bir taraftan  böyle düşünüp yani hasmane duygular  hissedip hareket edebilirler. Onlara fazlaca bir şey söyleyecek durumumuz yok. 

Umuyoruz ki aynı durum yargının içerisinde yer alan bazı kesimler içinde böyle değildir. Elbette tüm yargıyı bunun içerisine dahil etmiyoruz ki aynı yargı sistemi hiç bir somut iddaa olmadığı gerekçesi ile bizi serbest bıraktı.Fakat insan ve doğa merkezli verdiğimiz hak ve adalet mücadelesini başka yerlere çekmeye çalışarak yaptığımız mücadele bilinçli marjinize edilmeye  çalışılıyor. 

Nasıl ki  PKK ile mücadele adı altında sağın solun yakılıp , sivil insanların ölümüne neden olup, kentler  yok edilmişse, Roboski katliamı sonrası, Roboski katliamına ve diğer katliamlara dikkat çeken ve tekrar barış sürecine çağrı yapan 'Roboski'den Ankara'ya barış yürüyüşü ' sonrası insan ve doğa merkezli hak ve adalet mücadelesi için yerleştiğimiz Gülyazı köyünde verdigimiz mücadele de aynı kesimlerce yine PKK ile mücadele adı altında geldiğimizden  beri marjinize edilmeye çalışılıyor.

Şimdi elbette mücadeleye kaldığımız yerden devam edeceğiz. Devletin PKK ile mücadele adı altında şehirleri yakıp yıkmak, sivil insanları öldürmek ya da ölümüne sebeb olmak Kürt halkının temel sorunlarını nasıl çözmüyorsa hatta dahada içinden cıkılmayacak duruma sokuyorsa, bizim verdiğimiz mücadeleyi çeşitli yol ve mekanizmaları kullanarak marjinize etmeye çalisma ,ya da bizi hapishaneye atma çabalarınız, Roboski'de 28 12.2011 tarihinde gerçekleşen ve 34 sivilin katledilmesini ortadan  kaldırmayacağı gibi, burada yaşanan katliamı ve travmayı daha da derinleştirirken, Roboski katliamından sonra yaşanan  devlete olan güven bunalımını ise daha da arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

Bu saldırı ve baskılar bizim buradaki varlığımızın ne kadar doğru oldugunu da göstemiştir. Burada hak ve adalet  mücadelesi veren bizler ile uğraşmak yerine, burada sorunların daha derinleşmesi istenmiyorsa  devletin bir an önce Roboski katliamı ile yüzleşmesi gerekmektedir. Geçmiş yaşadığımız deneyimler bize şunu gösterdi ki  zabıtayi yöntemler  ile  Kürt halk meselesi cözülememistir , çözülmeyecektir. Roboski'de hak ve adalet mücadelesi yürüten aktivistler olarak tarafları onurlu bir barış için, üçüncü bir devletin hakemliğinde savaşa son vererek masaya davet ediyoruz.

......................................................................................

Rusya ve İsrail İle İlişkiler Neden Değişiyor?


Türkiye'nin Rusya ve İsrail ile ilişki geliştirme nedeni IŞİD’e karşı mücadele değil yeni bir Kürt karşıtı konsepttir. Rusya’nın genel tavrı Suriye hükümetinin ortaya koyduğu paradigmadır.

Bu paradigma şöyle; 1) Her şeye rağmen Esad Suriye’de iktidarını korumak istiyor 2) IŞİD ve El-Nusra gibi güçlerin zayıflatılması ve yapılabiliyorsa yok edilmesi 3) IŞİD ve El-Nusra gibi çeteler yüzünden fazla dokunmadığı Suriye’nin kuzeyinde oluşan Rojava’daki bölgesel oluşuma karşı da çeteler zayıflamaya başladığı an tavır almak. Hatta gücü yeterse bu bölgelere yada kantonlara saldırmak.

Bunun dışında Rusya'nın Kürtlere özel bir ilgisi yoktur. Kürt güçleri IŞİD’i zayıflattığı için Rusya tarafından destekleniyor. Rusya Türkiye ile ilişkilerin düzelmesine bu düzlemde bakıyor. Bu yüzden ilerleyen günlerde Türkiye açısından Esed Esad’a dönüşecektir. Buna kamuoyu hazırlıklı olmalıdır.

Rusya-Suriye-Türkiye, Kürt bölgesinin inkarında yani bu düzlemde anlaşabilirler. Bu yüzden ideolojik olmasa bile pragmatist olan AKP hükümeti IŞİD’e karşı bir pozisyona düşebilir. Bunu sevdiğinden değil, değişen konjonktür onlara yaptıracak. Nasıl ki Kürt bölgesi, Kürt kazanımları olmasın diye her türlü El-Kaide çetesine destek vermişseler, değişen konjonktür fakat aynı neden yüzünden yani yine Kürt kazanımlarını engellemek için IŞİD karşıtı bir pozisyona istemese de düşecek.

Dediğim gibi eğer bu yeni ittifak tutar ve devam ederse dediğim şeylere hep beraber şahit olacağız. Yani klasik bir Türk uyanıklığı ile alavere dalavere Kürt Memed nöbete oyunu oynanabilir. CHP ve MHP böylesi bir senaryoya havada karada destek verirler. Bu planda Kürt halkı hariç herkes kendi kazanımını arttırmak istiyor.

Anlattığım denklemde Amerika yok, Rusya kendi emperyal çıkarı gereği Esad'ın da başında olduğu Amerikan karşıtı olan kendine yakın duran daha güçlü bir Suriye istiyor. Amerika ise asla böyle bir durumu kabul etmez, edemez, bu Amerika için tam bir yenilgi sayılır. Ayrıca kendi karşısında güçlü bir Suriye bu süreçten sonra kabul edeceği bir durum değil, bu durum Amerika'yı Rojava Kürtlerine daha fazla yaklaştırır tabi isteklerine de öyle.

Uluslararası kamuoyunda karizması komple çizilen AKP hükümetini bu manevra kurtarabilecek mi ? Söz konusu Ortadoğu olunca biz birçok masa başı hesaplarının sahada tutmadığını gördük. Yeni bir Kürt karşıtı ittifakın ömrünün en azından Amerikasız ne kadar süreceğini hep beraber izleyerek göreceğiz.

.................................................................................

HDP'de İkinci Altan Tan Vakası Mı?


AKP’nin her yerde Kürt halkına katliamları dayattığı ve IŞİD’in bombalı saldırılarını arttırdığı bir dönemde HDP Siirt Milletvekili Kadri Yıldırım’ın partisi ile ilgili Meclis’te yaptığı açıklamaları HDP içerisinde ikinci bir Altan Tan vakası mı dedirtti. HDP’ye oy verenlerin yüzde 95’inin ‘Müslüman Kürt halkı’ olduğunu kaydeden Yıldırım, “Müslüman Kürt halkının haklı bazı beklentileri vardır. Parti olarak bu beklentileri dikkate almak zorundayız” dedi.

Yıldırım’ın Türkiye’de merkez sağın kendi politikaları ile ilgili bir şeyler yaptırmak ya da dayatmak istediği zaman kullandığı üslup ile “HDP’ye oy verenlerin yüzde 95’inin Müslüman Kürt halkı” olduğunu belirttikten sonra nelere dikkat edilmesi gerektigini şöyle sıraladı:

HDP RAMAZANA HAKARET EDENLERİN YANINDA MI?

“Rengi, dili, dini, cinsi ne olursa olsun insan hakları noktasında herkes eşit insan haklarından yararlanmalıdır. Bileşen veya bireylerimizin LGBTİ eylemlerinde, yürüyüşlerinde, Ramazan ayı ki bu İslam kutsallarından birisidir, hakaret edildiği bir ortamda partimiz adına orada bulunmaları ve bu hakarete ses çıkarmamaları gizli bağlamda sanki bu yapılanları benimsiyor gibi oluyor. Halkımız bundan rahatsızlık duymaktadır."

“KADRİ HOCAM SİZİN ORUCUNUZ ÖĞLE YEMEĞİNDE BAŞLIYOR GALİBA“

“Oradaki AK Partili milletvekili arkadaşlar, kamelyanın etrafından halka oluşturarak çay, kahve içenleri göstererek, ‘Kadri hoca sizin iftarınız galiba öğle vakti başlıyor’ demeleri beni üzdü. Ne diyeceğim, nasıl cevap vereceğim? ‘Hepsi seferi, ilaç kullanıyor mu’ diyeceğim? Hepsi kadın değil ki ‘kadınlık halleri engeldir’ diyeyim.Bunlar bizi zor duruma sokuyor. Bocaladığımız durumlar meydana getiriyor. Bunların yapılması partimize zerre kadar fayda getirmiyor ama tonlarca zarar getiriyor.”

İNANCINIZI KENDİ ÖZEL ODANIZDA YAŞAYIN 

Özellikke Yildırım’ın Ramazan’da ne yapılmaması gerektiği ile ilgili hatırlatmaları yaptıktan sonra yine AKP’li vekillerin ‘Kadri hoca sizin iftarınız galiba öğle vakti başlıyor’ sözlerini hatırlatarak Türkiye’de merkez sağ ve sol siyasetin Kürt dili ve kültürü ile ilgili Kürt halkına "evinizde dilinizi kültürünüzü yaşayın” demesi gibi HDP’li vekillere ”Devrimcilik-İlericilik ulu orta oruç yemek, içki içmek değil. Bunu yapanların yapacakları yerler kendi özel odaları ve evleridir” dedi.

Türkiye merkez sağının kendi inanç ve değerlerini merkeze alıp Hanefi muhafazakarlığını herkesin yaşamı gibi sunup, herkesin bunun gereği gibi yaşaması için yıllardır yapmaya çalıştığı toplum mühendisliğinin bir benzerini HDP’li bir milletvekilinin Kürt halkı için savunması ve bunun gereğinin ise bu inancın dışındaki inanç ve görüşlerin özel odalarda binalarda yaşanmasını istemesinin oldukça kaygı verici olduğunu söylemek gerekiyor

LGBTİ ONUR YÜRÜYÜŞÜ RAMAZANA HAKARET Mİ?

Yıldırım’ın özellikle LGBTİ bireyleri ile dayanışma konusundaki söylemleri hiç anlaşılır değildir. Yaptığı açıklamada özgürlüklere vurgu yaptıktan sonra ‘Ramazan ayı ki bu İslam kutsallarından birisidir, hakaret edildiği bir ortamda partimiz adına orada bulunmaları ve bu hakarete ses çıkarmamaları gizli bağlamda sanki bu yapılanları benimsiyor gibi oluyor’ demesi oldukça düşündürücüdür. HDP milletvekili LGBTİ aktivistlerinin ve LGBTİ aktivistleri ile dayanışma içerisinde olanların yaptığı yürüyüş  ile nasıl Ramazan’a hakaret ettikerini açıklamalıdır. İnançları yaşama konusunda özgürlüklerden bahseden açıklama yapan birinin, kendileri gibi (Ramazan ayında oruç tutanlar gibi) kendi inandıkları, hissettikleri gibi (Lezbiyen, Gay, Biseksuel Transseksuel, Interseksuel) yaşayanların  yürüyüşünü kendileri için ‘hakaret’ olarak açıklayan birinin nasıl olup da kalkıp başka bir inanca karşı nasıl yaklaşılması gerektigi ile ilgili akıl hocalığı yapmasının hiç bir açıklanır yönü yoktur.

Bir de şu durum da çok açık değil, LGBTİ bireylerinin varlıklarını mı ramazan ayında islam dinine hakaret olarak görüyor Yıldırım yoksa o gün oruç tutmayan LGBTİ bireylerini mi kast ediyor? Gerçi her iki durumda da bu bildiğiniz nefret söyleminin akademik ağızla ifade edilmesidir, başka da bir şey değildir.

Ayrıca HDP ve var olan programına bakıldığında azınlık ya da çoğunluk ayrımı yoktur. Haklar vardır ve bu hakların eşit şekilde kullanımı ve yaşanması için mücadele edeceğini söyler. Yani çoğunluk yüzde bilmem kaç olunca ona biat etmeliyiz, ona göre hareket etmeliyiz yoktur, asla da olmamalıdır. 

Daha önce ki egemenlik sistemi  islami düşüncenin üzerinde baskı uyguluyordu, o zaman bizim yaklaşımımız "genel doğru budur buna saygılı davranın inancınızı gizli gizli yaşayın" mı demek olurdu. Nasıl bu dediğim doğru değilse ve bununla zamanında nasıl mücadele etmiş isek, inançsız olanlara yaşam biçimininizi gizli gizli yaşayın demek doğru olmadığı gibi inançsız ve oruç tutmayanlarin da ayrıca haklarını gasp etmek demektir. Nasıl ki azınlığın çoğunluk üzerindeki baskısı dayatması kabul edilemez ise, çoğunluğun da azınlık üzerinde baskı ve dayatmasının bir o kadar kabul edilmemesi gerekir.

HDP İÇERİSİNDEKİ NEFRET SÖYLEMİ VE TAHAMMÜLSÜZLÜK BİR AN ÖNCE AŞILMALI 

HDP’nin ve Ulusal Kürt hareketinin içerisinde bu günlerde çeşitli inanç ve halklar ile ilgili bu tür tahammülsüzlük açıklamaları yer alıyor. Bu durum HDP’yi destekleyen çeşitli inanç ve halklarda çeşitli şüpheler yaratmakta. Özellikle bu tür yaklaşımların AKP hükümetinin saldırılarının üst boyutlarda olduğu zamanlarda gelmesi ise, dışarıdan HDP’ye müdahale mi ediliyor sorularını beraberinde getiriyor.

Bir ucu nefret söylemini besleyen, bir ucu ise farklılıklara karşı tahammülsüzlüğü körükleyen bu tür yaklaşımların neden sonuç ilişkieri doğru belirlenerek bu sorun bir an önce halledilmeli.

.....................................................................................

Doğa Tahribatını Savaşın Parçası Olarak Görüyorlar


Geçtiğimiz sene yine Amed (Diyarbakır) Lice, Fis Ovası – Kulp-Bitlis (Bedlis), Norşin- Şeyh Cuma, Dersim (Tunceli) – Bingöl, Yayladere, Botan bölgesi, Cudi- Nusaybin- Siirt Eruh- Şırnak-Silopi’de orman yangınları olmuştu. Bunun üzerine DTK Ekoloji Komisyonu 11.08.2015 tarihinde , Kürdistan coğrafyasında Temmuz-Ağustos içerisinde gerçekleşen orman yangınlarının nedenlerini ve zararlarını araştırmaya yönelik Türkiye’ deki tüm ekoloji savunucularına orman yangınlarının yerinde incelenmesi çağrıda bulundu.

Sivil toplum örgütleri bu çağrıya kulak vererek 16.08.2015 tarihinde Diyarbakır’da bir araya gelerek farklı bölgelerdeki yangınları araştırmak için HDP milletvekillerinden ve gönüllü aktivistlerden oluşan üç gurup oluşturuldu. Yukarıda saydığımız yangın bölgelerine giderek üç gün boyunca yangın nedenleri ve zararları ile ilgili gözlemlerde bulundular. Gözlemlerini rapor haline getiren heyetin yangınların nedenleri yani yangınların kimler tarafından çıkarıldığını ve yangınlara kimlerin müdahale ettiğini gösteren beyanları sizler ile paylaşmak istiyorum ki bugün ormanları yakarak neler yapılmak isteniyor ne daha anlaşılır olsun.

Birinci örneğimiz Dersim-Bingöl heyetinin gözlemlerine dayanıyor

Dersim (Tunceli) Ve Bingöl Yayladere İlçesi Orman Yangınları

”Dersim Merkez Mahallesi Samanlı (Xozmerik) Köyü

Dersim Merkez, Samanlı (Xozmerik) Mahallesi sınırları içerisinde olan orman yangını için 16.08.2015 tarihinde yerinde inceleme yapmak için Tunceli – Bingöl heyeti olarak köylülerle, muhtarla ve bölgedeki sivil toplum kurum (Munzur Doğa Koruma Derneği, Dersim Ekoloji Meclisi) üyeleriyle görüşmeler yapıldı. Yangının Gökçek Karakolundan açılan ateş sonucu çıktığı, köylüler ve görgü tanıkları tarafından söylendi. İlk yangın 2 hektarlık alanı, ikinci yangının Kutu Deresi etrafında yaklaşık 100 hektarlık ormanlık alanı kapsamaktadır. Yangın alanında köylülerin temel geçim kaynağı olan meyve bahçeleri ile ormanlık alanda bulunan meşe ağacı, kara ağaç ve ardıç ağaçları tamamen yanmış.”

PicsArt_06-27-08.03.10

”Yangınlara müdahale köylüler ve bölge belediyeleri tarafından yapılmış; resmi kurumlardan (Orman Müdürlüğü, İl Afet Müdürlüğü) herhangi bir müdahale yapılmamış. Yangının çıktığı alanlar kısmen mayınlı alanlar olmasına rağmen köylüler ve gönüllüler yangınlara müdahalede bulunmuşlar. Bölgede mayınlı alanlar olduğuna yönelik yeterli uyarıcı tabela da bulunmamaktadır. Bu alanlarda daha önce hayvanların mayınlı bölgelere girmesi sonucu patlamalar olmuş, köylülerin hayvanları telef olmuştur. Bu nedenle köylülerin ormanlık alanlarda ve mera alanlarında geçimlerini sağlamaya dönük faaliyetleri kısıtlanmaktadır. Şimdiye kadar köylerinde geçimlerini sağlamaya dönük kurdukları düzenin bozulmasından ve tekrar göç etmelerine yönelik baskılar yaşamaktan kaynaklı korku ve tedirginlik içindeler. ”(http://www.mezopotamyaekolojihareketi.org)

”İkinci Bölgemiz ise Amed (Diyarbakır), Lice, Kulp Ve Bitlis (Geliye Şeyh cuma) Orman yangınları

Amed (Diyarbakır) Lice İlçesi

Amed – Bitlis grubu olarak oluşturulan heyetle birlikte 16.08.2015 tarihinde bölgede çıkan orman yangınlarını incelemek için öncelikle Lice İlçesine bağlı Hüseynik köyünde görüşmeler yaptık. Köy halkının söylediklerine göre Fis Ovası ve Hüseynik köyündeki orman yangınları askerler ve askeri helikopterler tarafından çıkarılmış. Yangına müdahale etmek isteyen köylüler dört saat engellendikten sonra; halkın ısrarcı tavrı sonrası yangınlara halk tarafından müdahaleler yapılmış. Söz konusu bölgedeki yangınlar 4 gün devam etmiş, Hüseynik köyü başta olmak üzere yangın bölgesinde yer alan 7 köyün etkilendiği birçok evin yandığı, bağ, bostan, meyve ağaçları hayvanlar için ayrılmış kışlık ot ve samanın tamamen yandığı tespit edilmiştir. Köylüler besledikleri hayvanlar için önümüzdeki mayıs ayına kadar yiyebilecekleri hiçbir besin kaynağının kalmadığı, acilen yardıma ihtiyaçları olduklarını söylemektedirler. ”

”Lice’nin Fis Ovasından başlatılan yangınlar Serin, Arıklı, Güçlü, Kayacık, Ziyaret, Gömeç ve Çağdaş Köyleri olmak üzere bölgede 150 noktada askerler ve helikopterler tarafından çıkarıldığı köylülerce ifade edilmektedir. Ayrıca Buna bağlı olarak Lice Kırsalında 7 ayrı bölgede yangınlar çıkmıştır.”

”Bu bölgede çıkarılan orman yangınları halkın geçim kaynakları olan bağ, bahçe, bostan ve tarımsal faaliyetlerine ( hayvancılık-kuru tarım) yönelik olduğu görülmektedir. Ayrıca köylülerin evleri yanmış, içinde yaşanılamaz durumda olduğu, bir kısmının da kısmen zarar gördüğü gözlemlenmiştir. Hayvanların beslenmesi için depolanan saman yığınları ile meşe sürgünleri ateşe verilerek yok edilmiştir. Bölgedeki orman yangınları köylülerin geçim kaynaklarına yönelik olduğu görülmektedir. Bunun nedeni bölgenin insansızlaştırılması için köylülerin bezdirilmesi amaçlı olduğu dile getirilmektedir. Bu bölgedeki orman yangınlarının bölgede yaşayan tüm canlıların yaşam haklarını/hareketlerini ortadan kaldırmaya yönelik olduğu tespit edilmiştir. (Kaynak: Mezopotamya Ekoloji Derneği)

Bölgede 25.07.2015 tarihinde Diyarbakır büyükşehir belediyesi itfaiye tutanağında tespit edilen ekolojik tahribatlar 2740 dönüm üzüm bağı, 20500 meyve ağacı, 594 ton saman, 180 ton kuru ot ( hayvanlar için kışlık yem), 10.000 adet kavak ağacı, 5800 metre sulama hortumu, 4 ton buğday, 10 dönüm ekili tütün alanı, 15 dönüm sebze bahçesi, 6 evin avlusu, 4 köy evi, 9 bağ evi, 100‘lerce dönüm ormanlık alan (Kaynak: Mezopotamya Ekoloji Derneği)

Bu raporun yazılmaya devam ettiği 29.08.2015 tarihinde saat gece 21.30 sıralarında Lice Hore Köyü yakınlarındaki ormanlık alana karakol tarafından yapılan top atışları ile yaklaşık 400 hektarlık ormanlık alanın kül olduğu köylülerce söylenmiştir.(http://www.mezopotamyaekolojihareketi.org))

Üçüncü bölge ise Botan Bölgesi Mardin-Şiirt-Şırnak Orman Yangınları

”Mardin Nusaybin İlçesi Bagok Köyü

Botan Heyeti olarak 16.08.2015 tarihinde çıkan yangınlar için yerinde incelemelerde bulunduk. Köylülerin söylediklerine göre Bagok Dağı civarında, Kalecik ve Ömeriyan bölgelerinde yangının, akşam saatlerinde karakol tarafından açılan ateş sonucu çıkarıldığını söylenilmektedir. Yangın köylüler tarafından altı saat süren bir çabayla söndürülmüş. Bölgedeki orman işletme müdürlüğü, valilik ve kaymakamlık gibi devlet kurumlarından yangının söndürülmesine yönelik herhangi bir müdahale yapılmamış olduğu belirtilmektedir.
Bu yangında Bagok Dağında toplamda 800 hektarlık ormanlık alan yanmış durumdadır. Meşe, palamut, kızvan, sumak ağaçlarıyla kaplı olan alanda binlerce ağaç yanmıştır.

Ömeriyan Bölgesinde yaklaşık 215 hektarlık ormanlık alan tamamen yanmıştır. Dağiçi (Xirabemişka) köyünün başlıca geçim kaynağı olan incir, nar bahçeleri ve üzüm bağlarıyla birlikte 10.000 dönümlük tarım arazisi yanmıştır. Köy yerleşimindeki taştan yapılan evlerde yangından zarar görmüş; yangın köyün içine kadar ilerlemiş, evler ve bahçeler yanmıştır.”

”Bölgedeki Üçyol (Seder) Köyünde yapılan görüşmeler sonucu köylülerin ifadeleri, yangında köylülerin bağ ve bahçelerin içindeki binlerce ağacın büyük oranda yandığı yönündedir. Yaklaşık 4000 asmanın yandığı bu köyde Xalê (dayı) Musa adlı köy sakini; yıllardır, yaz-kış bu köyde kaldığını,bakım ve özen gerektiren bir ağaç olan asmaların yandığını, yanan asmalarının eski haline dönmesinin yılları alacağını sitemle dile getirmiştir.” (http://www.mezopotamyaekolojihareketi.org)
Kürt halkına karşı savaş açanlar, doğa tahribatını savaşın bir parçası olarak görüyorlar

Ben konunun anlaşılır olması açısından her bölgeden birer örneği yeterli gördüm.İsteyenler raporun tamamımezopotamya ekoloji hareketin’nin internet sayfasında bulabilirler.Görüleceği üzere geçtiğimiz sene Kürt illerinde temmuz ve Ağustos aylarını kapsayan yangınların hepsinin asker kaynaklı olduğu bu rapor ile açıkca ortaya konuluyor.’ PKK ile mücadele’ adı altında 90’lı yıllar uygulaması olan devletin yaptığı doğa katliamlarına geçtiğimiz sene de açıkça şahit olmuştuk. Tüm yangınların nedeni devletin kolluk güçleri olan askerler iken, yangınların söndürülmesinde nerede ise hiç bir girişim yapmayan yine devletin ilgili birimleri ve onun kolluk kuvvetleridir. Hatta hatta Orman İşletme Müdürlüklerine, orman yangınları için yapılan başvuruların tamamına cevap vermesi ve müdahale etmesi 6831 Sayılı Orman Kanunu 69. ve 105. maddelerine göre zorunludur. Kürdistan’daki yangınlara orman işletme müdürlüklerine başvuru yapılmasına rağmen müdahale edilmemesi buna yine örnek olarak gösterilebilir. Orman işletmesinin bu duruma müdahale etmemesi tamaman bir suçtur fakat onu da geçtik bir çok bölge de açıkca askerler tarafından yangınların söndürülmesi engellemiş olduğunu yine hazırlanan bu rapor bize açıkca gösteriyor.

Yine’ PKK ile mücadele’ adı altında Kürt hakına karşı çeşitli nedenlerden dolayı savaş başlatan hükümet doğa katliamını savaşın doğal bir parçası olarak görüyor. Geçtiğimiz sene DTK Ekoloji biriminin çağrısı ile oluşturulan heyetin hazırladığı rapor bunu bize çok açık sekilde göstermektedir.

Bu güne gelecek olursak yaz ayının gelmesi ile birlikte geçmişten günümüze savaşın doğal parçası ve materyalı olarak görülen orman yakımları Diyarbakır’ın Lice ilçesi ayrıca Sivan’ın kırsalları ve,Şırnak’ta bulunan Cudi dağında askerin top atışları sonrası başladı.Yangınlar aynen geçtiğimiz senenin raporunda görüleceği üzere hala devam ediyor. Bir çok yerde yangınlara yangınlara müdahale etmek isteyen halk ve aktivistler engelleniyor.

Devlet bu sene ki yangınların startını Diyarbakır’ın Lice kırsalında yaptı. Hükümete yakın A haber Lice’yi şu şekilde duyuruyordu : ”Lice’nin dağlık ve ormanlık alanında, aralarında üst düzey örgüt yöneticilerinin de bulunduğu teröristleri etkisiz hale getirmek, bölgede örgüt mensuplarınca kullanılan sığınak, barınak, depo alanları ile örgütün finans kaynağı olan kenevir ekim alanlarını imha etmek amacıyla başlatılan, “Bayrak-14 Şehit Jandarma Teğmen Abdülselam Özatak Müşterek Özel Birlik Operasyonu” devam ediyor.” Geçmişten beri PKK ile mücadele adı altında Kürt halkına karşı yürütülen savaşa şahit olanlar iyi bilir ki orman yangınları yangınları savaşın vazgeçilmez birer enstrümanı olarak kullanılır. Benim bu söylediklerimi raporun son bölümü aynen şu şekilde tekrar etmekte ve şu katkıları da sunmaktadır : ”Kürdistan’daki yangınlar son zamanlardaki çatışma ortamına bağlı başlatılarak bölgenin, 1990’lı yıllardaki gibi tekrar insansızlaştırılmasına dönük bilinçli geliştirilen bir savaş stratejisi olduğu görülmektedir.”
Kürdistan’da Doğayı katledenler ikrar ediyor suçlarını

Bugün yaşadığımız örneğe geçmeden raporun bize gösterdiği bir itirafı sizler ile paylaşmak istiyorum: ”Orman yangınların öncelikle karakollar etrafında daha sonra civardaki orman alanlarına yayılacak şekilde havan topları, aydınlatma fişekleri ve helikopterler tarafından açılan ateşlerle başladığı görgü şahitleri tarafından görülmüş, ayrıca Bitlis Şeyh Cuman bölgesindeki yangınların karakol komutanının itirafı ile askerler tarafından çıkarıldığı söylenmiştir.” Görüleceği gibi askerler yaptıkları yangınları ikrar etmekten dahi çekinmiyorlar.Tabii iş siyasete gelince, kamuoyunu ikna etmeye, etkilemeye gelince işler değişiveriyor.Ormanların yakılması ile ilgili ‘uyusturucu operasyonu’ yalanı tutmayınca, iktidarın yayın organı gibi hareket eden Yeni Akit gazetesi ”Diyarbakır’ın Lice ilçesinde TSK emniyet unsurlarınca terör örgütü PKK’ya yönelik yürütülen müşterek operasyonda, kaçan teröristler güvenlik güçlerinin ilerleyişini engellemek için yola el yapımı patlayıcı tuzaklayıp, çevredeki ormanlık alanı ateşe verdi. Teröristlerin çıkardığı yangından yükselen dumanlar, Lice ilçe merkezinden de görüldü.” diyerek iki ayağı üzerinde kırk yalanı ardı ardına sıralayabiliyor.

İktidarın yayın organı olan Yeni Akit türlü türlü yalanlar üretmeye çalışsa da geçenler de benim de fark edip paylaştığım,yine Roboski ailelerinden Veli Encu’nün ”Benim Roboski ile ilgili attığım her twite soruşturma açan Uludere savcıları bu paylaşımı görmezden mi gelecek” diyerek paylaştığı , daha sonra da Şırnak HDP milletveliki Ferhet Encu’nun ise ” Suçlarını açık açık itiraf ediyorlar, bunlardan kaygı duymuyorlar çünkü balık baştan koyuyor” diye paylaştığı Yusuf Arslan adlı askere ait olduğu düşünülen sosyal paylaşım sitesi olan Facebook’tan yer bildirimi açık olduğu için Şırnak’ın Uludere ilçesi K.Irak sınırı’ndan paylaşıldığı anlaşılan ” Dağları yaktık gerekirse her yeri yakarız, değil 24 saat gerekirse 1 hafta uyumayız hadi yine bekliyoz…! ”ikrarı bir kez daha geldi.

PicsArt_06-27-06.25.49

Gördüğünüz gibi ne kadar yalana başvursalar vursunlar, mutlaka yapılan işin mahiyetini birisi çıkıp itiraf ediyor. Ferhat Encu’nün dediği gibi balık maalesef baştan kokuyor, eğer bu asker korunacağını bilmese böyle bir açıklamayı alanen yapamaz. Geçenler de ulusal ve uluslararası tüm tepkilere rağmen HDP’li milletvekilleri için AKP-MHP-CHP’nin oyları ile dokunulmazlıklar kaldırıldı.Çeşitli yalanlar söylense bile herkes çok iyi biliyor ki dokunulmazlıkların kaldırılmasın tek nedeni HDP’li vekillere dokunabilmek içindir.Bu dokunulmazlıkların ardından ise yine aynı günler de dün başka cüretler için , bugün ise eli ile yaktıkları ormanlık bölgesini itiraf eden asker Yusuf Arslan’ın cüretini gösterebilmesi için ve hükümet adına her türlü hukuksuzluğu yapabilmesi için asker’e eskiden olduğu gibi yine dokunulmazlık zırhı getirildi. Bırakın askeri saray iktidarının kirli işlerini görsün diye koruculara bile dokunulmazlık geldi.

Kapitalist Kemalizmin Ekolojist ve doğa aktivisleri üzerindeki  etkisi

Bu yüzden kimse kimseyi kandırmasın Kürdistan da ormanların yakılma nedeni bugün AKP’nin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaş politikaları yüzündendir. Sadece bugün böyle değil, yukarıda da anlatıldığı gibi veraporun tamamını okuyanlar içinde görüleceği gibi 90’lı yıllarda da benzer uygulamalar yapılıyordu.Bu yüzden bizdeki bazı ekolojist hareketlerin hali içler acısıdır, nasıl ki Kürt fobisi bazı sosyal demokrat hareketler ya da öyle olduğunu söyleyen hareketler Kürt fobisi yüzünden Kürt kentlerinde AKP hukümetinin PKK ile mücadeleyi bahane ederek kentleri içerisinde yaşayan tüm canlıları ile birlikte yok ederken sessizliğini korumuşsa, batı’da olacak herhangi bir yangın için dünyayı ayaya kaldıran(kaldırmalılar da) ekolojist hareketler ve doğa aktivistleri AKP’nin hazırladığı ‘Kürt Fobisi’ tuzağına düşerek Kürdistan ormanlarının içerisinde yaşayan canlıları ile yok edilmesine sadece seyirci kalmıştır, kalmaya da devam etmektedir.Bu durum Türkiye’de sistem dışı hareket eden küçük bir kesim hariç, sözde ekolojistlerin  ve doğa aktivistlerinin ne kadar Kemalizmin etkisinde kaldıklarını da ortaya koyuyor.

AKP hükümeti uyguladığı tüm insanlık dışı yöntemler ile Türkiye kamuoyunun insanlığını bitirmeyi hedeflemektedir. Aslında o ormanlarda tüm canlılar ile birlikte insanlığımız da yakıldı ve yakılmaya devam ediliyor. Kürdistan’da orman ve doğayı katletmenin böyle bir gerçekliği var. Kemalist kapitalist anlayış ile doğru hesaplaşamayınca Kendini tüm saldırılara karşı korumaya çalışan Kürt halkına ‘terörist’ dersiniz, Kürt halkının yaşadığı coğrafya da bulunan ormanlar dahil her şeye de bu yaklaşımın gereği olarak hareket edersiniz, daha doğrusu ormanlar içerisinde tüm canlıları ile yanarken hareket etmez sadece seyredersiniz, sonra da başka ortamlarda nasıl doğa sever doğa aktivisti olduğunuzdan bahseder kibirlenir ve bağış toplamaya çalışırsınız. Geçtiğimiz sene de  olduğu gibi  bu kibirli kesimin dışında kalan samimi ekolojist ve doğa aktivistleri DTK’nın çağrısını beklemeden bir an önce harekete geçmelidir

Hala insan kalabilmiş olan herkese çağrım ise  bu katliam bu soykırıma karşı bulundukları her yer de karşı çıksınlar, Türk ve onun islami anlayışı hariç her şeyden nefret eden, her şeyi bunun için yok etmeye hazır olan anlayışı yok edebilmemizin tek yolu insani kamuoyunu harekete geçirmekten geçiyor, unutmayın doğa yoksa insan da yok demektir.Daha fazla geç olmadan doğa ve içerisinde yaşayan tüm varlıkların barışını savunmak için harekete geçin.

..........................................................................

25 Haziran Kobani Katliamını Unutma ve Unutturma



Gri Spi dahil bir çok stratejik yerleri kaybetmeye başlayan Isid hem intikam almak, hem de dikkatleri dağıtmak yaşadığı yenilgiyi maskelemek için 25 Haziran günü Türkiye dahil üç ayrı bölgeden  Kobane'ye  sızmak süreti ile gerek bombalı araçları ile gerekse Kobane'ye gizlice soktuğu çeteleri ile yaptığı saldırı sonucu İHD'nin verilerine göre; 251 sivilin katledildiği,bunlardan 151'inin erkek, 64 ünün kadın olduğu, katledilen çocuklardan 35 inin 15 yaşından küçük olduğu, 35 çocuktan 23 ünün kız; 12 sinin erkek çocuk olduğu, 93 çocuğun hem annesiz hem babasız kaldığı, katliamda 137 ailenin saldırıya maruz kaldığı, anne-babasını yitiren aile sayısının 187 olduğu; 267 kişinin de yaralandığı,bir köyün nerdeyse tamamının katliama maruz kaldığı bu anlamda sadece Berkh Botan Köyünde 23 sivilin katledildiği tespitinde bulunulmuştur.

25 Haziran 2015 tarihinde Kobane’de gerçekleştirilen saldırı ve sivil katliamlara yönelik olarak gerçekleştirilen hak ihlallerinin yerinde tespiti amacı İnsan Hakları Derneği,Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FİDH) ve Avrupa-Akdeniz İnsan Hakları Ağı(EMHRN) tarafından, saldırı ve katliamların yaşandığı Kobane’de tespit ve incelemelerde bulunmak üzere bir heyet oluşturulmuştu.

Kobane Eş başkanı Enver Salim bu amaçla heyete 8 temmuz günü Kobene'ye gelen heyete   şu çarpıcı bilgileri verdi: ''Kobane’de gerçekleştirilen bu katliam ve vahşetin tüm dünya kamuoyuna bildirilmesi gerekiyor. Çünkü direk olarak siviller hedef alınmıştır.  Burada DAİŞ’in amacı tüm kente hakim olmaktı. Bu saldırılar yapılırken daha çok sivilin katledilmesi için özellikle susturucu silahlar kullanıldı.Katliam için gerekli araştırmaların yapılması amacı ile tarafımızdan komisyonlar oluşturuldu. Oluşturduğumuz komisyonun toplantısı saat 17.00 de olacak. Dilerseniz onlar toplanmadan, yarım saat önce sizlerle görüşebilir ve bilgi aktarımında bulunabilirler. Kobane’de çok büyük bir katliam yapıldı. Aynı aileden 11 kişinin ve 8 kişinin katledilmiştir. Onlardan da olaya ilişkin olarak bilgi alabilirsiniz.

"ŞİMDİYE KADAR KOBANİ’DE 850 DAİŞ ÜYESİ ÖLDÜRÜLDÜ"

"Bu olayın tüm detayları ile açığa çıkarılması için gerekli çalışmalarımız devam ediyor. Şimdiye kadar Kobane’de 850 DAİŞ üyesi öldürüldü. Ancak henüz yıkılan binaların enkazı altında cesetleri olan DAİŞ’liler de var. Katliamı gerçekleştirenler arasında buraya göçer olarak yerleşen ve savaştan kaçtıklarını, mağdur olduklarını beyan eden ve burada birkaç aydır bulunan Kobanelilerin de komşumuz dediği ancak katliama katılmaları ile birlikte aslında DAİŞ’li olduğu öğrenilen kişiler de vardı. Bu durum da bu korkunç saldırının önceden çok organizeli bir şekilde planlandığını gösteriyor.Saldırıyı gerçekleştiren grupların çoğu, Kobane’nin güneyinden ve Türkiye tarafından gelen gruplardır. DAİŞ’in içinde Türk olanlar da var. Türkiye sınır geçişlerinde göz yumulması DAİŞ’in kaçarken Türkiye’ye sığınmasına neden oluyor.”

25 Haziran 2015 tarihinde Kobane’de gerçekleştirilen saldırı ve sivil katliamlara yönelik olarak gerçekleştirilen hak ihlallerinin yerinde tespiti amacı İnsan Hakları Derneği,Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FİDH) ve Avrupa-Akdeniz İnsan Hakları Ağı(EMHRN) tarafından, saldırı ve katliamların yaşandığı Kobane’de tespit ve incelemelerde bulunmak üzere gelen heyetin Tesbit ve öneri kısmında yer alan bilgiler ise söyle :

25 Haziran 2015 tarihinde Kobane’de yapılan araştırma, inceleme ve gözlemler, dinlenen tanıklar, PYD yetkilileri ile araştırma komisyonlarının verdiği bilgiler ışığında heyetimiz tarafından belli tespitler yapılmıştır.

Bu bağlamda;

1. 25 Haziran’da Kobane’de sivillere yönelik olarak gerçekleştirilen katliamın, IŞİD örgütü tarafından kadın, çocuk, yaşlı, genç, hamile ayrımı yapılmadan intikam amaçlı yapılan insanlığa karşı bir suç niteliğine sahip olduğu,

2. 25 Haziranda Kobane'de gerçekleştirilen katliamın, IŞİD'in kontrolünde olan Tel Abyad ve diğer yerlerin YPG'nin kontrolüne geçmesi sonrasında gerçekleştirilmiş olduğu,

3. IŞİD tarafından yapılan saldırılarda YPG ve YPJ güçlerinin olaya müdahalesinigeciktirmek amacı ile envai silah ile birlikte özellikle susturucu silahların kullanıldığı,

4. IŞİD örgüt üyelerinin YPG ve YPJ’lilerin kıyafetlerini giyerek ve özellikle kadın kılığına girerek ve kullandıkları araçlarda YPG bayrakları taşıyarak kente girişlerini ve arama noktalarından geçişlerini kolaylaştırdıkları ayrıca bu anlamda problem yaşamamak için her bir araçta Kürtçe bilen en az bir kişiyi bulundurdukları,

5. IŞİD üyelerinden bazılarının saldırıdan aylar öncesinde Kobane bölgesine göçergibi gönderilmiş oldukları ve yerleştikleri, katliamın gerçekleştirildiği esnada bu kişilerle birlikte katliamın organizeli bir şekilde gerçekleştirilmiş olduğu,

6. Sınır tanımayan doktorlar tarafından kullanılan ve yaralıların tedavisi amaçlıkullanılan prefabrik hastanenin IŞİD tarafından sağlık hakkına erişimin engellenmesi amacı ile yerle bir edildiği ve kullanılamaz halde olduğu,

7. Katliamı gerçekleştiren IŞİD üyelerinin çoğunun öldürüldüğü, yaralı olarak kurtulanların Türkiye sınırının yakın olması ve Türkiye sınırında kendilerine ciddi bir müdahalenin olmaması nedeni ile Türkiye sınırından Türkiye tarafına geçmiş oldukları,

8. 25 Haziranda IŞİD tarafından gerçekleştirilen saldırılarda 251 sivilin katledildiği, bunlardan 151.inin erkek, 64 ünün kadın olduğu, katledilen çocuklardan 35 inin 15 yaşından küçük olduğu, 35 çocuktan 23 ünün kız; 12 sinin erkek çocuk olduğu, 93 çocuğun hem annesiz hem babasız kaldığı, katliamda 137 ailenin saldırıya maruz kaldığı, anne-babasını yitiren aile sayısının 187 olduğu; 267 kişinin de yaralandığı,

9. Bir köyün nerdeyse tamamının katliama maruz kaldığı bu anlamda sadece Berkh Botan Köyünde 23 sivilin katledildiği tespitinde bulunulmuştur.

SONUÇ VE ÖNERİLER:

İnsanlığa karşı suçların cezasız kalmaması için Uluslararası Toplum ile Dünya İnsan Hakları Hareketinin Kobane’de gerçekleştirilen katliama karşı duyarlı olması gerekmektedir.

Bu bağlamda;

a) Katliama ilişkin daha somut ve birinci elden veri elde etmek için Kobane’ye ziyaret edilmesini,

b) Kobane’de katliamdan yaralı kurtulanların ve/veya ailesinden, akrabalarından yitirdiği kişiler nedeniyle psikolojisi bozulan insanların ihtiyaç duyduğu her türlü tıbbi hizmetin verilmesinin ve bunun mümkün olmadığı kişiler açısından tedavilerinin Kobane’de dışında yapılmasının sağlanmasını,

c) Bu katliamın faillerinin ve sorumlularının etkili bir şekilde yargılanması için gerekli çabayı gösterilmesini,

d) Kobanelilerin yaşamlarının en kısa sürede normalleşmesi ve bu travmanın atlatılması için yeniden inşasına katkı sunulmasını,

e) Kobane ile sınırı olan Türkiye’nin yaralıların tedavi edilmesi, akrabaların birbiriyle iletişimini kolaylaştırmak için sorumluluklarını daha etkili bir şekilde yerine getirmesi için teşvik edilmesi, desteklenmesi ve bu faaliyetlerinin izlenmesini,

f) Katliamı gerçekleştiren IŞİD örgüt yöneticileri ile saldırıda sağ kalan örgüt üyeleri,IŞİD örgütüne silah yardımı yapan, lojistik destek sağlayan tüm ülkelerin ilgili yetkililerinin Uluslararası Ceza Mahkemesi önünde yargılanmasını sağlayacak etkin uluslararası mekanizmaları işletmesini,

g) BM İkiz Sözleşmelerinde güvence altına alınan halkların kendi geleceklerinibelirleme hakkı kapsamında Suriye Rojava Kantonlarının uluslararası toplum tarafından tanınması ve Rojava halkının kendini savunmasının etkili bir şekilde desteklenmesini,

h) Kobane Kantonu Araştırma Komisyonunun 25 Haziran 2015 IŞİD saldırısı ile ilgili hazırladığı ekteki raporun dikkate alınması için, çağrıda bulunuyoruz.'

Birleşmiş milletler uzun aradan sonra Şengal'de Işid katliamlarını sürmekte olan soykırım diye nitelendirmiştir. Fakat 25 haziran'da gerçekleşen büyük Kobani katliamı da dahil, Işid'in Suriye ve Rojava'da ki katliam ve soykırıma varan uygulamaları için etkin bir soruşturma yürütmedi. 25 haziran da gerçekleşen Büyük Kobane katliamında Işid'in yanı sıra sorumluluğu olan devlet ve varsa diğer örgüt ya da kurumların sorumluları hala ortaya çıkarılmayı bekliyor.Birleşmiş milletler ve diğer sorumlu uluslararası kurumlar yukarıda inceleme yapan heyetin çağrısına bir an önce kulak vererek etkin bir soruşturma gerçekleştirmelidir. Birleşmiş milletler ve diğer kurumlara bu tarihi sorumluluklarını bir kere daha hatırlatıyoruz.

Bu vesile ile tarihin en kara anlayışına, en barbar örgütü ve devletlerine karşı mücadele yürüten ve bu uğurda 25 haziran 2015 günü büyük ve hain bir komplo ile gerçekleşen saldırıda yaşamını yitiren Kobane'lilerin ve başta Enternasyanalist devrim hamalı Rıfat Horoz olmak üzere Kobane'nin inşaası için orada bulunan tüm dostları bir kere daha saygı ile anıyorum.

........................................................................

Söz Konusu Kürtler Olunca Gerisi Teferruat


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e”İlişkilerin hak ettiği seviyeye gelmesini diliyorum” ifadelerinin yer aldığı bir mektup göndermesi üzerine Reuters bir analiz yazısı kaleme aldı. Bu analiz yazısında Rusya Türkiye ilişkileri ele alınırken ayrıca Reuters, “Erdoğan, Esad karşıtı söylemini yumuşatabilir” görüşünü yer veriyordu.

Esad yönetimi hakkında hiç bir uzlaşmayı bu zamana kadar kabul etmeyen, bu şekilde davrananları ağır ithamlar ile suçlayan AKP’nin Kürt fobisi yüzünden hangi noktaya geldiğini Reuters’e ismini vermeden konusan AKP’li bir yetkili gösterdi : “Esad hâlâ bir katil. Kendi halkına işkence yapıyor. Bu konudaki görüşümüz değişmez. Fakat, o Kürt özerkliğini desteklemiyor. Birbirimizden hoşlanmıyor olabiliriz, fakat bu konuda aynı siyaseti izliyoruz” .

Yani neymiş söz konusu Kürt halkı olunca Esed Esed tekrar dostum Esad’a dönüşür. Halk Suriye konusunda daha önce hiç bir uzlaşma kabul etmeyen saray iktidarının bu 180° kivirmasina tek kelime laf etmez. Bilmediğinden laf etmez degil,izlenen yüzyıllık nefret politikalarının sonucu bu halk Türk’ün dışındaki her şeyden nefret eder duruma getirildi. Bu yüzden diğer Kürt fobisi olan CHP ve MHP gibi ve onları izleyen kitleler gibi halk şu an saray darbecilerin oyuncağı haline geldi.

SURİYE İLE TÜRKİYE KÜRT SORUNU İÇİN GİZLİ GÖRÜŞTÜ

Bu görüşme elbette yeni değil belki bugün artık kamuoyu ile paylaşılacak olgunluğa geldiği için paylaşılıyor. Yoksa geçtiğimiz aylarda Türkiye ve Suriyeli yetkililerinin gizli buluşması sonucunda Kamişlo’da Suriye yönetimine bağlı güçler ile İşid aynı zamanlı YPG güçlerine karşı saldırı başlatmıştı. Daha önceden bu konuda ders alan YPG Türkiye’den ve Suriye’den bu tür gelebilecek kontra saldırılara hazırdı. Bu yeni saldırı konseptini boşa çıkarmıştı.

Bugün Reuters’in haberinden yola çıkarak söyleyecek olursak Türkiye devleti Suriye devleti ile ilişkileri Kürt halkının inkarı üzerinden geliştirmeye çalışıyor. Son Urfa toplantısını da buna dahil edersek yeni bir komplo sürecinin startı verilmiş gibi gözüküyor. Suriye böylesi bir oyuna dahil olur mu? Benim kişisel fikrim şu an Suriye yönetimi denize düşmüş durumda ve yüzme bilmiyor o yüzden yılan olsa ona sarılacak durumda, yani çok kolay sekilde Türkiye devleti ile böylesi bir işbirliğine girebilir.

ESAD KÜRT KARŞITI BU TEKLİFİ YÖNETİMİNİN MEŞRUİYETİ İÇİN KULLANACAK

Özellikle Türkiye’nin kendi yönetimleri ile ilgili geçmiş iddalari boşa çıkarmak için bunu fırsat bilecek, geçmiş süreçte ki çoğu asparagas iddaaları herkes bilir. Eğer Türkiye ile kısa süre bile olsa işbirliği yaptığı izlenimini uluslararası kamuoyuna taşırabilirse , yönetimleri ile ilgili meşruiyet krizi bir nebze de olsa giderilmiş olur.

Amerika’nin zaten kendi çıkarları için okyanus ötesi yaptığı düzenlemeler ve bunun için kullandığı yöntemler hep sorgulana gelmiştir. Amerika’nin Irak’a girebilmek için kullandığı bir çok dezenformasyon yönteminin daha sonra kısa zamanda ifşa olması yüzünden (nükleer tesisleri yalanı gibi ) Amerika’nin okyanus ötesi yaptığı operasyonların uluslararası kamuoyunda sorgulanması gündeme gelmişti. Suriye Kürt halkinin inkarı uzetinden Türkiye’nin uzattığı eli bu Amerika’yı boşa çıkarmak içinde kullanacaktır

Suriye asla Türkiye’nin kendi yönetimine neler yaptığını unutmayacak fakat belki kalırsa uzun vadeli hesaplamada bunun ile ilgili farklı politika izleme olanakları doğabilir. Fakat zor durumdan kurtulmak için Kürt inkarı üzerinden geliştirilen bu ittifak görüşmelerini fırsat olarak değerlendirecek .

TÜRKİYE’NİN KÜRT FOBİSİ ESED’İ ESAD YAPACAK

Türkiye’nin bu konudaki arayışları elbette bir ilki ifade etmiyor.Yeni olan ise Türkiye’nin Kürt fobisinin yüzünden Suriye-Rojava savaşında başından itibaren şeytanlastırılan Esad yönetimi de Kürt karşıtı bloğa dahil edilmesi olduğunu söyleyebiliriz .Türkiye yönetimi Kürt fobisi yüzünden ‘şeytan’ ile bile yatağa girmeye hazır olduğunu biliyoruz.Suriye-Rojava savaşında Türkiye’nin desteklediği örgüt profillerine baktığımızda bunu rahatlık ile görüyoruz.

Elbette peşin hükümlü olmamak gerektiğini vurgulayarak, Türkiye yönetiminin bu zamana kadar ki bu tür saha’da hiç bir anlamı olmayan bir çok denemesinin elinde patladığını çok kötü deneyimler ile gördük. Aslında şimdiki girişimin de orta ve uzun vadede işe yaramayacağını bize geçmiş deneyimler de gösteriyor. Kürtler söz konusu olunca yukarıda ismini andığımız çevreler için gerisi teferruat oluyor. Meseleye bu çevreler böyle bakınca da Kürtlerin her kazanımı  Reuters’in haberde verdiği gibi ‘Türkiye’nin en kötü kabusu […] oluyor’…

Şimdi Rojava Kürtleri ve diğer uluslararası güçlerin bu atağa karşı tepkilerini hep beraber izleyeceğiz

.....................................................................

Ya Barbarlık Kazanacak Ya Da İnsanlık


) Üç parti MHP-CHP-AKP (MC) hükümeti gibi hareket edip HDP için özel Dokunulmazlık yasasını değiştidiler

2) Yine MC koalisyonunun çabaları ile askere eskiden olduğu gibi yargı zırhı geldi.Bir bakıma dokunulmazlık geldi diyebiliriz. Asker işlediği suçlardan dolayı ayrıca sivil mahkemelerde yargılanamayacak.Asker vali kararı olmadan daha önce olduğu gibi gerek gördüğü yerlerde operasyon yapılacak

3) Eskiden göstermelik olsa bile ‘Ulaştırma Bakanlığı’nın kararı ile yapılan,internet ve telefon kesme işi bundan sonra ‘ulusal güvenlik’ halleri gerekçe gösterilerek Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu ( BTK ) tarafından direkt kesilebilecek. (Gerçi yargı felan dinleyen mi vardı, hukümet istediği zaman zaten her şeyi kesiyordu)

Şimdi savaş karşıtlarının devreye girme zamanı değilse ne zaman,daha fazla olup bitenleri seyredecek miyiz. Daha aktif sürece müdahale etmek için daha ne kadar kan akmasını beklememiz gerekiyor ki yukarıda gösterilen üç madde kararları savasın daha uzun süre gündemimizden düşmeyeceğini gösteriyor.

Fakat ünlü boksör Muhammed Ali’nin cenaze merasiminde gerçekleşen bir olay uluslararası kamuoyunun komple sağır olmadığını bize gösterdi.Uzun yıllardır boksör Mumhammed Ali’nin dostu olan ABD’li ünlü haham Michael Lerner’in “Seçimle işbaşına gelen yetkililere işkenceye son vermelerini söyleyin. Şiddet kullanan kullanan politikacılara dur deyin, savaşlara dur deyin. Türkiye’nin liderlerine söyleyin Kürtleri öldürmeyi bıraksın.” bu sözlerinden devletin Kürt halkına karşı uyguladığı kirli savaşı ve yöntemlerini tüm sıkıyönetim uygulamalarına karşın dışarıya uluslararası kamuoyuna taşıdığımızı gösteriyor. Yani savaşı durdurmak için çok umutsuz olmamak gerektiğini bu bize gösteriyor.

Bizim savaşı durdura bilmemiz için artık bazı birlik arayışlarını sorgulamamız gerekmektedir. Bugün hala CHP’den umudu olanlar , görüyorsunuz ki AKP bu zamana kadar geçirdiği tüm savaş politikalarını CHP ve diğer azılı yandaşı MHP’ye onaylatmış ve tüm savaş kararlarını birlikte almışlardır. Aldıkları kararlar ile aralarında resmi olmayan ‘Milli Cephe’ koalisyonu kurdukları gün gibi açık ve net ortada durmaktadır.Bugün bu cephe de CHP’nin gördüğü işlev en lanetli savaş politikalarının yavaş yavaş bize topluma angeje ettirilmesinden başka bir şey değildir.

Bu yüzden artık CHP’ye ya da içesinde az çok bulunan olumlu kesime çağrı artık hiç bir kar etmemektedir. CHP’nin işlevi ilk mecliste ne ise bugün de aynıdır, yani faşist sistemin bekasını korumak ve bunun için her türlü kirli ittifak ile her türlü kirli işi yapmaktan geçiyor, bu yüzden kimse kendini kandırmasın,bizim daha gerçekçi politikalara ve bunu uygulayacak bir birlikteliğe ihtiyacımız var.

Bugün süren bu savaşı, akan kanı, biz savaş karşıtları, vicdani retçiler, sosyalistler ve devrimci demokratlar, yurtseverler, anarşistler,ekolojistler bir araya gelip ‘ARTIK SAVAŞ İSTEMİYORUZ’ diye ulusal ve uluslararası kamuoyunun da duyabileceği şekilde yüksek sesle sokaklarda,fabrikalarda,okullarda velhasıl yaşamın her yerinde dillendirir ve yürütülen saray savaşını herkesin anlayabileceği sekilde deşifre edebilirsek bu savaşı durdurabiliriz.

Yoksa Saray hukümetinin çıkarları doğrultusunda ÖLÜM VE YIKIM DAHA YENİ BAŞLIYOR. Seçim bizim YA MODERN BARBARLIĞI SEÇECEĞİZ YA DA İNSANLIĞI….

...........................................................................

Ermeniler Üzerine Talihsiz Sözler


HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın ağabeyi Nurettin Demirtaş Almanya’da yayınlanan Yeni Özgür Politika gazetesinde “Ermeni milliyetçiliğinin Kürt düşmanlığı” başlıklı bir yazı yazmış.

İki kişinin hapishane tanıklığı üzerinden Ermeni ulusunu mahkûm etmek Nurettin Demirtaş gibi bir arkadaşa yakışmamış. Elbette milliyetçilik hastalığı çeşitli türevleri ile her yerde mevcut, fakat bir ulusu bu şekilde mahkûm etmek doğru değil. Bir de Besa Hozat arkadaşın Rum lobisi, Ermeni lobisi (nefret söylemi de içeren) gibi gayri ciddi açıklamasını kendine dayanak yapması hiç anlaşılır değil.

O açıklamanın kendisi uzun süre tartışıldı ve çok şanssız bir açıklama olduğu birçok kesim tarafından vurgulandı. Halklar ve inançlar ile ilgili sözler sarf ederken mutlaka çok iyi düşünüp öyle hareket etmek gerekiyor.

Hele hele Alman parlamentosundan Ermeni soykırımını tanıyan kararın geçtiği bu günlerde, Ermeni halkına ve Ermeni halkı ile dayanışma halinde olanlara dolu dizgin linç kampanyaları düzenlenirken bu açıklama hiç anlaşılır değil, ne bu açıklamayı ne de içerdiği eleştiri dozajını anlamak mümkün değil.

Bugün dini faşizmin tüm farklı inanç ve halkları tehdit ettiği bir süreçte böylesi açıklamalar korku ve paniğe yol açmaktan başka bir işe yaramaz. Bu tür açıklamaların ne yakın zamanda, ne orta vadede, ne de uzak vadede sürece ya da kimseye yararı olmayacağı çok açık. Bu tür açıklamalar tam tersine halkların ya da inançların yan yana yaşama arzularını törpüleyecektir.

Daha önce de Sayın Öcalan’ın öncülük ettiği ve sonra HDP ve özellikle sevgili Figen Yüksekdağ’ın seçim mitinglerinde sık sık kullandığı ‘birinci meclis’e dönülme fikriyatı ya da esprisi gibi bitmek bilmeyen hatalar zinciri devam eden süreçlerde tekrarlandı. Bir örnek de Kürt halkına saldırıların azıya alındığı dönemde Urfa’ya sözde istiklal madalyası verilmesine destek verilmesiydi. Günlük politik süreci idare etmek için yapılan manevraların bir hat, bir çizgiye dönüşme ihtimali çoğulculuğu savunan ve yaşam felsefesi bu olan hareket için çok çok tehlikelidir.

Kemalizm bir bataklık bitkisi gibidir, bir ayağına dolandı mı seni sürekli dibe dibe çeker bunu unutmamak gerekir. Sol diye yanında durduğun birçok hareket maalesef Kemalizm ile bağlarını tam kesmemiş hareketlerdir. Bu yüzden ayağına dolanmış bir bataklık bitkisi gibi ondan kurtulmaya çalıştıkça seni dibe, gericiliğe çeker.

Kısa vadeli bazı şeyleri idare edelim derken, uzun vadeli ittifak yapacağın güçler ile bağlarını zayıflatmak ne kadar doğrudur, bunun hesaplaması iyi yapılmalı ve sürekli Kemalist bataklık bitkisi ile seni kendisine benzetmek isteyenler ile bağları tam olarak koparmak gerekmekte. Yoksa sürekli bu tür hoş olmayan şeyler ile karşı karşıya kalacağız. Hatta karşı karşıya kalmayı bırakın, bir süre sonra hesaplaşmadığınız şeye dönüşme ihtimali de her zaman vardır.

Ne diyelim umarım kısa vadede bu açıklamaya bir düzeltme gelir. Faşizm ile kısa vadede kozunu paylaşmak için halkları ya da inançları kıracak şeyler yapmak daha sonra telafisi zor olacak şeylere neden olabilir, bizden hatırlatması…

.........................................................................

Askerin Ferhat Encü ve Gazetecilere Saldırısına Takipsizlik


Roboski yaylasında gazetecilere ve HDP Milletvekili Ferhat Encü’ye saldıran askerler için yapılan suç duyurusuna savcılık  ‘somut delil yok’ denilerek takipsizlik verdi. 

Yayla yasaklarını ve yoğun askeri hareketliliği protesto etmek için eylem yapan Roboskililerin haber takibini yapabilmek icin gazeteci kimliğim ile 28 -29 haziran 2015 tarihinde Roboski’ye geçtim. Askerin cesitli nedenlerden dolayı eylem yapan Roboskili köylülere ve biz haber takibi için orada bulunan gazetecilere müdahalesi çok sert oldu.

Köylülere çok yoğun gaz ile müdahale edilirken, gazeteci olarak bulunduğum Roboski’de askerler bana da saldırarak haber yapma hakkımı engellemeye dönük üzerimde  baskı kurup; hakaret ettiler.Bu durum için savcılığa aynı günlerde suç duyurusunda bulunmuştum .Geçtiğimiz temmuz da şikayetçi olduğumuz dosya ‘soyut beyanları’mız karşısında ‘somut delil’ olmadığı gerekçesi ile bir yıl aradan sonra bugün takipsizlik kararı ile sonlandırıldı.

Bizim hakkımızda açılan suç duyurularına  karşı oldukça hızlı davranıp, çoğunlukta bizi cezalandırmayı yeğleyen  yargı, söz konusu asker ya da polis yeni kolluk güçleri olunca oldukça ağırdan aldığı yargılamalarda nerede ise cezasızlık genel bir durum haline geldi.

Barış için Aktivite Youtube kanalında askerin beni engellemesine ilişkin video var. Bu videonun  8.40- 9.40 arasını seyredin bakalım savcının ulaştığı sonuca ulaşabilecek misiniz? Savcı bizden daha nasıl bir somut delil istiyor anlamak güç…

Bu arada toptancı gibi hareket eden yargı, 28-29 haziran 2015 tarihinden haber takibi esnasında uğradığım askeri şiddet ve engelleme üzerine yaptığım suç duyurusu ile HDP milletvekili Ferhat Encu ve benim de dahil olduğum gazeteci heyetinin 07 Temmuz 2015 tarihinde Roboski’nin yaylasında yine asker’in bize saldırısı için yaptığımız suç duyurusunu birleştirmişti.

HDP ŞIRNAK MİLLETVEKİLİNİN TARTAKLANIP, GAZETECİLERE  HAKARET EDİLEN 7 TEMMUZ VARDI, ARTIK YOK…

Meral Geylani (Jinha ), Yannis V Yaylalı (Demokrat Haber ), Mahmut Oral (Cumhuriyet), Özgür Paksoy (Diha) ve Sevgili HDP milletvekili Ferhat Encü’nün de yanımızda olduğu bir heyet ile , 7 temmuz 2016 tarihin de Roboskililer ile asker arasındaki yaşanan gerginlik üzerine , Roboski’nin üst kısmında bulunan Şerit yaylasına gitmek üzere hareket ettik.

HDP milletvekili Ferhat Encu yaşanan gerginliği sona erdirmek için o bölgeye giderken bizde haber için milletvekiline eşlik ediyorduk. Biz halk ile buluşamadan asker önümüzü hiç bir uyarı yapmadan keserek, ateş açtı, gaz bombaları ve gerçek mermiler ile bize saldırdı. Biz kendimizi tanıtmaya çalışsak ta bu hiç bir işe yaramadı. Hem bize hakeret ettiler, hem haber yapmamızı engellediler.

HDP Şırnak milletvekili Ferhat Encü’yü askerin darp ettigi ve hakaret ettigi kamuoyunun da daha sonradan izlediği video kayıtları ile sabitken , Uludere savcısı iddalarimizi ‘soyut‘ bularak, ‘somut delil’ yok diyerek tam bir sene önce suç duyurusunda bulunduğumuz şikayetimize bugün takipsizlik kararı verdi.

Barış İçin Aktivite Youtube kanalında Askerin HDP milletvekili Ferhat Encü’ye alenen darbı ve hakareti iceren video açık ortada iken, görmek istemeyen gözler olunca ne yapsanız, ne gösterseniz kar etmiyor.




............................................................................

Beni Yargılamak Yerine Soykırım İle Yüzleşin


Bugün yine Gülyazı alayının şikayeti yüzünden Devlet büyüklerine hakaret ve Atatürk'ün hatırasına saygısızlıktan Uludere Cumhuriyet savcılığına ifade verdim.

Devlet büyükleri olarak da katliamcı bazı zatlar gösteriliyor. Ben savcıya dilim döndüğünce onların bir iki bulaştıkları katliam ve suçları anlattım.

Savcı arkadaş  daha sonra "Devlet büyükleri derken Sadece Mustafa Kemal'i kastettim" dedi.

"Soruşturma bunun üzerine" dedi fakat dosyaya baktığımda benim gördüğüm sadece Mustafa Kemal'in hatırasına saygısızlık değil devlet büyüklerine saygısızlık da vardı.

Ben de onların devlet büyüğü olmadığını, arşivlere baktıklarında görebileceklerini, onların birer suçlu olduklarını ifade ettim.

Benim böylesi bir iddaa ile yargılanmam yerine Ermeni, Süryani ve diğer soykırımlar ile nasıl yüzleşmemiz gerekiyorsa, Karadeniz'de Pontos'ta Rumlara yapılan katliamlar ve soykırım ile de yüzleşilmesi gerektiğini ifade ettim.

Bakalım sayın savcı benim söylediklerimden nasıl bir sonuç çıkaracak, hep beraber göreceğiz.

...................................................................


"Kanıt Yoksa Katliam Da Yok" Deniyor



Dün Uludere Asliye Ceza Hakimi mahkeme de yanımdaki vicdani retçi arkadaş’ı test etmek gereksinimi duydu. Bilim kurulu gibi bir çok şey sordu fakat bir soru vardı ki sabır taşı kırardı.

Necdet Encu vicdani rettini açıklarken devlet katliamlarına yani kim öldürürse öldürsün sadece savaşın neden olduğu ölümlere değinmişti. Hakim hayatı boyunca ilk defa böylesi bir davaya çıkan kisiyi de bulunca,söylediğine bin pişman etmek arzusu ile,katliamlar için delil varmı varsa deyip devam edince ya sabır dedim.

Ya sabır karşısında duran Kişi Roboskili Vicdani Retçi Necdet Encü Roboski katliamında bir çok yakınını sanki kaybetmemiş, bu katliamı sanki devlet yerelin, orta rütbeli (İHA operatörü ve üstte sorumlu askerler ) askerlerin tüm uyarılarına karşı merkezi aldığı karar ile yapmamıştı.

Hatta mahkeme de yaşadığım gerginliği bize destek için gelen barış aktivisti Meral Geylani bile  fark etmiş ve mahkeme sonrasinda o duruma ilişkin düşüncelerini bizler ile paylaşmıştı.Ya sabır, Ya sabır , Katliama Hakim delil istiyor, delil varsa bir şey yapacağını gülerek belirtiyor , ya Uludere hakimi bu ülkede yaşamıyor, ya da biz, Roboski katliamından-Ankara katliamına kadar, yargıda her şey çok şeffafmış da biz delil bulamıyoruz. Hakim şunu söylüyor katliamlarda delil yoksa o zaman katliam da yok demektir.

Birileri Uludere hakimi arkadaşa söylesin ki  Roboski katliamı dosyasına gizlilik kararı getirilerek 5 sene boyunca kimse dosyaya ulaşamadı. Roboski katliam dosyası bu beşinci senenin sonunda ise iç mahkeme yolu bitirildi. Avukatlarımızın dahi erişmesine izin verilmeyen dosyalar ile neyi nasıl kanıtlayacagız. Gerçi Gülyazı karakol komutanı bize sorsalar orada bulunanların sivil olduğunu söylerdik demesinden alında, o katliam gününü burada yaşayan herkes neyin yaşandığının şahididir. Hatta Gazeteci Kemal Göktaş da İHA komuta merkezinde ki askerlerin uyarılarının hiç dikkata alınmadığını ortaya koyan haberine arşivlerden de bakabilirsiniz.

Ya tamam Yargıçsınız, bugün ki ‘Yeni Türkiye’de Yasalara güvenlikçi yaklaşmanız için önünüz sonuna kadar açıldı, bu duruma bir şey desek de değişmiyor. bir çok kez bu durumu hatırlatıp itiraz etsek de sonuç değişmedi .Hatta Yargının patronları diyebileceğimiz yargıçların Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Karedeniz gezisinde eslik edip  birlikte çay toplama pozları vermekten çekinmediği dönemlerden geçsek de ,yine de bir vicdani retçinin verdiği rettin sağlamlığını ya da çürüklüğünü sosyal nedenlerini ölçmek mahkemenin görevi mi? Onlar demek ki bu durumu görev olarak görüyorlar.

Roboskili Vicdani Retçi savaşlara karşıyım, silah elime almak istemediğini sürekli vurgulayıp sustukça, o suskunluğu bilgisizliğe yorup, Weber’den alıntılar yapıp büyük bir heyecanla kanıtla kanıtla demek neyin hevesi anlamak mümkün değil. Bizim örneğimizde olduğu gibi bazıları bir otobüs dolusu kitap okusa da var olan bazı çelişkileri anlayamazken,bazıları da vardır ki okumadan yaşam onu döve döve öğretir.Yaşam her zaman herkese aynı şekilde öğretmez, bazıları okuyarak öğrenemezken, bazı insanlar yaşayarak, deneyimleyerek bir çok şeyi öğrenir, mesela savaşın ve silahların amasız ve fakatsız kötü olduğunu.

Eğer yargı böyle bir görevi kendinde görüyorsa halkı askerlikten soğutma iddaası ile değil, bu yönde dava açmalı ki o da bu mahkemenin alanı değil, şimdiler de bu yargılamayı asker yapıyor maalesef. Fakat bu yaklaşım ve anlayış ile bu tür davalara sözde sivil mahkemeler de baksa sonuç yine aynı olacağa benziyor. Umarım bu durumu değiştirecek bir başka zamana ,bir başka barış iklimine bir an önce gireriz.Yoksa Askeri ya da sivil halimiz tam da maalesef bu durumda, bir tarafta katliamlar yapılıp üstü örtülür,diğer yanda ise ,mahkemeler acımasızca kanıt yoksa katliam da yoka getirir.

Hazır mahkemeydi dosyaydı, hakimdi derken bir de köyümüzde bulunan Gülyazı karakolun da sorumlu bulunan arkadaşa bir iki serzenişte bulunayım .Bak yukarıda yazdığım yazı yüzünden hemen harekete geçme yahu bir dinlen olur mu? Bu internet başında bu işlere bakan arkadaşa talimat veren amir arkadaş bu arkadaşı bir bırakın çay kahve içsin evimizi yakmaya kesin yemin etmişsiniz hele bir ara verin, nefes alsam artık ona dava açacaksınız . Bana açılan soruşturma ve davaların sonu gelmiyor. Hayır sizin yüzünüzden Uludere savcılığı ve yine Uludere hakimi ile vallahi billahi akraba olacağız.Babamdan ve annemden çok sevgili savcı Adem EFE ve Uludere Asliye Ceza Hakimi olan Hünkar Arkadaş’ı görüyorum. Sonra’da ileride sen bu savcıyı nereden tanıyorsun, bu hakimi nereden tanıyorsun diye sorup soruşturma açmayın, ben peşinen söyleyeyim. Bu yeni savaş sürecinin başlaması ile birlikte bana açılan mahkeme,fezleke ve soruştumaları sizler ile paylaşayım siz karar verin artık. Aldığım duyum sonucu da sizin ile paylaşmam gerekirse bunun daha arkası gelecekmiş, bakalım bu iş nereye kadar gidecek hep beraber göreceğiz.

Mahkeme haline gelen dosyalar

1) Halkı askerlikten soğutmak(Yargıtay’a gitti)

2) Halkı askerlikten soğutmak (yerel mahkeme üçüncü duruşma)

3) Özyönetim davası (Yargıtaya gitti)

Fezleke & Soruşturma

1) PKK örgüt propagandası(Soruşturma)

2) PKK örgüt propagandası(Soruşturma)

3) Mustafa Kemal’in hatırasına saygısızlık(Soruşturma)

4) Halkı askerlikten soğutmak(Soruşturma)

5) Halkı askerlikten soğutmak(Soruşturma)

......................................................................................

Kürtlerden Vaz Geçince Nelerden Vaz Geçiyoruz Biliyor Musunuz?


Dokunulmazlıkların kaldırılmasına bir de iyi yerden bakmak gerekirse, bundan sonra aman elinize silah almayın, aman legal alanda mücadele edin, aman şöyle gözükün, aman aman amanlar bitti. Tarihin göreceği en büyük bölücü hareketi olan AKP-MHP-CHP ve onları destekleyen halk sayesinde, Kürt halkı birlikte olma değil, artık ayrılma mücadelesi yürütecek.

Ben kişisel olarak Kürt halkının ve onun iradesinin birlikte kalıp sisteme karşı mücadele etmesini de desteklemiştim. Kürt hareketini başından itibaren desteklememin temel nedeni ise Kürt hareketinin sıradan bir kurtuluş hareketi olmayıp, taşıdığı devrimci- demokratik öz itibari ile etrafında bulunan bölgelere olumlu anlamda etkisiydi.

Kürt halkının bundan sonra kendi kaderini belirleme adına atacakları her adımı da destekleyeceğimi buradan açıkça duyuruyorum. Ha bu saatten sonra kimse kalkıp da konuşmasın, gerçi öyle bir noktaya geldik ki bu saatten sonra çakma akıl hocalarının bile Kürt halkının haklı mücadelesine laf edecek durumları kalmadı ki birçoğu bu durumu itiraf etmeye başladı.

Bu saatten sonra her şey çok billurdur, istenmeyen yerde zorla mücadele edilemez ki, o zaman Kürt halkının her şeyi ile kendilerine ait olan yaşamı kurmasındaki son engel asılmıştır.

KÜRT HAREKETİNE KARŞI DARBE GİRİŞİMİ TÜRKİYE DEMOKRASİSİNE KARŞI DARBE GİRİŞİMİDİR

Bundan sonrasını kendi faşistleri ile yaşamak zorunda olanlar düşünsün ne diyelim. Kürt halkı ve iradesi bu coğrafyanın en büyük demokratikleştirici gücüydü, bir büyük korku yüzünden elimizin tersi ile bunu ittik.

Bundan sonra Türkiye demokrasisi açık saldırılara karşı tamamen savunmasız duruma düştü. Nisan ayında Ankara’da gerçekleştirdiğimiz Pontos panelinde yanlış hatırlamıyorsam Baskın Oran laiklik için ilginç bir tesbit yapmıştı.

Bizde laiklik gayri-Müslümanlar zorla göçertildiğinde bitti demişti. Nedeni ise şöyle bir şeydi, gayri-Müslümanlar da burada yaşamaya devam etmiş olsaydı, belki yine Müslümanlardan yana bir şeyleri yontmaya çalışsa da mutlaka, diğer inançlara dönük de bir şeyler yapmak zorunda kalacaktı.

O vakit devlet ister istemez şimdiki durumdan çok daha fazla taviz vermek zorunda kalacak ve kendini bu duruma bağlı olarak değiştirip dönüştürmek zorunda kalacaktı. Fakat gayri-Müslümler çeşitli yol ve yöntemler ile yok edilince laiklik denen şey de kendiliğinden bitti demişti.

Çünkü artık devlet sadece Müslümanlar üzerinden yani tekil yapı üzerinden hareket ediyor, o da onu değişime zorlamıyordu. Bugün bu ülkenin demokrasisi mücadelesinde aynı mekanizmanın devreye sokulduğuna inanıyorum.

Geçmişten beri tekil bir halk için çabalayan bir sistem mevcut, diğer halklar çok seneler önce yenilmişler ise de Kürt halkı varlığını hep diri tutmaya çalışarak devleti demokratik adımlar atması noktasında zorlamıştır.

TC devleti bu yüzden laiklik konusundaki geçmiş deneyimleri toplayıp, Türkiye’nin görece biraz dahi olsa demokratik tahayyülleri  tamamen yok etmek için Türkiye’nin demokratikleştirilmesinde kilit rol oynayan, Türkiye demokrasisinin son kalesi olan Kürt halkı ve iradesini yok etmek istemektedir.

Elbette kamuoyuna bir çok yalan söyleyebilirler fakat Kürt Özgürlük hareketinin sadece Kürt halkı ve coğrafyası için değil Türkiye demokrasisi için de be anlama geldiğini devlet çok iyi biliyor. Yalanlar bir yana gerçekler için devlet son kalan muhalefet hareketini hem fiziki hem de beyaz soykırıma tabi tutuyor.

Laikliği işlevsiz kılmak için onun kalesi olarak görebileceğimiz Gayri-Müslüman halklar nasıl ortadan kaldırılmış yani laikliğin nesnel dayanaklarını ortadan kaldıranlar, bugün de benzer saldırıyı Türkiye demokrasisini işlevsiz hale getirmek için Kürt halkına ve iradesine saldırmak sureti ile gerçekleştirmektedirler.

TÜRKİYE KESİMİ KÜRT FOBİSİ YÜZÜNDEN KENDİ GÖVDESİNE BALTA VURUYOR

Bu saldırının sonuçlarını çok geçmeden Türkiye kamuoyu anlayacak, dediğim gibi Kürt halkı ve iradesi sadece Kürt halkının haklarının garantörü değil aynı zamanda verdiği mücadele ile Türkiye demokrasisinin de emniyet sibobuydu.

Haydi bu duruma sebeb olanların gözü aydın, bundan sonra değneksiz köyde AKP’nin yaptığı kıyımlara hep beraber şahit olacağız. Net söylüyorum ki, Kürt halkının birlikte yaşama arzusu bu yapılanlar ile elinden alınmış olabilir fakat çok uzak zamana kalmadan nasıl ki Güney’de, Rojava’da kendi yaşamını örgütlemiş ise Bakur'da da aynısını yapacaktır.

Burada kaybeden Kürt halkı olmamıştır. Bu ilerleyen zamanda daha net ortaya çıkacaktır. Türkiye kesimi Kürt fobisi yüzünden AKP’nin peşine düşmüş ve baltayı kendi gövdelerine vurmuştur. TC devleti aile diktatörlüğüne evrimindeki son düzlüğünde, Türkiye’nin nefes borusu durumunda olan demokrasinin son kalesi de yok edilmek ile karşı karşıya, bu intiharın, büyük kan kaybının nelere yol açacağını da hep beraber göreceğiz.

..................................................................................

19 Mayıs Neyin Bayramı?


Pontoslulara uygulanan soykırım Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerin de istibdat(despotizm) yönetimi ile meşhur Padişah olan II. Abdülhamit döneminde başlar. İttihat Terakki Cemiyeti ve öncü kadrolarının hem teorik örgütleyiciliği hem de bizzat pratik katılımıyla ile devam eder, II.Abdülhamit’in saldırı politikalarından sonra halkımıza karşı soykırım politikalarını sistemli hale getiren İttihat ve Terakki Cemiyetinden sonra, aynı politikaları izleyen Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından halkımıza en son ölümcül darbe vurularak bize uygulanan soykırım tamamlanmıştır.

Halkımıza karşı sistemli şekilde uygulanan soykırım için elbette ilk çağrıyı bu soykırımı yapan devletin yetkililerine yapmak gerekiyor, hatta bu vesile ile bir kere daha Pontos halkına karşı 1914-1923 yılları arasında uygulanan, en az 353.000 insanımızın katledildiği, 1.000.000’dan fazla insanımızın yerinden yurdundan edildiği, 30 bin’den fazla çocuğun çalındığı ve hala akıbetlerinin bilinmediği büyük bir soykırımın parçası olan TC devleti yetkililerine parçası oldukları bu büyük soykırımı tanımaya davet ediyor ve acılı halkımızdan bir an önce özür dilemeye davet ediyorum.

Bu sene ki asıl 19 Mayıs çağrım ise; içimiz de olup da uzun zamandır Kemalizm ile hesaplaşmasını bir türlü yapamayan bu yüzden de her yıl acımızı katlayarak artmasına neden olan çevrelere olacak.

Belki geçmişte de bu tür tartışmalar olmuş olabilir, anlaşılan o ki geçmişte olan tartışmalar bir noktaya varmamış ki bugün bir afaki tartışma yine hortladı. HDP’li kadrolar hatta eş başkanlar anlamadığım şekilde hükumete karşı ‘ilk meclis’e dönme ya da o dönemi referans alma gibi çağrılar yapmaya başladılar. Yazıya başladığım ilk paragrafa dönüp bir kere daha bakarsanız bize ve diğer halklara soykırım da ittifak halinde olan üç gurubu (II. Abdülhamit-İTC-Mustafa Kemal ve diğer arkadaşları) göreceklerdir. Başka türlü türlü şeyler de çıkarları farklı farklı olsa da, halkların katliamın da ortaklaşmış bir gerici ittifak söz konusudur.

BİRİNCİ MECLİS MUAMMASI VE NÜKSEDEN SOL KEMALİST HASTALIK…

Bugün gerçekten hangi nedenlerden dolayı sürekli dillendirildiğini anlamadığım birinci meclis işte böyle kuruldu. Daha açık ve net söylemek gerekirse bizim kanımız ve canımız üzerinden birinci meclis kuruldu. Detaylara girmeyeceğim, araştıranlar için bugün artık nerede ise bu ittifak durumunu belgelerle de ortaya koyacak birçok doneye sahibiz. Bırakın bizi bir kenara, müslüman halkların meclisi bile diyemeyiz, çünkü Kürt halkına karşı soykırım politikalarını da bu meclis verdi. Asıl ibretlik olansa birinci meclisin devamı niteliğinde olan bugün ki meclis histerik şekilde Kürt halkına karşı katliam ve soykırım politikalarını dayattığı bir süreçte birinci meclise dönelim deniliyor da birinci meclis tamı tamına buydu işte katliam ve soykırımı ifade ediyordu. Bu durumun bir başka türlü açıklaması var diyen varsa beri gelsin,

Bu anlaşılamayan tutum da HDP maalesef yalnız değil, her sene dillendirmekten biz yorulduk fakat bu yanlış tutumun sahiplerinin kendilerini düzeltmemekte ısrarlı olduklarını üzülerek görüyoruz. Aslında birçok dergi ve gazete çevresi bu bildik yanlışı sürdürüyor. Biz daha popüler ve günlük gazete olması nedeni ile Birgün gazetesi ve Evrensel gazetesini ele alacağız. Günlük sol-sosyalist kitle gazetesi olan Birgün’de ( http://www.gazeteler.org/birgun-gazetesi/2016-nisan-23/ ) ‘ Bugün 23 Nisan; Tüm Dünya Çocuklarının Günü’ başlığı ile Rabia Yılmaz yazı kaleme alırken, Evrensel gazetesi ise arka sayfalarına 23 Nisan reklamları beraberin de, sürekli yazarlarından olan İhsan Çaralan’ın ele aldığı 23 nisan yazı görmek mümkün. Elbette ince eleyip sık dokuyarak bir araştırma yapmadım sadece halimizi göstermek için bu popüler günlük gazetelerden örnekler aldım. Bu gazete ve hakim oldukları anlayışlar çocuk bayramı safsatasını bildik kemalist hezeyanları sürdürmeyi yeğlediler.

Kemalist sistem tüm katliam ve soykırım günlerini, ya çocuklar, ya da gençler üzerinden kamufle ederek, sözde bayramlar ilan ederek aslında katliam ve soykırımcı yüzünü maskeler. Kemalizm ile hesaplaşmayan sol-sosyalist hareketler ise yıllardır maalesef TC devletinin gerçekleştirmiş olduğu katliam ve soykırım politikalarını bu yüzden meşrulaştırmışlardır. Elbette bu anlayış ve yaklaşımlar lay lay lom anlayışı içerisinde 23 Nisan vs günleri ele almıyorlar, eleştirileri mutlaka var fakat yukarı da belirttiğimiz üzere bu günler zaten normal de çocuklara ya da gençlere ait bir gün değil, TC faşizmin katliam ve soykırımlarını gizleyen ve derinleştiren bir maskeden başka bir şey değil. O zaman da hangi niyet ile ele alırsanız alın , özü saklayan tutumunuz ile faşizmin değirmenine su taşırken, soykırımlar ile yüzleşmeyi geciktirmiş olursunuz. 23 Nisan’da pek de iyi sınav vermeyen bu sol-sosyalist kitle hareketleri, bir kaç gün sonra 19 Mayıs’ta da benzer davranışları mı sergileyecekler hep beraber göreceğiz.

19 MAYIS GÜNÜ ‘SÖZDE BAYRAM’I KUTLAYARAK YANGINIMIZA BENZİN TAŞIYACAĞINIZA, ACIMIZA ORTAK OLUN Kİ BİR NEBZE DE OLSA YANGINIMIZA SU SERPMİŞ OLUN

Bu yüzden maalesef var olan cılız gücümüzü de soykırımı gerçekleştiren güce karşı değil, kemalist hastalıkları ile yüzleşmedikleri için bu guruplara çağrı ile harcıyoruz. Bu guruplara karşı sadece gücümüzü harcamıyoruz, aynı zamanda soykırıma maruz bırakılmış bizler ile empati kurmadıkları için, bir dost, arkadaş yoldaş diye yan yana yürüdüğümüz kesimler yüzünden, hüznümüz acımız bine katlanıyor.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi bilerek yada bilmeyerek Kemalizm’in değirmenine su taşıyan dostlara ve arkadaşlarımıza bu yüzden bir kere daha çağrı yapıyoruz, bir kaç gün sonra yeni bir yıl dönümünün yasını tutacağımız 19 mayıs bayram değil, biz Pontos Rumları için kara gün, soykırım günüdür; 19 mayıs günü ‘sözde bayram’ı kutlayarak yangınımıza benzin taşıyacağınıza, acımıza ortak olun ki bir nebze de olsa yangınımıza su serpmiş olun…

...............................................................................

"Destan"ın Türkiye'deki Meali "Katliam" ve "Soykırımdır"


Davutoğlu mecliste HDP’li vekillere saldıran AKP vekillerine destan yazdınız diyerek yine tarihe geçecek bir söz etti. Biz bu tür sözlere yabancı mıyız peki? Elbette bu soruya vereceğimiz cevap da “değiliz” olacak.

-Gezi süreci destanı mı?

Erdoğan ve AKP hükümetinden sadece Kürt halkı muzdarip değil, 27 mayıs da Taksim’de AKP hükümetinin politikalarından bunalan bir kesimin enerji boşalımına şahit olduk. Gezi Parkı’nın Asker Ocağı Caddesi’ne bakan duvarın 3 metrelik kısmı Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında yıkıldı. 4-5 ağaç da taşınmak üzere yerinden söküldü. Taksim Dayanışma grubu eyleme başladı, 40-50 kişilik grup çadır kurup parkta sabahladı. Polisin o günkü yoğun saldırılarına karşı gezi eylemleri toplumsallaştı. O dönem İçişleri bakanı olan Muammer Güler, 28 Mayıs’tan 2 Haziran’a kadar 67 ilde 235 eylem yapıldığını, bin 730 kişinin gözaltına alındığını, zararın 20 milyonu bulduğunu belirtti.

Ayrıca İçişleri Bakanlığı’nın 23 Haziran’da yaptığı açıklamaya göre Bayburt ve Bingöl hariç 79 il de düzenlenen eylemlere toplam 2. 5 milyon(Wikipedia) kişi katılmış, bundan daha fazla kişi de sosyal ağlar aracılığıyla görüşlerini aktarmışlardır. Gezi sürecine devlet’in sert saldırısı sonucunda ise ikisi polis olmak üzere 10 kişi (Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, polis komiseri Mustafa Sarı, polis memuru Ahmet Küçüktağ, Ahmet Atakan, Berkin Elvan, Burak Can Karamanoğlu, Mehmet İstif, Elif Çermik ) hayatını kaybetmiş, 8163 kişi yaralanmıştır. Böylesi bir süreci bırakın doğru yönetmeyi, darbecilere müdahale adı altında nerede ise tüm ülkeyi yangın yerine dönüştürenler, Gezi parkında ve tüm Türkiye de ki olayların baş sorumlusu olan polise destan yazdınız demişti ?

Yukarı da paylaştığım verilere bakınca Gezi sürecin de hükümetin destanının ne olduğu çok açıkça belli olmuyor mu ?

-TBMM’de HDP’li milletvekillerine karşı AKP milletvekilleri destan mı yazdı ?

21 Mart 2013 tarihi ile PKK ile devlet arasında çift taraflı başlayan çözüm süreci 1) dışarıda AKP hükümetinin ulusal ve uluslararası kamuoyunun yoğun baskısına ve uyarılarına rağmen Suriye ve Rojava’da destek verdiği İslamcı çetelerin yenilgiye uğraması 2) İçeride ise AKP hükümetinin 7 haziran 2015 genel seçimlerinde büyük şekilde yenilgiye uğraması ve tek başına hükümet olma imkanının sona ermesi sonucu, aldıkları karar ile 24 temmuz tarihinden itibaren Kürt halkına karşı ilan ettikleri savaş kararı ile sona erdi.

Kürt halkına karşı yoğun saldırılara dağlardan başlandı, PKK gerillaları bu saldırılara karşılık vermeyince halkın en hassas olduğu mezarlara yönelim gerçekleşti. Buradan da istediği provokasyonu çıkaramayınca şehirlere yöneldi. Bu yönelimlere karşı şehirler de kendisini korumak isteyen halka karşı bir çok bölge de sokağa çıkma yasakları ilan edildi, sokağa çıkma yasakları tüm vahim sonuçları ile birlikte bugün hala devam etmektedir.

Bu saldırıların hem ulusal hem uluslararası kamuoyunda meşruiyeti hala tartışmalı olduğu halde hükümet ısrar ile bu politikasını sürdürmektedir, elbette hükümetin bu ısrarının bu gözü dönmüşlüğünü besleyen uluslararası bir konjonktür var. Coğrafyamızda bu zamana kadar bildiğimiz katliam ve soykırımların yapılabilirlik koşulların oluşmasının ardından geldiğini çok iyi biliyoruz. Birinci dünya savaşının hemen öncesinde başlayıp ve sonra devam eden Pontos Rumlarına ve Ermeni halkına karşı gerçekleştirilen soykırımlar buna en iyi örnektir, uluslararası kamuoyu kendi çıkarları için o gün Osmanlı ve Genç Türkiye kadrolarının gerçekleştirdiği katliam ve soykırımlara karşı sessizliğini korumuştur.

-Mülteci kozu ile Amerika ve Türkiye Avrupa devletlerini esir aldı

Emperyalist Amerika devleti kendi çıkarları doğrultusunda Ortadoğu ve Afrika’da yeniden düzenlemelere devam etmektedir, Irak’tan tutun Libya’ya kadar, Mısır’dan alın da Suriye’ye kadar bu saldırı konsepti devam etmektedir. Yeniden düzenleme yapacak olduğu ülkelerinin liderlerini diktatör ilan edip, uzun uzadıya algı operasyonları ile o ülkeniin yönetimini kendi çkarları doğrultusunda yenisi ile değiştirmektedir. Elbette biz oradaki yönetimlerin çok demokratik olduğunu savunmuyoruz fakat Amerika bir yere girip çıktıktan sonra o düşürülen liderleri o ülke insanlarının çok aradığını da biliyoruz. Tarih 2010 sonrasını gösterdiğin de Tunus ile başlayan ve bir çoğumuzun Arap baharı dediği fakat sonra çoğunun(hepsi değil) Amerika gazı ile üretilmiş köpükten ibaret olduğunu gördüğümüz kalkışmaların, daha sonra neye döndüğünü çok iyi biliyoruz, Emperyalist Amerika bir çok yeri Arap baharı pompalaması ile düşürmüş ve oradaki yönetimleri kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmiştir.

Daha önce Sovyetlere karşı kullandığı yöntemi devreye sokarak, Vahabi-Selefi ülkeler ki başını Suudi Arabistan’ın çektiği bir çok ülke ve radikal El-Kaide örgütleri ve ile diresek teması ile bu düzenlemeleri gerçekleştirmekte, Sovyetlere karşı kullandığı Selefi-Vahabi radikal dinci örgütler daha sonra Pakistan-Afganistan hattında nasıl bir belaya dönüşmüş ise, bugün de aynı yöntemi kullanan Amerika daha geniş alan olan Afrika-Ortadoğu’da yeni düzenlemelerinin ardından aynı belayı Türkiye’de dahil tüm Ortadoğu ve Afrika’nın başına radikal dinci terörün hedefi konumuna geleceğimizden kimsenin şüphesi olmasın, bu durum onlar için dert değil bunu bizim dert edinmemiz gerekiyor, dün Suruç, Ankara bugün ise Kilis saldırıları daha başlangıç olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha önce Ortadoğu ve Afirka’da ki Amerika pratikleri gözümüzün önünde durmaktadır, bunu asla unutmamak gerekmektedir. Emperyalist Amerika için sıra Suriye devletine geldiğin de yukarıda saydığımız Vahabi-Selefi ülkere ve örgütlere Türkiye’de öncelikle Kürt fobisi yüzünden daha sonra emperyal ve ideolojik çıkarları doğrultusunda bu kampa dahil oldu. Sonra Amerika ile Türkiye hükümeti arasında bilmediğimiz bir çok antlaşma ve kirli pazarlıklar olduğu da aşikardır ki Suriyeli mülteciler konusu da buna dahildir. Türkiye’ye sığınan Suriyeli Mültecileri savaş kozu olarak Amerika ve Türkiye tarafından ortak olarak ortaya atıldı. AKP hükümeti mülteci kozu ile Kürt katliamına karşı gerçekleştirdiği katliamlara seyirci kalmasını sağladı ve bu utanç hala devam ediyor.

-PÖH ve JÖH’den müthiş destan 310 sivil öldürüldü

TİHV verilerine göre, sokağa çıkma yasağının ilk ilan edildiği tarih olan 16 Ağustos 2015 ile 18 Mart 2016 arasında en az 310 sivil sadece resmi sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş zaman aralığında, çatışma ortamlarında yaşamlarını yitirdi. Yaşamını yitirenlerin ise 72’si çocuk, 62’si kadın 30’u 60 yaşın üzerinde. Şırnak’ın Cizre ilçesinde en az 59 cenaze kimlik teşhisi yapılmadan defnedildi. Diyarbakır’ın Sur ilçesinde ise en az 20 cenaze kimlik teşhisi için Adli Tıp Kurumları’nda bekletiliyor. Bu verileri 5 nisan 2016 tarihinde TİHV kendi sitesinde paylaştı. (http://tihv. org. tr/tihv-ve-hafiza-merkezinin-calismasi-ile…/)

Yürütülen bu savaş yüzünden yaralananlara dahi daha değinmedim ya da yine bu savaş yüzünden tehcir’e maruz kalan yüz binlerce insan var. Yerlerini yurtlarını terk etmiş durumdalar ve çoğunun yaşam koşulları içler acısı olduğunu verilerin dışında gözlemlerim olarak rahatlıkla aktarabilirim. Kürt halkının yaşadıkları travmayı ise anlatmaya dilimiz varmaz. Savaş bölgelerinde raporlama yapan sivil toplum örgütlerinin Bir de demografik olarak Kürt halkına karşı bir saldırının da olduğu belirtiliyor. bunu da geçmeden aktaralım

Hal yukarıda anlattığım verilerden daha kötü durumdayken Hükumetin Gezi destanından sonra sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerlerde yürüttüğü savaşı bir destan gibi görmesi ‘Haçlılara karşı Müslüman Türklerin savaşı gibi göstermeye çalışıyor ve bu konuda çeşitli algı operasyonları yürütüyor. Elbette bu algı operasyonlarına birçok örnek verilebilir fakat biz bir tanesini vererek yetineceğiz.

Sokağa çıkma yasağı yaşanan bölgelerden dışarıya sızan fotoğraflar da öldürüldükten sonra teşhir edilen cenazeler dışarıya sızarken, ayrıca TBMM’ne kadar taşınan JÖH ve PÖH’ün duvar yazılamaları meselesi vardı. Bu konuda hükümet harekete geçeceğini ve görevlilerin açığa alınacağını kamuoyuna servis ederken, bir de televizyonlar da ne görelim JÖH’lü ya da PÖH’lü iki kişinin Cumhurbaşkanı Erdoğan için Uzun adamla başlayıp devam eden şovu sahnelendi?  Sonra bunun mizansen olduğu da ortaya çıkmıştı ya neyse devam edecek olursak, JÖH ve PÖH ‘lü destan yazan kolluk kuvvetleri böyle bir jest yapmışken Sayar’da oturmak olmazdı. Tüm bu olup bitenler savaş suçu diye yargı önüne gitmesi gerekirken, bir de ne görelim Cumhurbaşkanı Erdoğan JÖH ve PÖH’lüleri yaptıkları jestten dolayı ödüllendiriyor ve onları ziyaret ettiği televizyonlara servis ediliyordu.

-Yüzyıl aradan sonra büyük bir aşama kaydettik ve tekrar birinci meclise döndük

Sivillerin yaklaşık bir seneye yakın zamandır giremediği Sur’dan ayrıca Sat 5 diye bir faşistin çektiği nefret klibi ise bu destanın tuzu biberi diye düşünürken bu musamerenin daha sonuna gelinmediğini, hakkında dosya bulunan milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin Anayasa değişikliği teklifi, CHP-MHP-AKP oyları ile TBMM Anayasa Komisyonu’nda kabul edilmesi sonucunda Başbakan Davutoğlu’nun Anayasa komisyonunda bu kararın alınmasının ardından grup toplantısında yaptığı konuşma da dokunulmazlık görüşmelerinde yaşanan kavgaların nedeni kendileri değilmiş gibi HDP’yi de eleştirdi ve “Meclis çatısında zorbalığa izin vermeyen AK Parti grubumuzu yürekten tebrik ediyorum. Sizler dün bir destan yazdınız” dedi.

Gezi sürecin de o dönemin hükümetinin politikaları doğrultusunda polisin gerçekleştirdiği destanının ne anlamına geldiğini yukarıda yine kendi içişleri bakanlarının açıklaması ortaya koyduk. Bugün ise sokağa çıkma yasağının olduğu bölgeler de asker ve polisin icraatları ile ortaya çıkan ve bugün hala devam eden destanının ne anlama geldiğini bilmeyen kalmamıştır.

Gezi’de ve Kürt illerinde büyük yıkım sağlayan kolluk kuvvetlerine karşı büyük bir şovla destan yazdınız diyen AKP yetkilileri, dokunulmazlık görüşmelerinin hemen ardından belki de Türkiye’nin en az otuz ya da kırk yılına mal olabilecek tahribatı anlamına gelebilecek bir kararın ardından, Başbakan Davutoğlu’nun grup toplantısında çıkıp milletvekillerine ‘siz destan yazdınız’ demesi aslında Roboski ile başlayan Gezi’ ile devam eden ve sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı bölgelerde ki kolluk kuvvetlerinin işlevinin nasıl meclise taşındığını bize açık seçik gösterdi.

AKP hükümeti ile siyasi literatürümüze giren ‘destan’ sözcüğünün halkın anlayacağı mana da meali ya da anlamı katliam ve soykırım politikalarıdır. Davutoğlu’nun yaptığı bu konuşma tarihe mal olacaktır, çünkü bugün mecliste yaşanan şeylere baktığımız da sivil darbenin tamamlandığını açıkça görebiliyoruz. Bence bunca açıklamanın ardından AKP hükümeti vekilleri ya da onları diğer destekleyen kesimler Başbakan’ın deyişi ile mecliste destan mı yazdılar. Dediğim gibi Roboski, Gezi ya da sokağa çıkma bölgelerinde polis ya da asker ne kadar destan yazmışlarsa o kadar destan yazdılar. Şimdi bu hükümet ve taraftarları (CHP-MHP ve Avrupa ) bu durumla ne kadar övünseler azdır, polis, asker, korucudan sonra kolluk kuvvetleri arasına meclisi ve vekilleri de dahil ettiler. Ne diyelim bu yaptıklarınızdan sonra artık sizi tarih hiç unutmayacak ve unutturmayacak.

Hadi hepimize kutlu olsun ki yüzyıl sonra büyük bir gelişme kat ederek birinci meclis sürecine geri döndük, yasama-yürütme-yargı bundan sonra tek ses verecek, büyük şefimiz yüce sultanımız büyüğümüz ne ses verirse, artık sadece yankısını duyabileceğiz mecliste tekrar hepimize kutlu olsun

-Namussuzlar ile namuslular arasındaki fark böylesi dönemlerde ortaya çıkmayacak ta ne zaman ortaya çıkacak değil mi?

Bu arada çözüm sürecinin bitmesi ile başlayan ikisi halkı askerlikten soğutmak, biri öz yönetim davalarına, dört yeni dosya daha ekledik. Bunları da açacak olursak iki tane örgüt propagandası, bir dosya Atatürk’e ve Türklüğe hakaret, bir diğeri de yine halkı askerlikten soğutma dosyası, hadi bu davalar hepimize kutlu olsun diyelim. Hakkımda açılan dosyaların dibi görünmese de, bunca olup biten şeylere nasıl sessiz kalacağız, namussuzlar ile namuslular arasında ki fark böylesi zamanlarda ortaya çıkmayacaksa ne zaman çıkacak değil mi ?

....................................................................................

Birinci Meclis Ne İse Sonuncusu Da Odur


#SizdenKorkmuyoruz

Meclisten yüzlerine gerçeğin haykırılmasına alışkın değiller. Avrupa’yı da mülteciler ve Amerika tehdidi ile susturdular. Zannettiler koca koca Avrupa ülkeleri susunca biz gerçeği haykırmayız. Bre aymazlar o kürsünüzde konuşan sevgili Ferhat Encü’nün en az 11 yakınını ve 34 köylüsünü bilerek ve isteyerek 28.12.2011’de alenen katlettiniz. Bu Meclis aldığı kararlar ile Roboski katliamını akladı, ne tez o günleri unuttunuz. Bu yüzden hala yargılanıyorsunuz.

AKP hükümeti kendisi açıklamadı mı Dersim’de devlet katliam yaptı diye, ne demek devlet insan öldürmezmiş. Tarihimizin en karanlık sayfaları devletin öldürdüğü insanlar ile oluşmadı mı? Bre aymazlar kaç gündür Işid Kilis’i vuruyor, madem bu kadar vatanperversiniz neden meclisiniz bu konuda bir şey yapmıyor. Savaş ve yıkım konusunda oldukça mahir olan meclisiniz konu Işid olunca dut yemiş bülbüle dönüyor.

Biz neden dut yemiş bülbül olduğunuzu gayet iyi biliyoruz da, belki kamuoyu da bir kere daha neye onay verdiğini görür. Söz konusu Rumlar, Ermeniler ve Kürtler olunca meclisinizin ne kadar kirli işler yapmadığını bilmeyen yoktur.

Bizimkiler de (Figen Yüksekdağ birçok yerde birinci meclis vurgusu yaptı, çözümü orada aramak anlamında bunu söylüyor) duruyor duruyor birinci meclis diyor. Kardeşim bunun ilki sonu yok. Bu meclis haklarımızın canı ve malı üzerinden yükseldi. O mecliste iki tane Kürt, bir Rum, üç Ermeni’nin olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Zamanı geldiğinde ağzın ile kuş tutsan, bu İttihatçı artıkları sana ya dağın yolunu gösterirler ya da kodesin. Elbette imkanları sonuna kadar kullanacaksın fakat bu meclisi de varlık ya da yokluk meselesi asla yapmayacaksın, gerekirse arkana bakmadan yürüyüp gideceksin. Nasıl bu meclise gelecek gücü örgütlemişsek bu sefer de bu meclisi özgürleştirmek için güç kazanacaksın, sonra dönüp bu meclisi layığı neyse ona dönüştüreceksin.

Ferhat Encü birinci meclisten bu güne bilinen bir gerçeği tekrar etti sadece, gerçeği sonsuza dek saklayamazsınız. Linç yerine meclisin gerçek yüzünü ortaya çıkaracak eylemin sahibi olmasından dolayı da kendisine bir kere daha teşekkür etmemiz gerekiyor. Üşenmeyip araştıranlar görür ki tüm büyük katliam ve soykırım politikalarının kararlarının alındığı yer olarak karşılarına dün birinci meclis, bugün de bu meclis çıkacaktır.

#FerhatEncuYalnızDegildir

..................................................................................

Cumhura Ayrı Cumhurbaşkanı’na Ayrı Adalet


Akademisyenlere hakaret ile ilgili suç duyurusuna, Erdoğan mahkemeye sunduğu cevap dilekçesinde Anayasa Mahkemesi ve AİHM’nin “düşünce ve ifade özgürlüğü” içtihatlarını örnek gösterdi. Erdoğan adına avukatı tarafından verilen dilekçede, ifade özgürlüğünün “devletin veya nüfusun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgiler ve düşünceler için de geçerli olduğu ve bunlar olmaksızın demokratik toplum olmayacağı” belirtildi.

Büyük ihtimal ile de mahkeme Erdoğan'ın yaptığını düşünce özgürlüğü deyip konuyu kapatacak. Benim ve sevgili yoldaşım Meral Geylani'nin bir süre önce özyönetim ilanı ile ilgili bir mahkememiz oldu. Erdoğan'ın dediği ya da savunmasında verdiği örnek de olduğu gibi “devletin veya nüfusun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgiler ve düşünceler için de geçerli olduğu ve bunlar olmaksızın demokratik toplum olmayacağı”nı içerecek bir yazım ve Meral'in de bir paylaşımı oldu. 

Özetle devletin PKK ile mücadele adı altında Kürt halkına karşı savaşını protesto etmek için evimizde özyönetim ilan ettik bunu da AİHS ve AİHM karar örneklerinde olduğu gibi biraz üst perdeden rahatsız edecek şekilde yaptık. Katliamlar yaşanırken insanların tepkisizliğine karşı, üst perdeden bir tepki gösterdik. Neyse kamuoyundan çok yargıyı rahatsız edince bize dava açıldı. Uzunca bir savunma yaptık. Erdoğan'ın avukatları gibi AİHM ve AİHS örnekleri verdik. Velhasıl saydık döktük bir sürü örneği verdik ve beraatimizi talep ettiğimizde mahkeme söylediklerimi dikkate almadı ve bana 'halkı kanunsuzluğa tahrik ' suçundan 5.5 ay ceza verdi.

Erdoğan'ın savunmaya konu olan, TV’den yayınlanan 4 ayrı konuşmada kullandığı kelime ve terimler şunlardı : “Alçak”, “zalim”, kapkaranlık”, “cahil”, tiksinti verici”, “vatan haini”, “lümpen”, “terör örgütünün maşası”, “ahlaksız”, “mandacı artığı”, “ruhu kirlenmiş.” iken, bizim yaptığımız ise devletin Kürt halkına karşı yaptığı katliamların durdurulması için yukarıda AİHS ve AİHM içtihatlarının söylediği üzere “devletin veya nüfusun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgiler ve düşünceler için de geçerli olduğu ve bunlar olmaksızın demokratik toplum olmayacağı” örneğinde olduğu gibi belki üst perdeden açıklamalardı ki bu katliamlara dikkat çekmek içindi. Bu kadar katliam yaşanırken çok da alt perdeden konuşmaları kimse duymazdı fakat asla hakaret ya da tehdit içermiyordu.

Hal durum böyle iken Erdoğan'ın hep söylediği, örneklerinde kullandığı Cumhur (Halk) mahkemeler tarafından savaşa dikkat çektiği için cezalandırılırken, Cumhurun vekili olan Cumhurbaşkanı hükümetin izlediği savaş politikalarına karşı çıkan ve muhalefet eden herkese alenen Alçak”, “zalim”, kapkaranlık”, “cahil”, tiksinti verici”, “vatan haini”, “lümpen”, “terör örgütünün maşası”, “ahlaksız”, “mandacı artığı”, “ruhu kirlenmiş gibi türlü hakaretleri, söylediği halde, mahkemeler düşünce özgürlüğü deyip, AİHM ve AİHS sözleşme ve mahkemelerden referanslar ile süsleyip dosyayı kapatacaklar sonra da bu yapılanların adına hukuk ve adalet diyecekler.

Hadi canim sizde bunun adı olsa olsa temsili otokrasi olur. Bu kararları verenlere ya da alanlara da dense dense Osmanlı’da olduğu gibi Kapıkulu memuru derler.

.....................................................................


Pontos Paneli İle Yüzyıllık Suskunluğumuzu Bozduk


9 Nisan’da Ankara düzenlediğimiz Pontos paneli Türkiye'de yüzyıllık bir suskunluğun ardından gelen müthiş bir etkinlikti. Geçmişte halkımıza katliam yapanların torunları yaptığımız çalışmadan rahatsızlık duyduklarını açıkça bize gösterdiler.

Türkiye ve Yunanistan’dan gelen birçok tarihçi ve akademisyen ve aktivist  Pontos soykırımını ve tehcirini anlattı. Panelin düzenlenmesinde öncülük eden başta Newroz Gazetesi ve Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’ne olmak üzere, emeği geçen tüm dostlarımıza çok teşekkür ediyoruz.

Gerçekleştirdiğimiz panel ile bir kere daha halkımıza karşı uygulanmış olan soykırım dilendirildi. TC devletine bir kere daha gerçekleştirdiği soykırım yüzünden halkımızdan özür dilemesi çağrısında bulunuldu. Halkımızı yerinde yurdundan eden tehcir politikaları ele alınırken, soykırım döneminde kaçırılıp Türk ailelerine verilen on binlerce Rum çocuğunun kimlikleri ve verildiği yerlerin açıklanması istendi.

Bir kere daha Pontoslu Eleni çavuşun torunu olarak diyorum ki eğer bir Pontoslu hala nefes alıyor ve yaşıyorsa kurtuluş için her zaman umut var demektir. Yüzyıl suskunluktan sonra bu panelim anlamı tam budur. Pontos halkı direnen halkların safında bir kere daha merhaba diyor. Bir kez daha despot Kemalist sisteme karşı mücadele yürüten halklara bundan sonra biz de omuz vereceğiz anlamına geliyor.

Aslında bir Pontoslu olarak 40 küsur yıl önce dünyaya gelmiş olsam da, asıl ilk doğumum PKK gerillalarının eline geçmem ve orada dönüşmem ile olmuşsa da, politik ve düşünsel bazda kendimi kazanmışsam da, dün gerçekleştirdiğimiz Pontos panelinde ikinci doğuşumu yaşadım. Bu zamana kadar Pontosluluk ne derseniz size ruhu olmayan bir şeyler anlatabilirdim.

Fakat dün gün boyunca ve özellikle Yunanistan'da Katerini'de yine Pontos konulu bir panele canlı bağlandığımızda, oradan ve buradan alkışlar ve selamlaşmalar başladığında, inanın bir taraftan çekim yaparken bir yandan gözyaşlarımı tutamadım. Nasıl yüzyıl sonra burada bir Pontos etkinliği gerçekleştirmişsek, yani bir ilki yaşamışsak, benim için de bir ilk oldu, yani dün gerçekten Pontoslu Rum olduğumu iliklerime kadar hissettim. Bu hissi bana yaşatan tüm dostlarımı bir kere daha buradan selamlıyorum.

Bu panel diasporamızın yüzyıllık yalnız kalmış sesine Pontos'dan Pontoslu Rumlardan selamlama anlamına geliyor. Türkiye'de devlet faşizmin en ceberrut yüzünü gösterdiği Kürt halkına karşı soykırım dayatması yapıldığı bir dönemde bu panel ile biz de varız Türkiye'de despotik sisteme karşı mücadele yürüten halkların ortak mevzisinde yerimizi alıyoruz anlamına geliyor. Pontoslu Eleni çavuşun torunları üzerlerindeki ölü toprağını bu panel ile bir kere daha kaldırdıklarını göstermiştir.

ARTIK BİRAZ DA SİZİN UYKUNUZ KAÇSIN

Elbette işimiz hiç kolay değil yüzyıl sonra ilk sözü söylediğimiz an da Türk ırkçıları ve çeşitli internet sayfaları ve gazete sütunlarından bize saldırmaya başladılar. Yeniçağ gazetesi yazarı Arslan Bulut 'PKK yenilirse kim yenilirmiş' başlığı ile Ankara'da yaptığımız Pontos konulu paneli hedef gösterdi. Arslan söylediklerimi sulandırarak bakın neler demiş 'Yannis Vasilis Yaylalı da "Bir asır önce Rumlara yapılan tehcir ve katliam bugün Cizre, Sur, Silopi, Nusaybin gibi Kürt illerinde Kürtlere yapılıyor. Hepimiz Kürtlere destek olmalıyız. Kürtler bugün yenilirse hepimiz yeniliriz" dedi. Aslında "PKK yenilirse, Ermenistan ve Pontus hayalleri tamamen sona erer" demek istiyor! Açıkça görüldüğü gibi PKK destekçilerinin aslında Kürt diye bir derdi yok. Onların derdi 100 yıl önce "Osmanlı devletinden Ermenistan ve Pontus devletleri çıkarmak"tı. 'Yeniçağ gazetesi yazarı Arslan aslında bizim niyetimizden çok o bildik yalanlar ile nerede ise yüzyıl aradan sonra halkımıza karşı uygulanan soykırım ve tehciri konuşmak için yaptığımız bu çalışmamızı manipüle etmek isterken, aslında geçmişte halkımıza karşı yaptıkları soykırım, katliam ve tehciri işte bu yüzden yaptık demek istimiyorlar mı? Bizim katliamımız üzerinden Arslan yine bugün hala varlık mücadelesi veren Kürt halkının mücadelesini de manipüle etmek istemiyor mu ?

Yüzyıl önce halkımıza karşı katliam ve tehcir uygulayanların torunları yaptığımız çalışmalardan oldukça rahatsız olmuş görünüyorlar. Yüzyıllık suskunluğumuzu artık bozuyoruz, yaptıklarımız daha başlangıç olduğunu söyleyebilirim. Sizin keyfiniz kaçmasın, dedelerinizin yaptıkları ortaya çıkmasın diye bir yüzyıl daha susmayacağız. Faşizmin ve ulus devlet savunucularının tipik tepkileri yüzyıl önce neyse bugün de aynı öyle, Ermeniler devlet istiyor, Rumlar devlet istiyor, kürtler böyle istiyor. Bundan tam yüz ya da yüz yirmi yıl önceye gidelim , Osmanlı dağılmak üzere artık miladını doldurmuş bir imparatorluk, bir taraftan da Fransa devrimi gerçekleşmiş ve imparatorluklar içerisinde yer alan değişik halkları da büyük bir heyecan kaplamıştı. Bu Faşist çevre  "PKK yenilirse, Ermenistan ve Pontus hayalleri tamamen sona erer" demek istiyor!

Açıkça görüldüğü gibi PKK destekçilerinin aslında Kürt diye bir derdi yok. Onların derdi 100 yıl önce "Osmanlı devletinden Ermenistan ve Pontus devletleri çıkarmak"tı derken o gün sadece Türkler heyecanlanmalıydı, siz de Türk'ün heyecanına sadece harç olmalıydınız, harç olmayı kabul etmeyince de bugün yaşanan gibi yaygara kopararak hepiniz sırtımızdan bizi hançerlediniz demek istiyor. Dün söyledikleri ve yaptıkları katliamları örtbas etmek ve kendi ırkçı istibdat rejimlerini bu faşist söylem örtüsünün arkasında nasıl gizlemişlerse aynı saldırıları bugün de sürdürmek istiyorlar.

BAŞKALARININ BİÇTİĞİ KADERİ KABUL ETMEYECEĞİZ

Biz bu yalana ve  isteğe de karşı çıkıyoruz, Osmanlı imparatorluğu bünyesinde gönüllü ya da zorunlu çok çeşitli halkların olduğunu biliyoruz . Osmanlı'nın dağılma sürecinde en az Türk halkı kadar diğer halklar da kendi kaderini tayin etmek, kendi yaşamlarının kaderi için aynı heyecanı paylaştı. Bir ihanet, bir arkadan vurma durumu mevcut değil , Osmanlı artık miladını doldurmuş, Osmanlı tebasını oluşturan halklardan olan Türk halkı nasıl kendini var etmek için çabaladıysa, halkımızı da aynı heyecan sardı ve aynı şekilde kendi kaderini belirlemek için çabalamaya başladı. O gün ki konjonktürü iyi kullanan Türkçü İttihat ve Terakki kadroları ve sonradan ortaya çıkacak olan Türk devletinin genç kadroları, bugün ki yeniçağ gazetesi yazarı ile aynı düşünceye sahiptiler ve o büyük soykırım planlarını hayata geçirdiler. Sonucu bugün hepimiz biliyoruz , milyonlarca Ermeni ve Rum yerinden yurdundan kopararak tehcir edildi ve yine iki milyona yakın insan bu coğrafya da katledildi.

Tüm bu yalanları ile halkların kafasını karıştırarak , gerçekleştir-dikleri katliam ve soykırımları aklayarak , coğrafyamızda yaşayan halkları bu söylem ile sürekli korkutmak ve gecikmiş de olsa bir yüzleşmenin önüne geçmek ve halkların iradesini de bu yüzyıllık yalan ve faşist söylem ile hiçleştirerek hala zaman kazanmaya çalışıyorlar. Bu yüzyıllık yalana karşı çıkmak için, yalanları ile zehirledikleri halklara gerçekleri anlatmak için, bizim olanı kendimize iade etmek için, bu coğrafya da halkların birlikte yaşaması için gerekli olan hakların eşitliği ilkesi için artık tekrar harekete geçiyoruz.

Bu vesile ile, Türk halkına çağrı yapmak istiyorum. Yeniçağ gazetesi yazarı örneğinde olduğu gibi bu tür ırkçıların yazı ve açıklamalarına itibar etmeyin. Hala yüzyıllık yalan ile sizleri zehirlemek istiyorlar. Biz tüm halkların eşit olduğuna inanmaktayız, hiç bir halkın diğer karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur. Bu üstünlük yalanı Türk ırkçılarının uluslaşma sürecinde, halkların ayrıştırma süreci için bilinçli olarak üretildi. Bu yalanla iradenizi teslim aldılar ve sizin adınıza diğer haklara katliam, soykırım ve tehcir uygulandı. Bugün de halklara karşı devam eden soykırım dayatması aynı yalan ile sürdürülmektedir. Türk halkı bu yalanlara asla pirim vermemelidir. Bizim bugün verdiğimiz mücadele bu soykırım ve katliam politikalarına karşı halkların eşitliğini bir arada barış içerisinde yaşanmasını savunur bunu unutmayın.

Ne yaparsak yapalım değişmeyen ve uslanmayan faşistlere gelince de artık sizin de biraz uykularınız kaçsın

............................................................................


Urfa'ya Verilen Neyin Madalyası?


"Kurtuluş Savaşı sırasında verdiği destansı mücadeleyle büyük kahramanlık gösteren Şanlıurfa'ya İstiklal Madalyası verilecek. Teklif, AK Parti, CHP, HDP ve MHP'li bütün milletvekillerinin oylarıyla oybirliği ile kabul edildi." (HÜRRİYET)

Bir taraftan tecavüz sonrası 'Hepimiz Ensar'ız denilerek kapatılmaya çalışılan bir toplu tecavüz olayına Altan Tan gibi biri çıkıp sözde aile bakanının dediğini onaylar ve hükümeti temize çeken bir çıkış ile bir kereden bir şey olmaz korosuna HDP içerisinden dahil olarak, tecavüzü normalleştirirken, hükümeti rahatlatan bir adımın sahibi olmuştur.

Tam bu salaklığın gürültüsünün orta yerinde, hem de Türkiye devleti ve hükümeti Kürdistan'a işgal hareketi başlatmış, daha önce tartışılmış ve olmaz denilen yeni Sri Lanka katliamı gerçekleşirken bu Urfa'ya istiklal madalyası neyin nesi oluyor. Hadi Türk devleti ve bugün iyice faşizmi azıya almış hükümeti anlıyorum. Onlar için işbirlikçi-korucu şehir işgalini meşrulaştırmak için çok önemli de peki size ne oluyor HDP, bu nasıl bir aymazlık, daha önce birinci meclis çıkışı ile ne kadar Gayri-Müslüm ve farklılık varsa incitmiştiniz.

Şimdi de Kürt halkına katliamın orta yerinde Urfa'ya istiklal madalyası komedisi HDP ve bu zihniyetin İttihatçılık ve Kemalizmle hesaplaşmasını iyi yapmadığını da bize gösteriyor. Bu faşist inkarcı katliamcı devletin birinci ya da onuncu meclisi de aynıdır, aralarında hiç bir fark yoktur. Bugün var olan meclis Türkiye ve Kürdistan'da halklar ve diğer inançlar için nasıl katliam ve inkarın devamı ise sürekli övüle bitirilemeyen birinci meclis de aynen öyleydi.

Kemalizm ile faşizm ile iyi hesaplaşılmadığında kurban katliamcısına aşık olurmuş, bugün yaşadığımız maalesef tam böylesi bir süreçtir. Kurtuluş tarihi olarak ya da onların dediği gibi anti emperyalist dönem dedikleri 1919-23 (bir kaç yıl önce ya da bir kaç yıl sonrası ) arası ise o tarih de neler olduğuna ve sonuçlarına iyi bakın o zaman bugün o dönem için sağa sola madalyalar dağıtanların, ne için madalya dağıttığını görürsünüz.

Bre aymazlar o gün o dönemler de azılı İttihatçılar ve Kemalistler'in kurtulduk diye yaygarasını kopardıkları ve bu yüzden her fırsatta dağıttığı madalyalar bizim Rumların, Ermenilerin, Süryani ve Asurilerin yokluğu üzerinedir o gün bizden bu günde sizden kurtulmaya çalışıyorlar ve siz bu durumu teşhir edip, karşısında duracağınıza Ensar rezaletinde Altan Tan'ın o kabul edilemez tavrının devamcısı oldunuz.

HDP artık gerçekten bir karar vermeli, ya celladına sevdalı, zor dönemlerinde ona omuz veren sistem partisi mi olacak. Yoksa gerçekten geçmiş ile düzgün şekilde hesaplanıp, halkların ve inançların haklarını savunan parti mi olacak. HDP'nin kongresinin yaklaştığı bu dönemde mutlaka bu sorulara doğru cevap aranmalı ve yola öyle devam edilmeli diye düşünüyorum.

Hürriyetin verdiği o haber ve sözde istiklal madalyası için verdiğiniz onay ne anlama mı geliyor. Hükümetin ve devletin hunharca Kürt halkına giriştiği katliamları HDP'nin onayladığını, bununla da yetinmeyip geçmiş tüm katliamları da kabul ettiğiniz anlamına gelir, siz yok öyle değil böyle deseniz de ifade ettiği şey bu kadar açık ve nettir.

19 Mayıs Pontos soykırımın yıl dönümü yaklaşırken HDP'nin böylesi ırkçı ve şoven bir politikanın parçası olması bizi çok üzmüştür. Daha önce de yaşanan benzeri ve bizi yaralayan çıkışlar yüzünden HDP'nin politikalarına, izlediği ikircikli siyaset tavrına karşı giderilmesi gereken kaygılarımız ortaya çıkmıştır. Umarız HDP bu haklı kaygılarımızı giderecek adımlar atar ve bu inkarcı ve katliamcı devlet ve hükümetin ekmeğine bir kere daha yağ ya sa bal sürmekten vaz geçer.

...........................................................................................


Bu Devletin Vatandaşı Olma Utancını Benden Alın



#GelBendenbaşla
Ödediğim vergiler ile İnsanların önce öldürülüp , sonra tecavüz edilip, ardından yakıldığı, haftalarca cesetlerinin sokaklarda teşhir edildiği ve bilerek cesetlerin hayvanların yemesine terk edildiği bir ülkenin hala vatandaşı olmak utancını bana yaşatmayın , #Gelbendenbaşla bu utanca son ver.
1) TC devleti 24 Temmuz sonrası PKK’yi bahane ederek Kürt halkına karşı savaş başlattı.
Ben de Akademisyenlere destek için imza verdim, bugün olsa yine veririm. Başından itibaren AKP hükümeti ve TC Cumhurbaşkanının PKK’yi bahane ederek 24 Temmuz sonrası Kürt halkına karşı soykırım savaşı başlattığını bir çok kez yazdım. Hiç pişmanlık belirtisi göstermeden yazmaya da devam edeceğim.
Yapılan devlet katliamını daha görünür kılmak için evimizde öz yönetim ilan ettik, bu yüzden Mahkeme beni halkı kanunsuzluğa tahrik etmekten 5.5 ay cezalandırdı. Fakat bugün olsa yine aynı şekilde özyönetim ilanı yaparım.
2) TC devleti planlı programlı Roboski katliamını yaptı.
Roboski katliamı ve diğer tüm devlet katliamlarını görünür kılmak ve devletin inkar ve katliam politikalarına karşı silahlı direniş başlatan PKK ile devlet arasında süren savaşa karşı barış talebi ile 2012 yılının 1 Eylülünde Robiski’den Ankara’ya barış yürüyüşü gerçekleştirdik. Daha sonra Meral Geylani ile aldığımız karar sonrası Roboski’ye yerleştik. Roboski’ye devlet ve bugün ki Cumhurbaşkanı ısrar ile Uludere dememizi, demediğimiz koşulda terör ile anılacağımız imasını her fırsatta dillendirdi. Öncelikle bir kere daha 28.12.2011 tarihinde Roboski yaylasında gerçekleşen saldırının bir kaza olmadığını ve devlet göz göre göre orada Kürt halkını cezalandırmak için planlı programlı katliam yaptığını yineliyorum .Hiç bir zaman da Roboski’ye Uludere demeyeceğim.
3) Askere Gitme Kardeş Kanı Dökme. ..
Roboski’ye yerleştiğim günden, bu güne kadar, Roboski ve yaşadığım her yerde vicdani ret çalışması yaptım. Bundan sonra da yapmaya devam edeceğim. Bu yüzden mahkemeler hiç yakamı bırakmadı. Halkı askerlikten soğutmak suçundan 7 ay ceza verdiler. Hala süren bir mahkemem de devam ediyor. 90’lı yıllarda devlet katliamlarına bire bir şahit olmuş olan eski bir asker olarak, savaşlar kötüdür ve kimse kimseyi öldürmesin diyor, bu vesile ile bir kere daha yürütülen kirli savaşa alet olmayın askere gitmeyin vicdani ret verin diyorum.
4) TC devleti Pontos soykırımını gerçekleştirdi.
Ben aynı zamanda Pontoslu Rum aktivistiyim. Önce Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet ile 1461 yılında başlayan, ikinci Abdülhamit ve İttihatçı faşistler ile devam eden, Mustafa Kemal ve sonrasında halkımıza karşı tamamlanan soykırım gerçekleştirilmiştir. Kendimle yüzleştiğimden beri bu doğruyu savundum ve savunmaya da her ne olursa olsun devam edeceğimi bir kere daha ilan ediyorum .
Cumhurbaşkanı Erdoğan 5 Nisan Avukatlar Günü dolayısıyla Saray’ından konuştu: “Akademisyen görünümlü destekçi, gazeteci kimlikli casus, siyasetçi kılıklı eylemci, milis kılıklı milis (…) vatandaşlıktan çıkartmak dahil gereken tüm önlemleri almakta kararlı olmalıyız. Bunlar bizim vatandaşımız olamazlar”. Diyor ya , alın benden başlayın , ölçülerinize göre benden daha iyi standartlara uyan hain bulamazsınız. Yukarıda saydıklarımı tekrarlatmayın Hadi kendimi ihbar ediyorum, vatandaşlığınınız yerin dibine batsın .
Ödediğim vergiler ile İnsanların önce öldürülüp, sonra tecavüz edilip, ardından yakıldığı, haftalarca cesetlerinin sokaklarda teşhir edildiği ve bilerek cesetlerin hayvanların yemesine terk edildiği bir ülkenin hala vatandaşı olmak utancını bana yaşatmayın , #Gelbendenbaşla bu utanca son ver.
...........................................................................

Topal Osman 2 Nisan'da Neden Öldürülmüştü?


Pontos Rumlarının, Ermeni halkı ve Kürtlerin katili (1)ve son olarak Mustafa Kemal’in muhafız komutanı soykırım suçlusu çete reisi Topal Osman 2 Nisan 1923’te Mustafa Kemal’in verdiği talimat ile öldürüldü. Üç gün boyunca cesedi kafası olmadan meclis önünde ters şekilde ayaklarından asılmak sureti ile sergilendi.

Pontos Rumlarına zalimce uyguladığı katliamların hemen ardından Koçgiri’ye geçmişti. Burada da Ermeni ve Kürt halkına uygulanan katliamların ardından Topal Osman Ankara’ya gelerek, Mustafa Kemal için oluşturulan ilk muhafız birliğinin komutanı oldu.

Görevi Mustafa Kemal’i korumak olsa da, Rumlardan Ermenilerden, Kürtlerden sonra Topal Osman’ın Ankara’ya getirilmesinin asıl amacı sorunlu olan muhalefete göz dağı vermekti. Topal Osman o dönemki mecliste muhalefetin öncülüğünü yapan 2. Grup liderlerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’i (2) evine davet etti ve orada öldürdü.

Yapılan araştırma sonucu Ali Şükrü Bey’in cesedi Topal Osman’ın evinin yakınlarında bulundu. Tüm araştırmalar Topal Osman’ı işaret edince, Mustafa Kemal, İsmail Hakkı Tekçe komutasındaki birlikleri onun üzerine gönderdi. Topal Osman Çankaya sırtlarında Papazın Bağı mevkiine çekilerek 1 Nisan’ı 2’ye bağlayan gece boyunca düzenli ordu birlikleriyle çatıştı. Bir ara Çankaya Köşkü’nü de bastı, ancak Mustafa Kemal köşkten kaçtığı için onu ele geçiremedi. 2 Nisan sabahı Topal Osman öldürüldü.

Bu sayede Mustafa Kemal’in Ali Şükrü Bey’i öldürmesi için Topal Osman’ı görevlendirdiği, hemen ardından da Ali Şükrü’yü öldüren Topal Osman’ı cezalandırmak suretiyle bir taşla iki kuş vurduğu düşünülür.(3) Öncelikle Topal Osman aracılığı ile Ali Şükrü bey (4) şahsında muhalefete göz dağı verilmiş, ayrıca artık kontrolden çıkmış olan çete reisi olan Topal Osman’dan da bu şekilde kurtulunmuş oldu.

Topal Osman’ın başı kesildiğinden, cesedi meclisin önünde ayaklarından asılmak sureti ile halka ve muhalefete ibret olsun diye üç gün boyunca teşhir edildi …
_______________________________________

1) İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarına katıldığı için aranırken Rumların Giresun´daki Rum Mektebine astıkları Pontus bayrağını indirmesi üzerine hakkındaki tutuklama kararı kaldırılan Topal Osman, Mustafa Kemal’e “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” dedi ve bölgeden yayılan anılara göre tam da dediğini yaptı. Yüzlerce kişiyi mağaralara koyarak öldürdüğü söylentileri efsaneleşerek dilden dile yayılan Topal Osman’ın bir sonraki katliam görevi “isyan eden Kürtler”e yönelikti. Mustafa Kemal’in güvenini kazanarak “uşakları” ile muhafızlığına başladığı dönemde oluşturduğu 47. Alay, Mart 1921’de başlayan Koçgiri Kürt isyanını kanlı bir şekilde bastırdı. Yolculuğu sırasında rotasında bulunan bölgelerdeki Ermeni ve Rumlara yönelik de yeni katliamlar düzenledi. (Agos gazetesi 21.08.2014 Serdar Korucu)

2) Topal Osman’ın yardımcısı Mustafa Kaptan’ın itiraf ettiğine göre, Mustafa Kaptan tarafından, yemek bahanesiyle Topal Osman’ın Saman Pazarı’ndaki evine götürülen Ali Şükrü Bey, burada Topal Osman ve sekiz adamı tarafından kementle boğulmuştur. Mustafa Kaptan cesedin nereye gömüldüğünü söylememiştir ama öğrenildiğine göre Topal Osman, kendisine Mustafa Kemal tarafından verilen Papazın Bağı denen yerdeki evde saklanmaktadır. (1 Nisan 2012 Pazar Taraf Gazetesi / Ayşe Hür )

3) Tarihçi Ayşe Hür bu olayı şu şekilde anlatıyor: “Ali Fuat Cebesoy ‘Siyasi Hatıralar’ adlı eserinde Mustafa Kemal’in Topal Osman’ın “tepelenmesi” sırasında sessiz kalışını biraz imalı biçimde anlatır. O dönemde TBMM zabıt kâtibi olan Mahir İz, Yılların İzi adlı anı kitabında “Bu çete şehirde nizam ve intizamı, hem de nizamiye askeri kışlasında askerî disiplini bozacak tavırlar takınmaya başladı. Elbette bu gayrıtabii hâl devam edemezdi. Galiba ‘bir taşla iki kuş vurulsun’ diye Ali Şükrü Bey’in vücudunun ortadan kaldırılması Topal Osman’a havale edildi” der” (1 Nisan 2012 Pazar Taraf gazetesi -Ayşe Hür)

4) Ali Şükrü Bey, Türk siyasetçi. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ve 1. TBMM’de Trabzon milletvekili olarak yer aldı; 1. TBMM’de Mustafa Kemal’e karşı en sert muhalefeti ortaya koyan milletvekili olarak tanındı. 27 Mart 1923’te bir suikast sonucu öldürüldü. (Vikipedi)
...............................................................................

Amed'de Her Şeye Rağmen Barış Newroz'u


24 Temmuz 2015 sonrası devletin yürürlüğe soktuğu Sri Lanka modeli katliam konseptinin tam orta yerinde iken 21 Mart 2016 tarihinde Kürdistan’ın kalbi Amed’de Newroz’u karşıladık…

Bu tarihi Newroz’dan bir kaç gün önce kente geldik. Kentin önce yasaklanan bölgelerine gitmek için harekete geçtik. Tabi gözlemlerimiz polisin bize izin verdiği kadar olabildi. Aşağı yukarı büyük bir tedirginliğin dışında hiçbir yeri görmeyelim diye polis her tarafı örtüler ile kaplamıştı.

Bırakın iç kısımlara girmeyi, tarihi dört ayaklı minareyi dahi göremedik. Dağkapı’da bulunan Azadi meydanından Balıkçılarbaşı’na uzanan caddeye girişte arama noktaları kurulmuş ve sanki hiçbir şey olmamış gibi orada gelip gidenle dalga geçen polis memurlarının ilk araması sonucu sokağa çıkma yasağının 100 küsur gün uygulandığı Sur’a adımımızı atmış olduk.

Suriçi’nde gördüğümüz manzara tam bir savaş halinin orada olduğuydu. Her elli metrede seyyar polis noktaları ve mevzileri oluşturulmuş ve Balıkçılarbaşı’na kadar birçok noktada arandığımızı da belirtmek gerekiyor. Tüm cadde boyunca ilk göze çarpan şey her tarafın Türk bayrakları ile donatılmış olmasıydı. Cadde boyunca bayram edası ile küçük bayraklar asılmış, Balıkçılarbaşı’nın sonunda bu küçük bayraklara, surlara asılmış 5 ya da altı metrelik bayrak eşlik ediyordu.

Duvarlar ve esnafın dükkanlarında daha önce basına da yansıyan polis ve asker tacizini içeren birçok yazı gördük. ”Biz geldik kızlar siz yoktunuz”, ”Bir Türk dünyaya bedeldir” vs gibi yazılar birçok yerde gözümüze ilişiyor. Bunun dışında ve polis ve askerin mevzilerinin dışında caddede çok büyük bir yıkım ile karşılaşmadık. O bölgede yaşayan kimle konuşsak bize tüm yıkımın ve vahşetin daha iç bölgelerde olduğunu söyledi.

Bir yıkım bölgesinden bir başka sokağa çıkma yasağının uygulandığı Bağlar’a geçtim. Konukevinin ve DTK binasının olduğu yerde uzunca bir zaman yine askerlerin ve polislerin araçları ile yolu kapattığı caddenin diğer kısmında yani DTK binasının önünde Suruç’tan Kobani’yi nasıl seyrediyorsak biçare, o gün de aynı biçareliği orada yaşadık. Evleri yasak bölgesinde olan aileler ise çaresizce DTK binasının çevresinden evlerin olduğu yeri seyredip, yeni gelen bizlere bu yasak ne zaman kalkar diye bir umut ile soruyorlar.

Tabi biz de en az evlerini bekleyen yurttaşlar kadar ne olacağını bilmeden orada bekleyen Amed halkı ile sohbete koyulduk:

’Ne olacak bu savaşın sonu, bunların hiç mi aklı başında değil, kırk sene savaşıp en sonunda müzakere masasına oturmadılar mı?’

‘Kırk sene boyunca anlamadılar mı savaş ile bir yere varılmayacağını, adam düşmüş başkanlık derdine bizi bunun için yakıyor olacak iş değil’.

'Biz savaş felan istemiyoruz, bir an önce bu delilik sona erdirilsin, ‘Barış için Kürt halkı daha ne yapsın’.

Yukarıdaki sorulara ya da yorumlara siz yüzü ve bini ekleyin, konuştuğumuz birçok insan bu tür şeyleri bize sorup söylüyor. Ve arada da kendi evlerinin olduğu bölgeye kafalarını çevirip bakıp tekrar dertlerini anlatıp, çözüm istediklerini birçok kez tekrarlıyorlar. O gün ve ertesi gün birçok kez DTK binasını önüne geldim. Her gelişim esnasında yüzlerce insanın orada beklediğini gördüm. Yer yer polis anonsları yapılınca dağılır gibi oluyorlar fakat bir süre sonra tekrar DTK binasının önünde toplanıyorlar. Bağlar ve sur halkının yakarışı duvarlara da yansımış, ‘Burada insanlar ölüyor Türkiye’de ise insanlık’ gibi yazılamalar birçok yerde karşımıza çıkıyor.

Newroz arifesi diyebileceğimiz son gün önce fısıltı haberleri diyebileceğimiz şekilde kulaktan kulağa Bağlar’da Newroz günü yasağın kalkacağı duyuldu. Ben pek de bu duruma ihtimal vermedim fakat , gerçekten Newroz sabahı Bağlar’dan Koşuyolu’na giden caddeden geçtiğimizde fark ettim ki yasak kalkmıştı. Büyük ihtimal ile Newroz olduğu ve bu yüzden dışarıdan gelen gazeteci ordusu olabileceği düşüncesinden dışarıya daha fazla fire vermeyelim anlayışı ile yasak bir süreliğine kalkmış olabilir diye düşündüm. Halk da benim gibi düşünse gerek ki polis araçlarından bir daha yasak olmayacak evlerinize geri dönün denmesine rağmen birçok ev eşyaları ile Bağlar’dan çıkmaya çalışıyordu….

Newroz bölgesine belediyenin ayarladığı araçlar ile gitmek üzere yola çıktıktan sonra, gençler Kürtçe marş söylemeye başladı. Kürdistan gerçeğinde gençlerin diz çökmemesi , Kürt halkının geçmişi ve geleceği noktasında çok belirleyici olmuştur. Bir süre sadece ölümlerden bahseden yaşlılar bile baktım bağıra bağıra marşlara eşlik etmeye başladılar. Bir anda gençler Newroz ateşi ile otobüs içerisinde alanlara gidenleri ısıttılar.

NEWROZ ALANINA GİRİŞ KAPISINDA…

Sokağa çıkma yasakları vesilesi ile Amed ve birçok kent ve ilçede oldukça gaza getirilmiş polis ve askerlerin olduğunu hem fiziki olarak biliyorum. Hem de devletin başının bu gaza getirme işinde ne kadar ileriye gittiğini hep beraber basından takip ediyoruz. İşte tam böylesi bir zamanın orta yerinde iken Amed’de Newroz kutlamasına hükümetin izin vermesini polisin pek sindirdiğini ve iyi karşıladığını söylemek doğru olmaz.

Bire bir, birçok şeye arama noktalarında şahit oldum, Kürt halkının folklorik renkleri olan sarı kırmızı ve yeşilin bir arada olduğu her türlü şeye karşı apansız saldırıyorlardı. Bırakın büyükleri çocukların boyunlarındaki poşuları bile zorla almaya kalktılar. Yaşanan tüm katliamlara karşı moral için alanlara gelen genç kızları polisler taciz etmeye kalktı. Genç kadın ve erkeklerin kollarında Newroz’a ilişkin yazdıkları yazıları zorla sildirmeye kalktılar. Bu duruma müdahale edenlere ise acımasızca saldırmaya kalktılar. Her yer de Newroz yasaklanırken Amed’de Newroz’un yasaklanmamasını halka sorduğumuzda hükümetin bir propaganda çalışması olarak değerlendirildiğini gördük.

Bu kentte üç aydan fazla süredir devletin halka karşı tank ve toplar ile yürüttüğü savaş ve bunun sonucunda yüzlerce sivilin yaşamını yitirmesi ve binlerce insanın Amed’in Sur ilçesini terk etmek zorunda kaldığını iyi biliyoruz. Hala Sur anneleri çocuklarının cenazelerini alabilmek için mücadele yürütüyor.

Tüm bunlara rağmen halk Newroz programı başlayıncaya kadar tüm alanını doldurdu. Bilen bilir ki Newroz alanı da öyle 50 bin yada 100 bin ile dolacak bir alan değil ki tüm korkutmalara, yasaklamalara rağmen 100 binlerce insan Newroz alanına geldi.

II. ABDÜLHAMİT İSTİBDAT DÖNEMİ GİBİ

Kürt meselesinde AKP hükümetinin tam bir hayal kırıklığı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Birçok kişi AKP hükümeti ve icraatlarını geçmiş ile kıyaslamak için bir tarihi dönemi örnek gösterdi. Bence bu hayal kırıklığını en güzel ifade edecek dönem II. Abdulhamit sonrası İttihat ve Terakki dönemi olduğunu söyleyebilirim. Herkes baskıcı Abdulhamit’ten kurtulduğuna sevinirken, halklar Fransız devriminden etkilendiklerini düşünen İttihat ve Terakki’ye baskı ve istibdat rejimine karşı destek verdiler. Halklar çok geçmeden nasıl yanıldıklarını çok kötü deneyimler ile anladılar. Birçok halk acımasızca katliam ve soykırımdan geçirildi.

AKP hükümeti birinci dönem izlediği siyaset ile kurumlaşmış faşizme karşı alternatif olarak çıkabileceğini gösteriyordu, en azından kamuoyunda bu yönde bir algı oluştu. İttihat ve Terakki döneminden beri siyasetin içerisinde yer alan askere ve vesayetine karşı referandum yapıldığında Sol’dan da birçok kesim yetmez ama evet diyerek destek verdi. AKP hükümeti tek başına iktidarını ne zaman tam sağladı o zaman gerçek yüzünü ortaya çıkararak kendinden olmayan her kesime beyaz ve fiziki soykırım dayatması ile İttihat ve Terakki cemiyetine rahmet okutacak yönelim içerisine girdi. Bu yönelimin çoğu yine en muhalif dinamiği en canlı olan Kürt hareketi ve halkına geldi ve gelmeye de devam ediyor…

Sokaklarını gezdiğim Amed kentinde bu koca hayal kırıklığını kimle konuşsanız size hayıflanarak hem de haykırarak anlatır. Bu coğrafyanın barış içerisinde geçirdiği dönemler ellerimizin parmak sayısını geçmeyecek kadar yıllar ile sınırlıdır. Bu coğrafyanın kadim diğer hakları katledildikten hemen sonra sıra Kürt halkına gelmişti. Kürt halkı bu yıllarca süren inkar ve katliam düzleminde var olma mücadelesi verdi. Fakat bu AKP döneminde yaşadığı iki yüzlü politikalar ve yalanlar ile karşı karşıya kaldığını düşünmüyorum. Kürt halkı gerçekten bu sefer barış ya da çözümün bu topraklara artık savaşmadan geleceğini düşünecek kadar AKP’nin truva atı siyasetine inanmıştı. Çözüm sürecinin rafa kaldırılması ile birlikte PKK ile mücadele adı altında Kürt halkına karşı hükümetin eşi benzeri görülmemiş bir saldırı başlattığını görüyoruz.

Yıllardır Kürdistan’ın birçok kentini çeşitli nedenler ile gezdim, çözüm süreci sonrası AKP hükümetinin bu saldırılarının asıl muhatabı kim diye sorduysam herkes ağız birliği yapmış gibi Kürt halkı cevabını verdi. AKP hükümetinin sık sık propagandasını yaptığı gibi bu savaşın PKK ile mücadele için yapıldığına kimse inanmıyor. Bunun en büyük nedeni ise hükümetin izlediği Suriye-Rojava politikası ve orada yaşayan Kürt halkına karşı hükümetin inkarcı ve katliamcı yaklaşımı devam ettirmesini olarak söylemek gerekir. Kürt halkı son dönem kendilerine karşı devletin başlattığı savaşı, hükümetin dış politikada kardeşlerine karşı izlediği bu inkar ve katliam politikalarının içeride devamı olarak görüyor.

KÜRT HALKI BENİ HEP ŞAŞIRTMIŞTIR

Tüm izlenimlerim AKP’nin izlediği yıldırma politikaları sonucu Kürt halkının sabır taşını paramparça ettiği yönündeydi. Newroz alanında açılan pankartlara, dövizlere ve flamalara baktığımda da kendilerine karşı yönelmiş şiddete karşı artık barış ile değil de topyekün savaş ile karşılık verilmesi yönündeydi. Bunun nedenini anlamadığımı söylersem Kürt halkına karşı büyük haksızlık yapmış oluruz.

Bırakın insan yaşamını cesetlerini haftalarca yerden kaldıramadıkları bir savaş yine onlara reva görüldü. Bu yüzden Newroz programında konuşmacı olacak liderlerin dili ve üslubu da bu şekilde olacağını düşündüm, doğruyu söylemek gerekirse ben bile o tonda bir konuşma olsun istedim. Kürt halkının olgunluğu ve bilgeliği hep beni şaşırtmıştır. Bu yüzden birçok kez yangına molotof ile gitmesini düşündüğüm dönemlerde bile hep sağ duyu sahibi olduklarını birebir görmüş deneyimlemiş birisiyim. Sizinle konuşma yapan üç-dört liderin konuşmasının önemli gördüğüm yerlerini paylaşacağım. Siz de bu yangın yerinde Kürt siyasi hareketinin olgunluğuna bir kere daha benim ile birlikte şahit olacaksınız:

Gülten Kışanak, günün birlik olma günü olduğunu belirterek, Türkiye’ye “Bizim geleceğimiz birlikteliktedir, ırkçılığa karşı faşizme karşı el ele verirsek bu ülkeyi geleceğe taşırız. Biz hazırız, Amed hazır, Türkiye de geleceğe ve özgürlüğe hazır olsun” diye konuştu.

Sırrı Süreyya Önder, “Şimdi buradan çağrı yapıyoruz. Açın İmralı yolunu, verdiğimiz ne kadar söz varsa hepsinin gereklerini yerine getirmeye hazırız. Müzakereleri başlatın, bu çatışmalar bir haftada sona erer. Eğer bu sözü yerine getirmezsek beni Diyarbakır Meydanı’nda dara çekin ah çekersem onursuzum,” dedi.

HDP Eş başkanı Selahattin Demirtaş ise, “Bütün Ortadoğu halklarına barışın müjdesini vererek, barışa giden yolun ne kadar güzel olduğunu müjdeleyerek 3 yıldır bu kutlamaları yaptık. Ama bugün ölümlerle bu Newroz’u kutluyoruz. 3 yıl şunu gördük. Barış dediğimiz bir hayal değil. Bizler eşitlik ilkeleri etrafında kilitlenirsek barışın mümkün olduğunu gördük. Bu yıl ki Newrozu da her şeye rağmen Amed meydanından barış Newroz’u olarak bütün dünyaya yansıyor.’ […]

‘Anti demokratik hukuk dışı yollarla bir araya gelemeyiz. Bizi bir araya getirecek hukukun, demokrasinin yoludur. Ortadoğu’da da tarihi bir dönem yaşanıyor. Hiç şüphesiz ki bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmek isteyen çok sayıda uluslararası güç var. Bizler bunun farkında olarak mücadele ediyoruz. Ama Ankara’da bu ülkeyi yönetenler tehditleri art arda sıralarken, halkın taleplerini tehdit olarak gördükleri sürece barış zor.

Birlikte hareket etmek istiyorsak o zaman demokratik ilkelerde buluşmak zorundayız. Ankara’da bu aklın eksik olduğu ve bütün süreci yanlış okuduğu anlaşılıyor. Kürt halkı korkmadan bütün halklar gibi özgürce yaşamak istiyor. Başkasından bir şey değil kendisinden çalınanı istiyor. Bugün patlayan bombalar kan çanağına dönmüş bölge gerçekliği içinde barışı istemek kolay değil. İnanın ki böylesi dönemlerde ilkeli ahlaklı olmak doğru olandır. Böylesi korku ortamını yaratanlara karşı sığınabileceğimiz yegane şey ilkeli ve ahlaklı olmaktır. Diyarbakır halkı bu mesajı verdi, bunun doğru okunması lazım’ dedi.

2016 Newroz’undan barış haykırıldı, Kürt tarafı bunca kan ve savaşın içerisinde adresi bir kere daha gösterdi.

Devlet ablukası altında bulunan Amed’de bir newroz da bu şekilde geçti. Çok uzun zamandır Kürt halkının yoğun yaşadığı yerlerde barış mücadelesi yürütüyorum, Kürt halkı bilgeliği ve olgunluğu ile bir kere daha beni şaşırtmaya devam etti. Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’ya barışın nasıl geleceği, birlikte bir gelecek imkanının ne şekilde olacağı sorulsaydı hiç düşünmeden bu gelecek imkanının en öncül halklarından birinin Kürt halkı olduğunu söylerdim.

............................................................................

Aynı Şeyi Yapıp Ayrı Bir Şey Beklemek Tam Bir Deliliktir

Yerel kaynaklardan aldığımız bilgilere göre Gülyazı köyü ve Roboski köyü korucuları Şırnak’a götürülmek sureti ile savaşa dahil edilmeye çalışılıyor. Savaşa gönüllü gideceklere bu saatten sonra diyecek sözümüz yok. Onları kamuoyu vicdanı asla affetmeyecek.

Üç kuruş para için savaşa dahil olacaklar Cizre’de katledilen Yasemin Çıkmaz’ın annesine kulak verin: ”Kızımı bulduğumda o güzel gözleri yoktu. Çıkarmışlardı. Kızım naylon gibi yanmıştı. Tüm vücudu yanmış olmasına rağmen yüzüne hiçbir şey olmamıştı. Düşünmeden duramıyorum, acaba benim kızım o bodrumda ölmedi sonradan mı getirildi? Yoksa o bodrumda mıydı? Gözleri ne zaman çıkarıldı, ölmeden önce mi sonra mı? Vücudu nasıl ve ne zaman yandı? Acaba tüm bu işkenceleri yaşarken canlı mıydı? Her gece dua ediyorum, kızım ölürken çok acı çekmemiş olsun diye”

Şırnak’a oturmaya gitmeyeceksin, Türk ordusu ve polisi tarafından yapılacak böylesi katliamlara ortak olmaya gidiyorsun, bunu asla unutma. Bu günler de geçecek, bu savaş sonsuza dek sürmeyecek, yarın bu ülkenin sokaklarında dolaşırken insanlarına bakacak yüzün kalsın istiyorsan, ona göre hareket et.

GÖREV ALANINIZ SADECE YAŞADIĞINIZ KÖYLERDİR

Fakat zorla götürülmek istenen koruculara bir kere daha hatırlatalım, kimse köyünün dışında bir göreve zorla götürülemez. Köy korucuları yönetmeliği  7. maddesi üçüncü bölüm, köy korucularının görev alanı ve görevlerini düzenler. “Köy korucularının görev alanı, görevli oldukları köyün sınırları içinde kalan alandır” diyor.

Eğer bu anlamda zorlama devam ediyorsa, sizi bu duruma zorlayanlar hakkında suç duyurusunda bulunabilirsiniz. Ya da daha onurlu davranıp halkınıza karşı katil olmak istemiyorsanız istifa edebilirsiniz…

İNSAN DÜŞMANININ BİLE ASGARİ SAVAŞ HUKUKUNA UYGUN DAVRANANI İSTER

Diyarbakır’ın Sur ilçesinde dün bir odada yaralı olduğu belirtilen ve kamuoyunun Tahir Elçi olayından tanıdığı Mahsun Gürkan’a ait olduğu iddia edilen cenazenin üzerinden paletli tankın geçerek ezdiği fotoğraf yayınlandı. ”Perde Arkası” sosyal paylaşım hesabı Mahsun Gürkan’a ait olduğu iddia edilen iki fotoğraf yayınladı.

Kürt halkı çok kötü bir düşmana sahip. Düşmanı ise bir o kadar şanslı ki kendisine dayanak yaptığı milyonların zerre kadar insanlığı kalmamış, bu PÖH ve JÖH denilen paralı asker ve polisleri, kamuoyundan büyük şekilde tepki alacaklarını düşünseler asla tank ile defalarca ezilerek öldürülen bir kişinin fotoğrafını yayınlamazlardı.

Geçmiş süreçlerde de, sokağa çıkma yasağının başladığı ilk günden günümüze paralı devlet savaşçıları, simgesel olarak bu tür şeyleri bilerek yayınlıyorlar. Bu tür şeyleri yayınlamalarının birinci nedeni Kürt halkı içerisinde korkuyu yayarak önlerine koydukları hedefleri istedikleri kolaylıkta yapabilsinler, bu aynı zamanda IŞİD çetelerinin de taktiğidir. İkinci nedene gelecek olursak, yüzyıllık şovenist ırkçı ve inkar politikaları ile oluşturulan kodların yeniden tazelenmesi ve bu sayede savaş motivasyonlarının devamını sağlayacak desteği bir kere daha üretmek. Hep derim iktidarlar rıza üretmeden savaş çıkaramazlar, bu yüzden toplumların hiçbir zaman iplerini tamamen ellerinden bırakmak istemezler.

Bu şu demek oluyor ki, bizdeki insan malzemesi ile her türlü kirli savaşı yürütmeye devam edebilirsin, yani sen birilerinin kirli amacı için her türlü boktanlığı bu ülkede yapabilirsin, kimse senden hesap sormaz, tam tersine öldürüp, yakıp yıkmazsan senden hesap sorarlar. İnsan düşmanının asgari insanlığını geçtik, savaş hukukuna uyanını ister değil mi? İşte bu bizdeki insan malzemesi buna müsaade etmiyor

Biz de savaş makinalarını denetleyecek maalesef hiç bir mekanizma şu an mevcut değil. Bir ülkenin demokrasisi o ülkenin düzeyini yani gelişme düzeyini gösterir, bizdeki demokrasi düzeyi, insan ölçüsü ortada maalesef. Sur’da paylaşılan şu resme bakın, bu nasıl bir nefret, bu nasıl insanlık, yaralı yakalandığı söylenen gerilla defalarca üzerinden tank geçirmek sureti ile öldürülmüş.

Elbette bu sadece AKP’nin ‘Yeni Türkiye’sinin ürettiği insan modeli değil, fakat hem mirasçısı olduğu anlayış, hem de takipçisi olduğu Kemalizmin bir eseridir. Onlar da çıkarlarını korumak için en kolayı seçip bu temelin üzerine Yeni Türkiye’nin insan modelini inşa etmeye koyuldular. ‘Yeni Türkiye’nin insan modeli geçmiş modelin üzerine ek olarak dinin otoriterliğini ve fanatizmini ekledi. Sonuç mu, sonuç içler acısı bir durum, tam manası ile yok olmuş, iradesi hiçleştirilmiş, vicdansız, kötü kalpli insanlar yığını, bu durumun başka türlü açıklaması olamaz

Siz bir kere dahi gördünüz mü, bu kadar lanetleyip öfke kustuğunuz PKK gerillalarının bir askere ya da polise işkence ettiğini? Hadi onu da geçelim, öldürdüğü düşmanının cesedine saygısızlık yaptığını, ki bugün bu yazıyı yazan kişi en az iki sene PKK’nin elinde esir kalmış bir askerdi, bir kere dahi hakaret içerecek göz kırpmasına bile şahit olmadı.

Yazıklar olsun, başka bir şey demiyorum. İnsan nasıl bu kadar vahşileşebilir? Bir insanı öldürdükten sonra daha ne yapabilirsin ki.

DENENMEYEN TEK YOL KALDI: O DA BARIŞ

Modern anlamda bakılırsa haklarını teslim etmediğiniz için Kürt halkı adına mücadele yürüten Kürt özgürlük hareketi ile kırk yılı aşkın bir zamandır Türk devleti savaşıyor. Sonuç almayı bir kenara bırakın Kürt halkı ile ilişkiler her gün daha içerisinden çıkılamayacak duruma gelmeye başladı. Modern Kürt hareketin öncesine değinmek bile istemiyorum. Einstein “Delilik; aynı şeyi yapıp, farklı sonuçlar beklemektir ” der, peki biz bu delilik halini ne zamana kadar yaşayacağız? Kaç zamandır yaşadığımızı hatırlayan dahi kalmamıştır. Bu hükümet de geçmiş hükümetler gibi savaş mekanizması ile kendi iktidarını sağlamlaştırmaya çalışıyor ama bir farkla, bu zamana kadar hiç bir hükümet deliliğe varacak şekilde PKK ile mücadele ediyorum adı altında Kürt halkına bu denli savaş başlatmamıştı. Buralarda 90’lı yıllara şahit olmuş biri olarak söyleyeyim ki artık barış anneleri bile barış istemeyecek duruma geldi.

Bu yüzden hala tüm farklılıklarımızla bir arada eşit-özgür-barış içerisinde yaşamak istiyoruz diyenler, bugün birkaç adım öne çıkmalı ve bu isteğini çok yüksek sesle haykırmalı, çünkü bu hükümet savaşı bu denli sürdürmeye devam ederse, artık kimsede bir arada yaşama istemi duygusu kalmayacak. İleride hayıflanmak istenmiyorsa, aynı yöntemler ile ayrı bir sonuç alınabileceğine inanan bu delilik odaklarına karşı açıktan bayrak açmamız, denenmeyen tek yol kaldı o da barış demek lazım. Bunu bu odaklara dayatmak gerekmekte.

Mesele artık sadece gündemi değiştirmek ya da günlük politika üretmek değil, çok daha tehlikeli noktalara geldik, bundan sonra bir arada yaşamalıyız mı seviyelerine geldik, bunu unutmadan hareket etmek gerekiyor. Yoksa yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi ‘Yeni Türkiye’ gümbür gümbür geliyor. Artık karar verme zamanı, ya yüzyıllık korkularımıza teslim olup ‘Yeni Türkiye’ faşizmini kabul edeceğiz, ya da bu deliliğe hep beraber son verip tüm farklılıklarımız ile eşit-özgür-barış içerisinde yaşayacağız.

............................................................................

Yaşam İçin Harekete Geçmeliyiz


Hükümetin, emrindeki kolluk güçlerinin yaptıklarına ve verdiği mesajlara bakıldığında ‘PKK’ye karşı operasyon’ adı altında Kürt halkına karşı “Tedip, Tenkil, Tehcir”* harekatı yürüttüğü anlaşılıyor. Benzerlerini Sur, Silvan, Cizre, Silopi, İdil’de gördüğümüz, halka gözdağı içeren duvar yazılamalarıyla mesaj vermeye bir yenisi Hakkari’de eklendi

KURBANLI GÖZDAĞI 

Habere göre, Hakkari kent merkezine yaklaşık 7 kilometre uzaklıkta bulunan Depin Polis Kontrol Noktası’nda kurban kesimi yapıldı. Vali Yakup Canbolat ve Emniyet Müdürü Resul Holoğlu’nun da katıldığı kurban kesimi töreni, Hakkari Emniyet Müdürlüğü’ne ait resmi internet sayfasından da duyuruldu.

Fotoğrafların da yer aldığı duyuruda, “Yüksekova operasyonu öncesi il emniyet müdürümüz ve sayın valimizin katılımlarıyla kurban kesimi töreni gerçekleştirilmiştir” ifadeleri yer aldı.

Hükümetin “PKK’ye operasyon” adı altında Kürt halkına karşı iç savaş görüntüleri veren yöneliminin genel seyrine bakıldığında, ayrıca yapılan kurban kesme işinin basına servis edilişi de hesaba katıldığında Hakkari Depin’de gerçekleşenin, masum bir işlemden çok Yüksekova’da (Gever) yaşayan halka karşı kurban şovlu gözdağı olduğu açıktır.

Hükümetin bu tür operasyonları nasıl savaşa dönüştürdüğünü geçmiş deneyimlerimiz ışığında iyi biliyoruz. Bu yüzden yeni bir Sur, Cizre, Silopi, İdil, Silvan yaşamak istemiyorsak, hükümete bağlı kolluk güçlerinin gerçekleştirdiği savaş ve insanlık suçlarına bir yenisinin eklenmemesi için, duyarlı kamuoyunun bir an önce harekete geçmesi gerekmekte.

SONRASI TİMSAH GÖZYAŞI 

Gazeteci arkadaşların Haber Nöbeti'nden sonra, yayınladıkları bildiri ile Türkiye kamuoyunun sessizliğini bozan Akademisyenler Diyarbakır'ın Sur ilçesi için 'Akademik Nöbet'e geleceklermiş. Naçizane önerim Sur yerine Nusaybin, Şırnak, ya da Gever'e nöbet için gidilmelidir.

Belki başından itibaren yanlış bir yöntem izledik. Savaş oluyor, canlar kırılıyor ve bize düşen insanlarımızdan geriye kalanları toplamak oluyor ki çoğunlukla geriye hiçbir şey kalmıyor. Cizre ve Sur benzeri savaş bölgelerinde bırakın sağ olanları, ölülerimizi almayı kar sayar duruma geldik. O sebeple dediğim yerlere gidilip, şehir meydanlarına gerekirse zincirler ile kendimizi bağlayıp, bu savaşa izin vermemeliyiz .

Mehmet Tunç orada onursuzlaştırmaya karşı topraklarını terk etmek istemeyen insanlarını kurtarmak istiyordu. Savaşı durdurmak adına biz hiçbir şey yapamayınca, kaçmayı da deneyebilirdi, hatta kaçabilirdi de, kaçsaydı da kimse bir şey diyemezdi, fakat o tarihe geçecek olan 'bizimle gurur duyun' sözüne uygun olarak, orada olan yoldaşları ile can verdi.

Peki biz Mehmet Tunç'u ve yoldaşlarını kurtaramaz mıydık?

Bu yüzden savaş başlamadan barış için, ölümler olmadan yaşam için ne yapacaksak yapmalıyız, sonrası timsah göz yaşı...

_____________________________________

* Tedip: Terbiye etmek. Haddini bildirmek. 
Tenkil: Tepelemek, sindirmek. Başkalarına ders ve ibret olacak şekilde cezalandırmak. 
Tehcir: Yurdundan çıkarmak, hicret ettirmek, sürmek. 

.............................................................................

Anayasa Mahkemesi 'Roboski Katliamına Devam' Dedi


#RoboskideKatliamDevamEdiyor

Roboski dosyası için Roboskili aileler adına 100 avukat 14 Temmuz 2014 tarihinde Anayasa mahkemesine başvuru yaptı.

Anayasa mahkemesine Roboskili 53 kişi adına başvuru yapılmasının Ardından nerede ise bir buçuk sene geçti. Anayasa Mahkemesinin Roboski dosyası ile ilgili karar vermesi beklenirken, dosya için başvurunun ardından bir buçuk sene sonra mahkeme 53 başvurucudan 3’ünün avukatlarının vekaletnamesinin dosyada yer almadığı gerekçesiyle 15 gün içinde eksikliğin tamamlanması için tebligatta bulunduğu avukatın belgeleri 2 gün gecikmeli sunması nedeniyle ret kararı verdi.

Bunca zaman aklınız neredeydi diye Anayasa mahkemesi yargıçlarına sormak gerekiyor. Ne yaparsanız yapın, katliamcılar yargılanıncaya kadar, başta Roboskili aileler, Roboski halkı, ve Roboski halkının dostları olarak bizler peşinizde olacağız.

Bu mahkeme oyalaması ve bir buçuk sene bekleyip bugün devletin Roboski aileleri ile ilgili verdiği bu karar 28. 12. 2011 tarihinde gerçekleşen katliamın devamı niteliğindedir.

Bu devlet katliamcı ve inkarcı ittihatçı geleneğin devamcısı olduğunu Roboski ile başlayan, Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, ve Ankara Katliamları ile göstermişlerdir. Roboski katliamı dosyasının yargısal sürecine baktığımızda kamuoyu tepkisinin en az olabileceği süreç ya da dönemlerde vermesi dikkatlerden kaçmazken aynı zamanda Kürt halkının yarasına ne zaman tuz basmak gerektiğinde o zaman bu kararların çıkması oldukça manidar.

Bakın sizler ile Roboski için hak arama mücadelesinde karar zamanlaması üzerine kısa bir anekdot paylaşmak istiyorum.



ÇÖZÜM SÜRENİN BAŞLANGICI OLAN TARİHTE KOMİSYON RAPORUNU AÇIKLADI

11 Ocak 2012 günü TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde Uludere Alt Komisyonu kuruldu. Bu komisyon tam 15 ay sürecek çalışmanın ardından durdu durdu ve Abdullah Öcalan’ın yaptığı çağrı ile ilk defa çift taraflı olarak 21 Mart 2013’de devreye giren çözüm sürecinin sıcaklığının yaşandığı ve kamuoyu tepkisinin en az yaşanacağını tahmin ettikleri süreçte Roboski katliamı için hazırladıkları raporun kararını açıkladılar. Rapor 28.12. 2011 gününün gecesi yaşanan Katliamda ‘kasıt yok’ dedi.

GEZİ'NİN KARMAŞASI SÜRECİNDE ROBOSKİ DOSYASI GENELKURMAY'A GÖNDERİLDİ

Roboski katliamı dosyası, 11 Haziran 2013’teki görevsizlik kararıyla askeri savcılığa gönderildi. AKP hükümeti ve yargı, Gezi sürecini hem Kürt halkının cezalandırma, hem de yaşanan bu sürecin sıcaklığından yararlanarak 1,5 yıldır Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığında bekletilen Roboski dosyasını , “taksirle ölme sebebiyet vermekten dolayı” görevsizlik kararı verip dosyayı Genelkurmay Askeri Savcılığı’na gönderdi.

Fethullah Gülen ile ittifakı kopan AKP hükümeti tekrar asker ile ittifak arayışının meyvesi Roboski dosyası için ‘kaçınılmaz hata ‘ oldu

7 Ocak 2014 günü Genelkurmay Askeri Savcılığı, Roboski katliamıyla ilgili takipsizlik kararı verdiği basına yansıdı. Fethullah Gülen hareketi ile ipleri koparan AKP hükümetinin tekrar asker ile yaklaşmasının bir sonucu olarak Genel Kurmay Askeri savcılığı “TSK personelinin bahsi geçen TBMM ve Bakanlar Kurulu kararları çerçevesinde kanunun emrini icra kapsamında kendilerine verilen görev gereklerini yerine getirdiklerini, görevi yerine getirirken kaçınılmaz hataya düştükleri dolayısıyla eylemleri hakkında kamu davası açılmasını gerektiren sebep bulunmadığı” kararını verdi.

AKP hükümeti iflas eden Suriye ve Rojava politikası yüzünden, içeride Kürt halkından intikam için savaş başlattı ve Roboski de üzerine düşeni yine aldı.

Sonra yazının başında ifade ettiğim gibi bu karara tepki olarak “Roboski dosyası için Roboskili aileler adına 100 avukat 14 temmuz 2014 tarihinde Anayasa mahkemesine başvuru yaptı. Roboskili aileler adına, Roboski katliamı dosyasında izlenen tecrit ve zamana yayarak unutturma sürecine tepki olarak 100 avukatın Anayasa mahkemesine yaptığı başvuru, başvuru tarihinden tam 1,5 sene sonra 53 başvurucudan 3’ünün avukatlarının vekaletnamesinin dosyada yer almadığı gerekçesiyle 15 gün içinde eksikliğin tamamlanması için tebligatta bulunduğu avukatın belgeleri 2 gün gecikmeli sunması nedeniyle ret kararı verdi.

Senelerdir Roboski katliamı dosyasını yakinen takip eden birisi olarak dosya ile ilgili tüm o yukarıda saydığım süreçler rastlantı denilerek açıklanamaz ise Roboski katliamı ve dosyası şahsında yerel mahkemeden tutun da, en üst mahkemeye kadar maalesef alınan ya da verilen tüm kararlar AKP hükümetin istekleri doğrultusunda şekillenmiştir. Anayasa Mahkemesinin verdiği bu kararın teknik bir takım şeylerden dolayı verdiği gibi gözükse de Roboski ailelerinin avukatlarının, tekrar Anayasa mahkemesine başvurmasının yanı sıra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine de eş zamanlı başvuracağı haberleri de, bu durumun teknik nedenlerden verilen bir kararı aştığını açıkça gösteriyor. Roboski ailelerinin avukatları tekrar anayasa mahkemesine başvuru yapacak olsa da bu gün itibarı ile Roboski dosyası için iç yargılama yolu sona ermiş durumda olduğunu söyleyebiliriz.

Roboski dosyası için iç yargılama yolu daha yolu 1)Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Yatıyor kalkıyorsunuz; Uludere diyorsunuz. ’Her kürtaj bir Uludere’dir 2)İçişleri Bakanı olan İdris Naim Şahin’in “Ölmeselerdi, yargılanacaklardı” 3)Abdullah Paşa’nın kendilerine “Bunu unutun. Kazaydı. Devlet kaza yaptı. Kapatın. Diyelim ki ben yaptım, ne olacak? Siz devlete karşı ne yapabilirsiniz ki? Ben öldürdüm, Burada yaşayan her kim kaçakçılık yaparsa gerekirse bir daha öldürürüm. 4)Uludere alt Komisyonu ‘kasıt Yok ‘dediğinde ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün “Vicdanım rahat” dediğinde zaten bitmişti.

Hak ve adalet mücadelesi yürütenlerin mücadelesi ile ortaya çıkmış çok özlü bir slogan var “biz demeden bu dava bitmez ” elbette bu özlü slogan Roboski davası için de öyle olacak ve Roboski katliamı yapanların yanına kar kalmayacak. Bu günden sonra da ilk gün dediğimiz gibi katliamcılar yargı önüne çıkıncaya ve gerektiği cezayı alıncaya kadar Roboski için adalet mücadelesi vermeye devam edeceğiz.

#RoboskideKatliamDevamEdiyor

................................................................................

İktidar İçin Üç Beş Askerin Hesabı Mı Olur?



Kemal Sunal filmlerinde olduğu gibi kandırıldığımızı düşünenlerin sayısı gün geçtikçe atmakta olduğunu düşünüyorum. O filmlerin konusu aynen şöyle, Türkiye'deki yaşam koşullarından bunalan bu yüzden Avrupa'ya kaçmak isteyen kişilerin yüklüce paraları alındıktan sonra, kamyonlara bindirir ve Avrupa'ya diye Yurdumun ıssız bir yerine götürüp bırakır. Sonra Avrupa sevdası ile yola düşen kişiler insan tüccarları tarafından çok kötü şekilde aldatıldıklarını görürler. Ah vah derler fakat artık iş işten geçmiş olur...
Sık sık Avrupa Birliğine girmek için mücadele ettiğini söyleyen hükümet, Kemal Sunal filmlerinde olduğu gibi, bize Avrupa Avrupa deyip bizi tamı tamına Pakistan'ın göbeğine bıraktı. Biz de Kemal Sunal filmlerinde olduğu gibi büyük bir aldatılmışlığı yaşıyoruz. Daha özgürlükçü, daha eşit, barış içerisinde yaşamayı beklerken, hükümetin izlediği politikalar yüzünden, bırakın geleceği, yarına garantisi olmayan Pakistan'a doğru hızlı adımlar ile gidiyoruz.
Türkiye devleti günlerdir Azez'i alan YPG güçlerini topçu ateşine tutuyor. Suudi ile birlikte o bölgeye karasal operasyon için Avrupa'da Kulis yaptığı bilgileri kamuoyuna yansımış fakat bu tutumu hiç bir ülke tarafından ciddiye alınmamıştı.
Suriye'de izlediği politikalar ile tamamen yalnızlaşan Türkiye bir çıkış aramakta, daha önce birçok kez bu tür krizlerini bu şekilde aşmaya çalıştı. Bu duruma, yani sıkıştığında her türlü deliliği yapabileceğini 30 mart 2014 yerel seçimleri öncesinde ortaya çıkan ve Mit müsteşarı olan Hakan Fidan'a ait olduğu söylenen şu sözler çok iyi açıklıyor. "Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırırım savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine de saldırtırız". O dönem izlediği yanlış politika ile yaklaşan seçim sürecini etkilemek ve sonuçlarını kendileri lehine sonuçlandırmak istiyorlardı. Aslında AKP hükümeti girdiği tüm seçim süreçlerinde bu kozu hep kullandı. Hem emperyalist çıkar hem Kürt fobisi için Suriye ve Rojava politikalarında ısrarcı okurken aynı zamanda iç politikayı da bu durumun üzerinden ikame etme yoluna gitti.
Hal ve durum böyle olunca, tüm çelişkilerini giderme yolu olarak savaşı görünce, krizlerinden çıkış için yapacağın şeyler hep deliliğe çıkıyor. Şimdi hükumetin başkanlık için daha fazla ırkçılık ve şoven politikaya ihtiyacı var. Ayrıca kısmen de olsa acil Suriye'ye giriş biletine ihtiyacı bulunmaktadır. Türkiye devletini yönetenler iktidarını kaybetmemek için dünyayı ateşin içine sürüklemekten hiç mi hiç çekinmiyorlar. Şu an 'teröre karşı birlik' yaygaraları da Milli birlik mesajları verilse de benim yine de aklıma 30 Mart 2024 seçimleri öncesi kamuoyuna sızan Hakan Fidan'ın şu sözleri takılıyor "Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine de saldırtırız". Ne dersiniz iktidar için üç, beş askerin hesabı mı olur.
Daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın faillerin kim olduğu, nereden geldikleri bilinmediği halde Ankara patlamasının olduğu ilk dakikalarda "Birliğimize, beraberliğimize, geleceğimize yönelik olarak, sınırlarımız dışında ve içinde gerçekleşen saldırılara misliyle karşılık verme konusundaki kararlılığımız, bu tür eylemlerle daha da güçlenmektedir" demesi de bu saldırının kurgu olduğu yönündeki algıyı da kuvvetlendiriyor. Ya da bu eyleminin rantını devşirmeye çalışıyor. Daha hiçbir şey orta yerde yokken, nereye misli ile cevap vereceksiniz. Bu açıklamanın bir gün sonrasında ise Ankara patlamasına ilişkin Başbakan Davutoğlu'nun bir adım doğa ileriye gidip PYD'yi işaret etmesi de PYD lideri Salih Müslim’in dediği gibi yapılan Ankara patlamasının 'Suriye'ye girmenin' bahanesi olarak kullanıldığı çok açık...
Bugün Murat Yetkin'in yazısını okumaya başladığımda hükümetin bu katliamının uluslararası ayağı da tamamlanmış olduğunu gördüm. Anlaşılan o ki kamuoyuna servis edilecek bütünlük aşağıda ki gibi olacak. 1) Bilinmeyen güvenlik kaynağı 2) Eylemi yapan YPG savaşçısı 3) YPG bombacısının Suriye istihbaratı ile ilişkisi var 4) Eylemi yapan YPG'li PKK'den destek aldı. 5) Bombalanan yerin hava kuvvetlerinin seçilmesi Rusya'nın düşürülen uçağının rövanşı olması.
Sonuçları itibarı ile değerlendirildiğinde Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamını kim yapmış ise 17 Şubat Ankara saldırısını aynı kesim yine aynı ihtiyaçları doğrultusunda yaptığını düşündürüyor
Sonuçları itibari ile değerlendirdiğimiz de yukarıdaki sonuçları çıkarsak da, 24 Temmuz itibarı Hükümet Kürt halkına karşı eşi görülmemiş bir saldırı başlatmış, yüzlerce sivil yaşamını kaybetmiş, Kürt şehir ve kasabaları top ve tanklar ile yıkılmış ve şehirler kuşatılmış durumda, hal böyle olunca Bu tür askeri ve polis bölgelerine Kürt güçleri de eylem gerçekleştirebilir..
Yaşamımız sürekli bittikçe çevrilen Kemal Sunal'ın o meşhur filmine dönüştü. Bu kabustan uyanmak dileği ile, küçük bir azınlığın iktidarın devamı için her yer cehenneme döndü. Artık Ankara'da, İstanbul'da, İzmir'de yaşayanlar, istese de Cizre'den, Sur'dan, Silopi'den bana ne diyemeyecek, çünkü hükümet izlediği politikalar ile savaşı onların evine getirdi. Hala mı bu korkunç savaşa karşı tavır almayacaksınız o zaman sonuçlarına katlanacaksınız ne diyelim.

....................................................................................

Bugünü Yaratanlar Alman Faşizminin Torunlarını Hatırlasın


Daha dün ya da önceki gün kamuoyuna sızan bilgiler ile Işid çetelerinin Türkiye sınırından elini kolunu sallaya sallaya nasıl geçtiklerini detayı ile malumun tekrarı şeklinde duyduk. Başbakan o zaman neredeydi senin angajmanın, sorun Kürtler olunca Türkiye’yi bıraktın Suriye’nin içinde bulunan bölgeye angajmanı söyle savundun.. “Dün ve bugün, Suriye rejiminin uzantısı olan bu terör örgütü, Azez’e dönük bir saldırıda bulundu. Bu saldırılar sırasında sınırlarımıza yönelik tacizler oldu. Yani, angajman kurallarını işletmemiz gereken bir durum ortaya çıktı.

“Gerek Türkiye’ye dönük mülteci akımına izin vermemek, gerekse PKK uzantısı olan bu güçlerin, Suriye’de kendi alanlarına oluşturma çabalarının oluşturduğu tehdit karşısında, bugün angajman kuralları çerçevesinde, Azez ve civarındaki tehdit oluşturan güçlere karşı mukabelede bulunulmuştur.”

Sadece şuna cevap verin daha önce Işid’in elindeyken Gri Spi’ye Sesiniz çıkmadı. Azez’i elinde tuttuğu sürece El kaide çetelerine tek bir laf etmediniz hatta bizim için Halep Stalingrad, ikinci Maraş dediniz, fakat Kürtler Halep’e yakasınca şeytan görmüşe döndünüz.

Bu nasıl bir Kürt düşmanlığı, dünyanın diğer ucunda Kürtler yaşasa ve belli haklar alması gündeme gelse , tüm dünyaya angajman uyguluyacaksınız. Allah aşkına tarih boyunca sürekli katlettiğiniz bir halk 24 saat sizinle yaşayacağım derken, siz hala Kürt halkından ne istiyorsunuz... Yuh artık size de angajmanınıza da…

Öncelikle ne yaparsanız yapın artık Kürtler kaybetmeyecek bunu bir yere not edin. Daha önce ne kadar engellemek için ne kadar uğraşsanız da Güney Kürdistan Federatif bölgesini engelleyemediğiniz gibi, Rojava özerk bölgelerini de engelleyemeyeceksiniz Size bir kötü haber daha vereceğim. Son sözü "Kalan insanların bizimle gurur duyması lazım. Biz diz çökmeyeceğiz. Nasıl ki ilk günkü gibi Hayrilere, Kemallere ve Mazlumlara söz vermişsek, onlar nasıl ki Esad Oktay gibi kişiliklere diz çökmemişse " diyen ve Cizre’de bodrum katında diğer yoldaşları ile birlikte katlettiğiniz Mehmet Tunç’un yoldaşları Kuzey Kürdistan’ı bu sene bilemedin gelecek sene mutlaka bir statüye ulaştıracaklar. Size kötü haberlerim bitmedi, tarih sizin yönetiminizin yaptıklarını ikinci Sırbistan olarak tescil edecek.

Türkiye Siyasi tarihine adınız kara puntolar ile halkları ve ülkeyi bölen yönetim olarak geçecek. Geçmiş katliamların devamcısı olarak elbette kötü ananlar sıralamasında ilk biz Pontus Rumları ve Diğer Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, elbette Kürtler, katliama maruz bıraktığınız diğer halklar ve inançlar olacaktır.

Fakat size çok çok kötü bir haberim daha var. Nazi Almanyası ve yaptıkları katliamları iyi hatırlarsınız. Nazi Almanyasının yaptıklarından yarım Asır bile geçmeden, tüm bu Katliamların utancını resmi bir törenle yerlere kadar boyunlarını eğen ve katliam mağdurlarından samimi şekilde Özür dileyen Nazi Almanyasının torunlarının tavrını mutlaka bir yere not tutun.

Bunu neden mi söylüyorum sizi asıl hiç affedemeyecek olanlar, sizin davranışlarından dolayı kendilerini sorumlu görecek olan, sizin soyunuzdan gelen torunlarınız olacak, yani bu yaptığınız insanlık ve savaş suçlarından dolayı, samimi şekilde katliam mağdurlarından yerlere kadar boynunu eğip özür dileyecek olan torunlarınız, halklara ve inançlara karşı bu kadar ilkel katliamlar uyguladığınız ve bunu hayatınız boyunca savunduğunuz ve bu nefret duygularını sizden sonraki nesillere taşıyarak halklar arasında nefretten bir Berlin duvarı oluşturduğunuz için sizi asla affetmeyecekler.

Siz asıl emelinize ulaşamamanın acısı yüreğinize çarptığında, yani sizin yarattığınız ve sorumlusu olduğunuz suçların utancını artık taşımak istemeyen torunlarınız, halklar ve inançlar arasında nefretten oluşturduğunuz Berlin duvarına ilk balyozu vurduğun da o zaman nefretiniz ile çürüyeceksiniz, nerede olursanız olun bu sonu yaşayacaksınız.

İşte o zaman siz ve nefretiniz kaybedecek, hakların ve inançların Newroz’u tüm dört yanı saracak.
...........................................................................

Artık Cizre'ye Ses Vermeseniz De Olur

Devlet kere sizin vicdanınıza tüküreyim. Günlerdir iki bodrum katına sığınmış 60’a yakın yaralıyı katlettiniz. Ne kadar Türk olsanız, bu yüzden ne kadar övünseniz azdır.

Bu durumu televizyon ve ajanslarınızdan ‘PKK’ya büyük darbe’ diye duyurdunuz. Sizde bir milim kadar bile ahlak ve ar kalmamış. Bu yaptığınız son katliam ile Kürt halkı ile olan son bağı da kopardınız, şimdi ne kadar sevinip, kıvanç duysanız ve duvarlara ‘Ne mutlu Türküm diyene‘ yazsanız azdır.

Katlettiğiniz yetmez gidin o katliam bodrumunun üzerine şanlı Türk bayrağını da asın ki övüne övüne bitiremediğiniz bayrağınızın kırmızısının nereden geldiğini herkes görüp bilsin...

Sizden de başka kimse yoktur, yaralıları katlettiği için övünen. Bu katliama verilecek bir ad, bir sıfat bulmakta benim vicdanım zorlanıyor. IŞİD teröristlerinin zalimliği bile bu ahlaksızlığın yanında hiçbir şey kalır. Hangi devlet yaralıların etrafını sarıp, sonra haftalarca süren şov ile katleder?

Tüm uluslararası kamuoyu, canlı yayından bu katliamı seyredip seyirci kaldı. Sizin de, değerlerinizin de vicdanına tüküreyim. Ahlaksızca Türkiye devleti ile giriştiğiniz Suriye anlaşmaları yüzünden, tüm ileri değerlerinize yüz çevirdiniz, siz de şimdi ne kadar kıvançlı olsanız azdır. Yeni ‘Bosna’nız size de kutlu olsun.

Hepimiz iyi biliyoruz ki orada günlerce kurtarılmayı bekleyen o yaralıları asıl biz sessizliğimiz ile katlettik, bunu unutmayın. Bu yüzden bir tükürük de bizim iki yüzlü vicdanımıza. Daha ne diyeyim? Cizreliler bu durumu daha nasıl anlatsın? Yarın utanmadan yine kavga ve mücadele çağrısı yapacağız, sonra kavga yeri kurulduğunda yine uzaktan seyredeceğiz ölenleri…

Bir çoğumuz burada katledilen yaralıların cenazesine hangi ahlak ile omuz vereceğiz çok merak ediyorum.

Ha unutmadan söyleyeyim, artık Cizre’ye ses vermesek de olur...

..............................................................................

Zorunlu Askerlik Sona Ermeli, Vicdani Ret Hakkı Tanınmalı


Uludere Asliye Ceza Mahkemesi’nde 06 Ocak 2016 günü ‘Halkı askerlikten soğutmak’ suçundan yargılamam vardı. Mahkeme ikinci duruşma da hakkımda açılan dosyayı tamamladı ve bana 7 ay 15 gün hapis cezası verdi. Üst mahkemeye itiraz da bulunmak için gerekçeli kararı hazırlamasını bekliyorduk ki karar bir kaç gün önce çıktı hem de ne karar, bir bölümünü sizler ile paylaşmak ve verilen kararı yorumlamak istiyorum. Mahkeme hakimi benim için “Sanığın vicdani reddin ne olduğu ile alakalı bir bilgisi var, ancak mevcut orduyu ortadan kaldırdıktan sonra kamu güvenliği ve milli güvenliğin nasıl sağlanacağı konusunda hiçbir beyanatta bulunmamış. Bu yüzden sanığın eyleminde tez antitez sentez sistemine uygun beyanatlar bulunmadığı ve suça konu fiilin ham bilgiden ibaret olduğu anlaşılmıştır” dedi.

Yine Mahkeme ‘Sanığın savaşın kötü olduğunu, kötü bir eylem olduğunu ve bu nedenle gençleri vicdani redde davet ettiği görülmektedir. Savaşların kötü olduğu tartışmasız bir gerçektir. Ancak mevcut devletler sisteminde devletlerin kamu düzenini sağlamak için ordulara ihtiyaç duyduğu tartışmasızdır” diyor . Mahkeme benim savunmamdan bu kanaata nasıl varıyorsa anlamadım fakat dünyada ordusu olmayan ‘İzlanda, Panama ve Kosta Rika gibi 22 ülkenin ordusu olmadan'(OE) yaşayıp gidiyorlar. Mahkeme ordu olmadan bu ülkeler nasıl kamu güvenliğini ve milli güvenliği sağladığını da açıklamalıdır değil mi ?

Üniversiteler karakola dönüştürülünce diyalektik yöntem mahkemelere kaldı!

Mahkemenin kullanmaya çalıştığı Diyalektiğe kısaca bakalım

Diyakektik, kavramlar arasındaki karşıtlık ilişkisinden yola çıkarak bunu doğruya varan süreçlerin açığa çıkarılmasında bir ilke olarak kullanan düşünme ve araştırma yoludur.

Örneğin: Genel kabul görmekte olan fikre TEZ denilir.

ANTİ-TEZ genel kabul gören fikre karşı çıkan, onu olumsuzlayan (negation) fikirdir.

Hem tez, hem de anti-tez bu noktada bilindiği ve çarpıştırıldığı için ortaya çıkan yeni fikir bunları bağdaştıran daha sağlıklı, daha bilinçli bir fikirdir: bu üst yeni fikire SENTEZ denilir.

Diyakektiği ilk kullanan SOKRAT’tır

Diyalektiği bir yöntem olarak ilk kullanan ise Sokrates’tir. Sokrates için diyalektik, karşılıklı, karşılıklı soru-yanıt yoluyla kavramlara açıklık getirme yöntemidir. Karşı tarafın yanıtından yola çıkarak bunun gene onun düşünceleri açısından tutarsız ve çelişik olduğunu göstermek, yöntemin ilk aşamasıdır. Bundan sonra karşılıklı soru- yanıtlarla, tartışma konusu kavram çeşitli açılardan ele alınır, açımlanır.

Marx’ta diyalektik …

Diyalektik akıl yürütmeyi Hegel’den ve Sokrates öncesi filozoflardan alan Karl Marx’da ise diyalektik tarihsel bir süreçtir; ekonomik temelli bazı toplumsal oluşumların zaman içinde karşıtlarını üretmeleri, karşıtların giderek çatışmaya dönüşmesiyle de yeni oluşumun etkisini ortadan kaldırması biçiminde yürür.

Mahkeme üzerine vazife olmadığı halde adeta bana ve benim gibi olanlara ‘milli güvenlik dersi ‘ verebilmek için, Zenon’dan Sokrat’a ve Marx’a evrimlenerek gelen diyalektik (Tez -Antitez -Sentez ) metodu kendine göre “Sanığın vicdani reddin ne olduğu ile alakalı bir bilgisi var, ancak mevcut orduyu ortadan kaldırdıktan sonra kamu güvenliği ve milli güvenliğin nasıl sağlanacağı konusunda hiçbir beyanatta bulunmamış. Bu yüzden sanığın eyleminde tez antitez sentez sistemine uygun beyanatlar bulunmadığı ve suça konu fiilin ham bilgiden ibaret olduğu anlaşılmıştır. “ kullanarak beni çürüttüğünü düşünmekte ve böylece de benim söylediklerimin bir düşünce ya da kanaat oluşturmadığı fikrine varan mahkeme ,benim cezalandırılmam için sözde bilimsel bir ölçüt de bulmuş oldu.

Ordusuz yaşam elbette tercihimdir

Öncelikle elbette ordusuz yaşam benim tercihimdir. Tekellesmiş şiddetin nelere yol açtığını bugün görmekteyiz. Milli Güvenlik ya da kamu güvenliği diye mahkemenin açıkladığı şey bugün gördüklerimiz ise olmaz olsun. Ağustos 2015 ayından itibaren 200 yakın sivil sokağa çıkma yasağının olduğu bölgelerde katledildi. Kamu güvenliği ya da Milli denilen şeyde güvenlik ölçütü nedir, mahkeme açıklamalıdır. Bugün yapılanları, bu olup bitenleri nasıl açıklayacağız .

Bugünler de AB parlamenterleri Türkiye gündemli toplanıp , Suriye politikaları yüzünden bugün Türkiye’de Kürt halkına karşı yaşanan Katliamların izlendiğini ifade ediyorlar. Af örgütü ve uluslararası ve ulusal insan hakları mücadelesi veren örgütlerin açıklaması benzer yöndedir. Bugün bölge de yaşanan Katliamların ; 1) Hükümetin Çöken Suriye ve Rojava politikaları 2) AKP hükümetinin parlamentoda ki sandalye sayısının tek başına iktidar olamayacak şekilde azalması olarak söyleyebiliriz. Hükümetin devletin tüm gücünü bunun için seferber ettiğini herkes konuşmaktadır . Bu söylediklerimi kahve köşelerinde oturanlar değil aydınlar, yazarlar ve sivil toplum örgütleri siyasetçiler konuşmaktadırlar.

Şimdi tüm bu durumlar böyleyken Mahkeme Yargıcı Milli Güvenlik ya da kamu güvenliğini bu duruma göre nasıl açıklayacaktır . Bugün yapılan şeyler bir gurubun çıkarını ifade etmiyor mu ? Kamu ya da Milli diye başlayan söylemlerinin ise bu çıkarı saklamak , gizlemek için kullanıldığı açık değil mi ?

Mahkeme Hakimi benim söylediklerime bağlı kalmadan gerekçeli karar ile bir fikir ifade etmeye çalışmış fakat Türkiye Cumhuriyetinin ortalama memur zihniyetini aşmayacak bir tekrara düşmüştür. Var olan yasa ya da kanunları özgürlüklerden yana değil, kendisinin demesi ile söylersek ‘güvenlikci’ bir yaklaşıma bağlı hareket ederek benim söylediklerimi okumaya çalışıyor. O zaman da benim söylemeye çalıştığım şeyleri anlamak yerine kendi düşündükleri üzerinden benim söylediğim olguları ele alarak tüm bunları söyleyebilmektedir.



Zorunlu askerlik kaldırılmalıdır, vicdani ret hakkı tanınmalıdır

Ben mahkeme de de ifade ettiğim gibi, ayrıca yazılarım da da ifade ettiğim gibi zorunlu askerlik kaldırılmalıdır ki Nerede ise tüm Avrupa ülkelerinde kalkmıştır , ayrıca Avrupa Konseyi ülkelerinde olduğu gibi Türkiye devleti artık vicdani ret hakkını tanımalı ve bu yüzden düzenlemeler yapmalıdır. Bu isteğimi bir kere daha yeniliyorum

Yargıçlar özgürlüklerden yana değil statükodan yana tavır alıyorlar

Yukarıda bir çok yerde bahsettigim gibi Zorunlu askerliğinin kalkması ve Vicdani rettin tanınmasını istiyorum. Mahkeme de bu durumu çokca ifade ettim . İstemediğimden değil fakat çok merak ediyorum ki diyalektik yöntemi kullandığını bize gostermeye çalısan mahkeme Yargıcı benim ifade ettiğim şeylerden ordunun komple kaldırılması ile ilgili kanaata nasıl ulaşmıstır ?

Yasaların ne kadar çağ dışı ya da ilerici olması tartışması bir yana, bizde var olan yasaların yorumlanması anlamın da hakimler maalesef her zaman sınıfta kalmışlardır. Mahkeme hakiminin dile getirdiği yaklaşım ki ‘Güvenlikçi ‘ dediğimiz bir yaklaşım maalesef genel de bizim mahkemeler ve yargıçlarımızin tercihi olmuştur.

Diyalektik yöntem ile bitirecek olursak Tez’i savaş karşıtı, antimilitarist bir barış aktivisti olarak benim söylediğim, Anti-tezi ‘kamu’ adına savcının söylediği yerde Sentez’i ‘Güvenlikçi’ bakış ile mahkeme olusturunca tabi ki ortaya daha özgürlükçü, daha dogru bir şey çıkmıyor, ceza alıyorsunuz. ..



BU SUÇA ORTAK OLMAYACAĞIZ

Kürt halkına karşı başlatılan yeni savaş sürecin de Roboski’de barış mücadelesi yürüten biz barış aktivistleri ve vicdani retcilere mahkemeler aracılığı ile saldırılar hız kesmeden devam ediyor. Daha bir çok kez ifade ettik. Anne karnında çocukların katledildiği bugün bizleri bu yolla susturamazsınız .

Barış aktivistleri ,Savas karsitlari , vicdani retçiler olarak Bu cografyanin barışı ve antimilitarist bir gelecek için sonuna kadar direnecegiz. İşlediğiniz savaş suçuna bizi asla alet edemeyeceksiniz. Bugün çoluk çocuk demeden yaptığınız katliamlar insanlık ve savaş suçudur. Mahkemeleriniz yolu ile bu suça ortak olmamızı dayatıyorsunuz. Size ve yaptıklarınıza ayak diriyoruz ve ne yaparsanız yapın bu suça ortak olmayacağız.

...........................................................................................























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız için teşekkür ediyorum